ZOPROL 30mg
Bu haftanın başlığını yeni bir gezegen, yeni bir kimyasal element filan sanmayın değerli okurlar.Zoprol basit bir mide ilacının Türkiye’de satılan markasının adı sadece. Zoprol, mide yanması, ekşimesi, moda deyimiyle, reflüye karşı kullanılan sıradan bir ilaç. Lisansı 1997 yılında çıkmış.Doğrusu ilacın ne olduğu beni pek ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren ilaç kutusunun üzerinde yazanlar.
Zoprol kutusunun üzerinde ’14 Mikropellet Kapsül’ ifadesi büyükçe harflerle yazılmış. Altında ise ‘Proton Pompası İnhibitörü’ yazılı.
Dile kolay tüketici vatandaş bu ilacı eczaneden alacak, kutunun üzerini okuyacak ve anlayacak. Buyrun, isterseniz kelimeleri tek tek açalım. “Mikro” güzel Türkçemize uzun zaman önce girmiş artık çıkarması zor. Ancak “pellet” ufak tanecik anlamına gelen İngilizce bir kelime. Őrneğin, avcıların kullandığı saçma fişeğine İngilizce’de ‘pellet’ deniyor. Gelelim kapsül kelimesine. O kelime de artık güzel Türkçemiz’e çift dikiş girmiş bir kelime. İlaç hap, yani tablet şeklinde olmadığı, silindir biçiminde iki ucu bombeli plastik şekilde olduğu için kapsül denmiş. Tıpkı Apollo uzay aracının astronotları taşıdığı uzay kapsülü gibi. İngilizce’den transfer bir futbolcu, pardon, kelime.
Diğer ifadeye batığımızda, birinci kelimemiz proton. Fizikten tıbba geçmiş bir kelime, atomun bir parçacığı. İkinci kelimemiz malum, pompa. İtalyanca kökenli bir kelime. Son kelimemize gelince beni en çok güldüren kelime bu, ‘İnhibitörü’. “İnhibit” anlam olarak engel olma, men etme, yasaklama demek. Sizin anlayacağınız, ‘Proton pompası engelleyicisi’ olarak çevirebiliriz bu cümleyi. Bu şekilde kutunun üzerine yazılsaydı ,hiç olmazsa ‘yenildik ama ezilmedik’ olurdu.
Ankara’da ki Büyüklerimiz Bilir :
Doğal olarak bu ilacın nasıl satılacağını ve üzerinde neler yazacağını ortalama okur-yazarlık seviyesinin ilkokul 5 olduğu ‘Cennet Vatan’ Türkiye’de, TC Sağlık Bakanlığı mutlaka düşünmüştür. Vatandaş mutlaka şeffaf devlet anlayışıyla bu ilacı okuyup anlayacak ve en verimli şekilde kullanacaktır.
Değerli okurlar paketin içinden çıkan açıklama kısmına girmiyorum bile yoksa yabancı diller fakültesine kayıt olmanız gerekebilir.
Teknoloji Üretemeyen Toplumlar :
Geçmiş yazılarımdan birinde sözünü etmiştim. ‘Teknoloji üretemeyen toplumlar teknoloji üreten toplumların güdümünde kalmaya mahkumdur’. Tüm sektörlerde olduğu gibi tıp ve ilaç sektöründe Türkiye’de herhangi bir atılım yok. Bio-Teknoloji, DNA, kök hücre konusunda elle tutulur bir çalışma yok. Kanser araştırmaları konusunda ciddi bir platform yok. Teknoloji üretemiyoruz. Kitleler arasıra tatmin olsun, gururlar dolsun diyerek, medyada “Türk Doktorun Büyük Başarısı” türünden duygusal manşetlerle durumu idare ediyoruz. Ne de olsa Türkiye’de yaşayan insanlara, sürekli ‘çok önemlisiniz’ türünden VIP propagandası pompalanmakta.
Teknolojinin Üretilmediği Yerde :
Eczanede satılan basit bir ilacın üzerinde tek bir kelime Türkçe olmaması bakın bizi nerelere getirdi. Ne kadar tuhaf bir raslantı!!! Asrın davası olarak adlandırılan, her dalgası ayrı bir tsunamı olan Ergenekon, Türkçe özel isim.Türklerin atalarının anayurtlarından çıkışını ve Türklerin Dünya’ya yayılışını anlatan efsanesinin adı. Yani %100 Türk.
Bakıyoruz teknoloji üretemeyen toplumlar içe dönük ve kapalı oluyor. Bu toplumlarda durumdan vazife çıkaranlar çoğalıyor. Devlet aygıtının kurumların içindeki mensuplar, bir şekilde kendilerini birşeyleri korumak için görevli sanıyorlar. Çoğu zaman kendi görev atamalarını kendileri yapiyorlar.Söz konusu bu kurumlar, aslında devleti oluşturan millet için var olan, adalet, polis, silahlı kuvvetler, sağlık hizmetleri, medya gibi kurumlar. Kendilerine göre ‘dava’ uğruna çarpışanlar da bu kurumların mensupları.
Bu tür ruh hallerini ‘İttihatçi’ geleneğin düz mantığıyla açıklamak da doğru olmaz.
Olsa olsa bu coğrafyanın DNA’sı diyelim.
Teknolojinin üretilemdiği yerde üretim artışı sağlanamıyor, üretimin artmadığı yerde, milliyetçilik, ulusalcılık, komploculuk ve ırkçılık gelir ve rant kaynağı oluyor.
Teknolojinin olmadığı yerde milliyetçilik adına vatandaşın egosu aşırı şişiriliyor. Gerçeklerden uzak beklentiler öne çıkıyor. Bununla beraber yan ürünü Şiddet olan ve şiddete prim veren bir medya ile de karşılaşıyoruz. Sonuçta, ‘Kurtlar Vadisi’, ‘Metal Fırtına’ gibi gerçekdışı kurgu tefrikalar, ’10 adet Rum’ öldürüdüm diyerek gurulanan ( ya yalancı ya psikopat) aktörler prim yapıyor.
Şeffaflık Tanımını Ararken :
Bir yandan birileri karalanırken, şeffaklık adına nice gölge oyunlari oynandı. Belki hatırlarsınız. Şeffaf oluyor diyerek, televizyonda canli yayınlarda devlet bankaları açık arttırmayla satıldı. Sonunda açık arttırmayla satılan bankaların hepsinin içi boşaltıldı ve hortumlandı. 2001 krizine yol açan bu oluşumda, iktidarda, milliyetçi-muhafazakar partiler (ya sev ya terk et ırkçı teranelerini hatırlarsınız) ve yaftası DSP, kendi şövenist, bir parti vardı. Sizin anlayacağınız, tipik Törkiş şeffaflık.
Şeffaflık Bursa bahçelerinde yetişen bir şeftali cinsi değildir.(Kulakların çınlasın Mr. Javits. Mr. Karasu kabir azabı çekmekte). Şeffaflık, vücüda isabet eden kurşunları görmeyen Adli Tıp’tan başlar. Şeffaflık, Bakanlığın aksine yorum veren savcıların görevden kaydırılma nedenini anlamakla başlar. Şeffaflık, medyanın sermaye yapısının açıklanmasıyla başlar.
Gazetelerin ve TV kanallaının gerçek sahiplerinin ve görünen sahiplerinin kimler ve hangi ülkeler olduğunun bilinmesi ile devam eder şeffaflık.
Burası Türkiye Abicim :
Evrensel değerlere, kabül görmüş normlara, insan haklarına ve rasyonel düşünmeye gelince işin kolayına kaçıp, “Burası Türkiye, bize uymaz” demekle sorunlar çözülmüyor. ‘Vatan, Millet, Sakarya’ söylemleri derde deva olmuyor. Ucuz kahramanlıkla komplo teorileri üreterek, Amerika, İsrail falan laf salatalarıyla belki köşeler doluyor ama teknoloji üretilmiyor. İran, Çin, Rusya hayalleriyle filan alternatif açılımlara gidilmiyor. Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı bir vatan olmaktan çıkmak ümidiyle. Biz yine de midemiz bulanmadan ‘proton pompalı inhitör’ ümüze dönelim dostlar.