Türkiye’nin önündeki iki büyük tehlike
Türkiye’nin ulusal güvenliği iki büyük tehlikeyle karşı karşıya.
Birincisi, Ege ve Akdeniz anlaşmazlıkları şimdi Türkiye-AB arasında bir soruna dönüştü.
İkincisi, birçok bakımdan benzer şekilde, PKK sorunu uluslararası gündemin ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Öncelikle işler bu noktaya savrulurken arka planda kalan gelişmeleri görmek gerekir.
Türkiye hukuk devleti açısından 5. sınıf bir ülke oldu. Dünya ülkelerinin hukuk devleti açısından sıralamasını yapan en itibarlı kuruluş WJP’nin puanlamasına göre, 128 ülke arasında 107. sıradayız. Yani en sondaki 5. küme içindeyiz. Benzer şekilde, Sınır Tanımayan Gazeteciler kuruluşunun sıralamasına göre, basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 154. sıradayız. Yani o konuda da 5. sınıf ülke olduk.
Türkiye hemen herkese meydan okuyan, ilişkileri kopmuş veya iyice zedelenmiş bir ülke haline geldi. Cumhuriyet dönemi boyunca yaşamadığımız bir uluslararası tecritle karşı karşıyayız. Bunları söylerken, Sultan Abdülaziz’e sunduğu Vasiyetnamede “Herkese meydan okumayın, düşman kazanmama yoluna gidin…” diyen, defalarca Hariciye Nazırlığı yapmış Keçecizade Fuad Paşa geliyor aklıma.
Kişi başına gelir son yedi yıl içinde %40’tan fazla düştü ve dünyanın en hızlı fakirleşen ülkesi olduk. Türkiye 1960’tan bu yana böyle bir fakirleşme yaşamadı. Döviz rezervleri sıfırın altında, -50 milyar $ civarı. Özel ve kamu toplam dış borç GSYH’nin %167’si civarında. Dünyada dış borcunu ödeyememe riski en yüksek 6-7 ülke arasında.
10-11 Aralık’ta Brüksel’de AB zirvesi toplandı ve böyle bir arka plana sahip Türkiye’ye yaptırım konusunu görüştü.
Zirveden günlerce önce, en kötü ihtimalle dahi Türkiye’yi zorlayacak yaptırım kararları çıkmayacağını, Washington’da Biden yönetiminin işbaşı yapmasını bekleyeceklerini söylemiştim. Aynen öyle oldu.
İktidar yandaşları bu hafif yaptırımlar bize vız gelir, bak Yunan nasıl şok oldu, mosmor oldu diye kutlama yapıyor.
AB’yi okuyamayan ve Avrupa’daki nabzı tutamayan kimi çevreler şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradı.
Muhalefet ne diyeceğini bilemiyor, dilsiz.
Ama hiçbiri burnunun ucunu göremiyor. Durum vahim.
Bir dizi Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi 1960’larda yürürlüğe girdi. O tarihten beri Ege’de karasuları, kıta sahanlığı ve deniz sınırlarının belirlenmesi (münhasır bölge) dahil pek çok sorun, on yıllar boyu hep tartışıma konusu oldu. Ama hep Yunanistan ve Türkiye arasında.
İki ülke zaman zaman sıcak çatışma eşiğine geldi. AB dahil uluslararası güçler büyük ölçüde tarafsız kaldı ve gerginlikleri yatıştırmaya çalıştı.
Doğu Akdeniz’de deniz sınırlarının belirlenmesi de, diğer sahildar devletler bir tarafa, hep Türkiye ile Yunanistan ve Kıbrıs Rumları arasındaki sorunlardı.
Yunanistan 1981’de AB üyesi olduğu günden itibaren Ege anlaşmazlıklarını Türkiye-AB arası soruna dönüştürmeye çalıştı. Türkiye karşısında AB’yi bulsun istedi. Kendi çıkarları açısından doğru bir politika idi.
Kıbrıs Rumları 2004’de AB üyesi olduktan sonra Doğu Akdeniz’de aynı siyaseti izledi.
Türkiye ikili anlaşmazlıkların Avrupa sorununa dönüşmesine hep karşı çıktı ve yakın zamana kadar başarılı oldu. Bu bir milli politikaydı. Bugüne dek Ankara’da işbaşına gelen bütün hükümetler, Dışişleri Bakanlığının kaliteli profesyonel katkısıyla bu hedefi korudu.
Rahmetli Turgut Özal’ın açtığı yolda devam edildi, Türkiye 1999’da aday ülke oldu, 2005’te üyelik müzakerelerine başladı ve AB’yle giderek yükselen ilişkiler kurdu.
AKP son yıllarda bu politikayı terk etti. AB’ye ihtiyacımız olmadığını ilan etti. AKP’nin karar vericileri pek ala biliyordu ki, AB’nin en temel değerlerini oluşturan hukuk devleti ve basın özgürlüğünün çökertilmesi, AB’yle ilişkileri kopartmak için yeterli olacaktı.
Dahası, AB liderlerine karşı sık sık, uluslararası ilişkilerde asla yeri olmayan bir dil kullanıldı.
Şimdi Türkiye’nin AB üye adaylığı sadece kağıt üstünde. Bunu AKP bitirdi.
Artık AB için, Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarında açıkça Yunanlıların ve Rumların yanında yer almayı engelleyen bir neden pek kalmadı.
AB sözcüleri bir süredir Ege ve Doğu Akdeniz anlaşmazlıklarında Yunan ve Rumların yanında olduklarını açıkça söylüyordu. 10 Aralık zirvesinde Türkiye’ye o sorunlar nedeniyle yaptırım kararı alarak, bu tutumunu mühürledi – yaptırımın içeriği ne olursa olsun.
Dahası, yine yanlış yönetilen ilişkilerin sonucu olarak, şimdi ABD de daha önce hiç yapmadığı şekilde, Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunan ve Rumların yanında saf tutuyor.
İkinci büyük tehlike, benzer nedenlerle, PKK sorunundan kaynaklanıyor.
İlk terör saldırısını yaptığı ve fiilen sahneye çıktığı 1984’den beri PKK’nin siyasi hedefleri sürekli değişti.
Değişmeyen tek şey, PKK meselesini uluslararası gündem maddesi haline getirme hedefi oldu. Yakın zamana kadar bunu başaramamıştı.
PKK değişik yabancı merkezlerden hep destek aldı; ama sorunun uluslararası ilişkiler zemininde tartışılan bir gündem maddesi olması farklı bir durumdur.
Türkiye’nin her şeyden önce Kürt sorununu kendi içinde çözüm yoluna koyması gerekirdi. Yapamadı.
AB üyeliği Türkiye’nin toprak bütünlüğünün en büyük güvencelerinden biri olacaktı, ihtiyacımız yok dediler, vazgeçtiler.
Suriye’de girişilen askeri yoldan rejim değişikliği macerasının Türkiye açısından en hayati sonucu, PKK sorununun uluslararası gündemin göbeğine oturması oldu.
Şimdi konu hakkında en çok söz sahibi iki yabancı ülke, dünyanın iki büyük gücü ABD ve Rusya.
İlaveten, hem Ege ve Doğu Akdeniz’de, hem PKK açısından dikkate alınması gereken riskler var.
Türkiye ciddi bir uluslararası tecrit içinde ve son yıllarda kendine çok hasım yarattı. Ekonomi zayıf. F-35 örneğinde olduğu gibi savunma yetenekleri açısından sıkıntılar yaşıyor.
Dilerim ki Türkiye’nin haklı olduğu konularda ağır kayıplara yol açabilecek bu tehlikeli gidiş değişsin. Hızlı bir şekilde.
Kaynak: halukozdalga.com