Suudi–İran uzlaşması ve Ortadoğu’da yüzyılın depremi
Foto (soldan): Suudi Milli Güvenlik Danışmanı Muhammed el Ayban, Çin’in bir numaralı diplomatı Wang Yi ve İran lideri Hamaney’in askeri danışmanı Ali Şamhani, Suudi-İran uzlaşmasını duyuruyor (10 Mart, Beijing, Çin).
Mısır’ın doğusunda kalan Arap Dünyası Maşrık olarak bilinir ve Ortadoğu’nun yüreğinin attığı yerdir. Maşrık’ta egemen güç Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı idi.
Büyük Savaş stratejik deprem doğurdu, bölge büyük ölçüde İngiliz nüfuzuna girdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, küçük biraderi İngiltere’yi yanından pek ayırmadan, Ortadoğu’nun yeni ağababası ve düzen kurucusu oldu.
Çin’in aracılığında gerçekleşen ve başkent Beijing’te açıklanan Suudi Arabistan-İran uzlaşması, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede gerçekleşen en şiddetli stratejik depremi simgeliyor.
Ortadoğu’da yüz yıllık Anglosakson hegemonyası son buluyor. Şimdi yeni stratejik gerçekler var. Henry Kissinger “Ortadoğu’da uluslararası diplomaside oyunun kuralları değişti” diyor.
Taraflar iki ay içinde karşılıklı büyükelçilik açacağını ve ilişkileri normalleştirme niyetini açıkladı. Suudi Arabistan’ın Şia lider Nimr’i idam etmesi ve Tahran’daki Suudi büyükelçiliğinin yakılması üzerine ilişkiler tamamen kopmuştu.
Yeni Ortadoğu’da Suudi Arabistan ve İran gibi artık bağımsız hareket eden orta boy oyuncular ve ABD’nin yanında ikinci büyük güç Çin’i göreceğiz.
Ortadoğu, pek az gözlemcinin öngörebildiği hızda çok kutuplu yeni uluslararası sisteme uyum sağlıyor. BAE dahil bölgedeki diğer devletler, adım adım yeni sistem içinde yer almaya hazırlanıyor.
Bölgede devletlerin daha serbest ve çok yönlü ilişkileri üzerine kurulu yeni bir güvenlik mimarisi oluşuyor.
Suudi-İran kavgası, bölgenin en derin fay hatlarından biri olarak sürekli kriz ve istikrarsızlık üretti. Temelinde, birçok gözlemcinin ileri sürdüğü gibi Sünni-Şia farklılığı değil, kritik konularda Suudi ve İran devlet çıkarlarının çatışması yatar.
Suudi-İran kavgasını çözüm yoluna koymak ve istikrar sağlamak Soğuk Savaş sonrasında öncelikle, dünyanın ve bölgenin tek süper gücü ABD’ye düşüyordu.
Ama Amerika, son örnek Ukrayna dahil başka yerlerde sık yaptığı gibi, Ortadoğu’da da gerginlik ve kutuplaştırmayı (ya bendensin ya karşımdasın) seçti. Anglosaksonların iyi bildiği ve bölgede yüz yıldır yürüdüğü yoldan gitti, Suudi-İran mezhep farklılığını sonuna kadar kaşıdı.
Bunun son örneklerinde biri, Trump’un başlattığı ve mevcut Biden yönetiminin hararetle kucakladığı İbrahim Anlaşması’dır.
Amacı, Arap ülkelerini İsrail’le ittifaka sokarak İran’ı kuşatmak, tecrit etmek ve dövmektir. İbrahim Anlaşması veya bazen Ortadoğu NATO’su, Arap NATO’su dedikleri şey bundan ibarettir.
Amerika’nın sırt çevirdiği görevi başarabilecek tek bölge ülkesi Türkiye idi. Şimdi dünyada haklı olarak büyük yankılar uyandıran sonucu Türkiye akıllı bir diplomasi ile başarabilir, muazzam bir başarıya imza atabilirdi.
Ankara’nın Ortadoğu’da üstlenmesi gereken en hayati görevlerden birinin Suudi-İran uzlaşmasının yolunu açmak olduğunu defalarca önerdim, yazdım.
Ama iktidar ve muhalefetimiz Suudi-İran kavgasıyla uzaktan dahi ilgilenmedi. Siyasi karar vericilerin idrak ve algılaması dışında kalan konularda bir ülkenin yol alabilmesi, sonuç elde etmesi elbet mümkün değildir.
Onun yerine AKP iktidarı Ortadoğu’da yıllarını; Suriye’de rejim değişikliği, İhvan kuyrukçuluğu veya Mısır, Suudi Arabistan, BAE ile kavga etmek gibi rasyonel hesaplara dayanmayan, ideolojik ve abes uğraşlarla geçirdi.
Suudiler – İran – Çin = Kazan – kazan – kazan
Şubat 1945. İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu belli olmuş gibiydi; dünyanın en güçlü ülkesinin Başkanı Franklin Roosevelt, Karadeniz sahilindeki Yalta’da Rusya lideri Stalin ve İngiltere lideri Churchill’le tarihi pazarlıkları tamamlamış, USS Quincy kruvazörü ile ülkesine dönüyordu. Ağır hastaydı ve ömrünün son haftalarını yaşıyordu. Ama, büyük önem verdiği Suudi Arabistan’ın başındaki Abdülaziz bin Suud’la görüşmek istedi.
Osmanlı’nın kaybederek çekilmesinden sonra Arabistan’daki bitmez tükenmez hesaplaşmalarla dolu iç savaşı, fanatik Vehhabi hizbi ve İngiltere’nin kaygan desteğini arkasına alarak kazanan Suud, 1932’da kendi devletini kurmuştu. 69 yaşındaydı ama hayatında Arabistan dışına, hatta denize hiç çıkmamıştı; o bir çöl cengaveri idi.
Kızıldeniz’in Süveyş limanında zırhlı gemide yapılan görüşme bir başka tarihi anlaşmayla sonuçlandı: Suudiler dünya piyasalarına bol ve ucuz petrol sunacak, karşılığında Amerika’nın korumasını ve güvenlik garantisini elde edecekti.
Değişik iniş çıkışlarla neredeyse 80 yıldır ayakta kalan anlaşma artık son buldu.
Suudi Arabistan güvenliğini münhasıran Washington’un eline bırakmadan, daha karmaşık küresel ilişikler matriksi içinde yer almak, dünya ve bölge siyasetinde bağımsız rol oynamak istiyor. Stratejik özerkliği seçti.
Washington Obama döneminde önce İran’la nükleer anlaşma imzaladı (2015, JCPOA) ve yaptırımları gevşetti; İran ekonomisi güçlenmeye başladı. Ardından Trump, aynı anlaşmadan tek taraflı çekildi (2018); İran nükleer programını hızlandırdı ve şimdi isterse birkaç ay içinde nükleer silah sahibi olabilecek konuma geldi.
Batılı kaynaklar, İran’ın %84 zenginleştirme oranına ulaştığını tahmin ediyor. Nükleer silah üretimi için %90 civarı ve üstü gerekiyor.
Washington diğer taraftan stratejik önceliğini ve dikkatini Çin’e çevirmek istiyor (pivot China). Bu gelişmelerin her biri Suudi güvenliği açısından endişe verici.
Suudi Aramco’nun petrol tesisleri 2019’da dron saldırısına uğradı. Saldırıyı Yemen’deki Husiler üstlendi ama arkasında İran olduğu açıktı. Amerika’nın kayda değer bir tepki göstermemesi Suudileri şok etti.
Son yılarda ABD başkanları Trump ve Biden’ın, Kaşıkçı’nın katli dahil değişik vesilelerle Suudileri aşağılaması işin tuzu biberi oldu.
İran’la uzlaşan ve Çin’le sıcak ilişkileri seçen Suudiler; İran’a yaptırımların kaldırılması, Tahran’ın nükleer silah sahibi olması ve ABD’nin bölgedeki angajmanlarını zayıflatması dahil her olasılığa karşı kendi güvenlik risklerini azaltan bir pozisyon almış oldu.
İran’la yumuşama, Suudilerin muazzam savunma harcamalarını daha makul düzeylere indirmesini kolaylaştıracak. Diğer taraftan Suudi Maliye Bakanı, İran’a yüksek bütçeli yatırımlar yapacaklarını açıkladı.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Kurban Bayramı sonrasında Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz’in davetlisi olarak Riyad’ı ziyaret edecek. Ardından Kral’ın Tahran’a gitmesi bekleniyor.
Suudilerin, Amerika ve İsrail’e sırtlarını dönme niyeti yok. Sembolik bir jestle, hemen aynı günlerde Amerika’dan 78 adet büyük tip Boeing jeti alacaklarını, Ukrayna’ya parasal destek sağlayacaklarını açıkladılar. Yakında İsrail’le bazı anlaşmalar imzalamaları bekleniyor.
İran için de benzer kazanımlar söz konusu. Arap-İsrail kuşatması olasılığı suya düştü. Arap-İran gerginliği azalacak, onun yerine işbirliği aşaması başlayacak.
Elbette Suudi-İran çatışmasından kaynaklanan bölgedeki tüm sorunlar hemen son bulmayacak. Ancak İran, günümüzün en kanlı savaşının sürdüğü Yemen’de barış sağlama niyetini teyit etti.
İsrail’deki aşırı sağcı yeni hükümet İran’a saldırı için ayrıntılı askeri planlar üzerine çalışıyor. Ama artık İsrail’in tek başına veya ABD’yle beraber İran saldırabilmesi daha zor. Çin’in çıkarlarını hesaba katmaları gerekiyor.
İran düşmanlığı üzerine inşa edilen İbrahim Anlaşması fiilen son buldu, bitkisel hayata girdi.
İptal edilen nükleer anlaşmanın canlandırılması için Amerika’yla yapılan müzakereler çıkmaza saplanmıştı. İş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, güvenlik riskleri azalan İran’ın eli şimdi daha rahat. Washington muhtemelen yeni bir hamleyle, İran’a uyguladığı yaptırımların gevşetme karşılığında uranyum zenginleştirilmesini geriletmeye çalışacak.
Çin, büyük rakibi ABD’ye karşında yaptığı kritik hamleyi başarıyla tamamladı. Üstelik bunu, askeri varlık bulundurmadığı, Amerika’nın kendini rakipsiz güç gördüğü Ortadoğu’da gerçekleştirdi.
Aslında Çin’in başarısını mümkün kılan tam da o nedenler oldu: Amerika’nın savaş seçeneğini hiçbir zaman dışlamayan yaklaşımını ve zehirli kutuplaştırma kuramını dışlamak.
Çin bölgede Amerika’ya ilaveten kendisinin de önemli bir oyuncu olduğunu kanıtladı. Son bir yıl içinde, ayrı ayrı hem İran hem Suudilerle dev bütçeli ekonomik işbirliği ve yatırım anlaşmaları yapmıştı.
Düşünün ki Çin bu yıl içinde, İran ile bir zamanlar Anglosaksonların en müstahkem kalesini oluşturan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) arasında işbirliği görüşmeleri yapılacağını açıkladı. Hem de Çin’de!
İnanılır gibi değil.
(KİK: Suudiler, BAE, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn)
Özetle, üç tarafın üçü de kazançlı çıktı.
Amerika = Kaybet – kaybet – kaybet
Bunu söyleyen ben değilim; Amerika’nın belki de en şahin dış politika kurumu Demokrasileri Savunma Vakfı Başkanı Mark Dubowitz.
Yani acı bir itiraf. Yukarıdaki özet, Amerika’nın her üç ülkeye karşı kaybettiğini açıkça gösteriyor.
Ama daha fazlası var. Amerika’nın dış politikasını 80 yıldır yönlendiren varsayım çöktü.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Washington’da görev yapan seçkinlerin hemen hepsi temel bir inancı paylaşıyordu: “Amerika istisnai millettir, dünyayı yönetmesi vazgeçilmezdir. Dünyaya liderlik yapmazsa, kaos çıkar.”
Şimdi Ortadoğu’da barış için Amerika’nın vazgeçilmez olmadığı kanıtlandı. Biri Sünni diğeri Şia iki büyük bölge ülkesinin uzlaşması bölgede barış ve huzurun yolunu açacak. Amerika’nın bölgede İsrail’i örtülü amiral gemisi gibi kullanması zorlaşacak.
Suudi-İran uzlaşmasının sonuçları Ortadoğu’nun hemen her köşesinde hissedilecek. O arada elbet Türkiye’yi yakından ilgilendiren gelişmeler izleyeceğiz.
Sadece birine işaret edelim. Suudi Arabistan dahil bölge ülkeleri Suriye’yle ilişkileri normalleştiriyor. Suriye muhtemelen yakında Arap Birliği’ne dönecek. Artık Türkiye’nin Suriye’de askeri operasyonlar düzenlemesi, hatta askerlerini orada tutması giderek daha yüksek siyasi maliyetler yazacak.
Washington, Suriye-Arap dünyası ilişkilerinin normalleşmesini engellemek ve askerlerini ülkenin doğusunda tutmaya devam etmek istiyor. Ama Washington’un işi de giderek zorlaşıyor.
Ankara’da 14 Mayıs’tan sonra işbaşına gelecek iktidar için Suriye konusu hem daha acil hem daha karmaşık bir nitelik kazanıyor.
Son olarak ben de bir itirafta bulunayım. İslamcı kökten gelen AKP’nin Batı’yla ilişkileri yönetemeyişini anlamak nispeten kolay görünüyor. Ne de olsa kendilerine yabancı bir coğrafya.
Ama İslam’ın anayurdu Ortadoğu’da böylesine algılama ve icra zaafları içinde sürünüp durmalarını anlayabilmek kolay değil.