''Satış'' ekonomisi değil, üretim ekonomisi
Türkiye dev gibi sorunları ancak derya gibi olanakları olan bir ülkedir.
Yeter ki, yanılgılarımızdan ders alalım, öz-eleştiri ile yıkmadan yapmayı, kırmadan onarmayı, karşıtlık oluşturmadan da karşı durmayı başarabilelim.
Türkiye’nin asli sorunu ekonomidir. Kurumlarıyla, öncelikleriyle, tercihleriyle gerçekçi bir ekonomi siyasetini tanımlamak ve uygulamak zorundayız. Asıl, “seçim” budur! Devletin kalkınması, halkın refahı, bankasıyla, planlanmasıyla, üretim kabiliyetleri ve eğitilmiş insan gücünün liyakate dayalı görev almasıyla, bambaşka bir Türkiye inşa etmek mümkündür.
Son seçimlerde bir de sistem tartışması yaşandı; Başkanlık sisteminin ekonomik ve sosyal maliyetleri gündeme taşındı. Ekonominin devlet yönetiminden ayrılamaz olduğu, siyasetin temel tercihinin de ekonomi olduğu gerçeğini asla unutmayalım. Gerçekten siyasi erkin tanzim ettiği ekonomi bürokrasisi ve teknokratlar düzeni, ülke ekonomimize şekil vermektedir.
Bu bağlamda 80’lerde “Fonlar”, 90’larda “Üst Kurullar/Kurumlar”, 2000’lerde ise Külliye içerisinde oluşturulan başkanlıklar ve danışmanlıklar tüm toplumun iktisadi ilişkilerine yön tayin ettiler ve etmektedirler. Sonuç ve sağlaması ortadadır: Borçlar arttı ve ağırlaştı. Sıcak para ekonomisi üretim zincirini kırdı, aracılı sistem tarlayı da pazarı da yaktı yıktı…
Peki kaybettiğimiz nerede arıyoruz, gerçeklerle yüzleşiyor muyuz?
Modern toplumun kurumlarının inşasında gerçekçi yenilenmelere, başarısı kanıtlanmış kurumların yeniden organizasyonuna ve kadim deneyimlerinin ileri taşınmasına bağlıdır.
Bu bağlamda, bir Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) dört bakanlığa, sekiz Fon’a, on altı Üst Kurul’a ve seksen sekiz bürokratik başkanlığa bedeldir!.. DPT eski işleviyle yeniden ve daha etkin şekilde ihya edilmelidir. Olanak varsa,TBMM’nde kesin hesap komisyonu idaresi de muhalefete verilmelidir. Unutmayalım nicelikten daha önemli olan niteliktir…
Merkez Bankasının İstanbul’a taşınmasını savunan çevreleri de hatırlarsınız.
Oysa TCMB, Ankara’da kalmalı; mali disiplin, enflasyonla mücadele, makro hedefler ve orta vadeli programın performansına devletten aldığı güç, Başkent’te konumlu olmanın getirdiği prestij ile katkı yapmalıdır. Yok değilse, bu Banka, kredi derecelendirme kuruluşları benzeri bir algıya neden olabilir. Böyle bir “hicretin” dünyada da pek örneği yoktur…
Merkez Bankası Ankara Kalesinde altın bir yapıdır, her taş kendi yerinde ağırdır!
Özcesi kısmen bir “göç” toplumu olsak da, adeta “göç(ebe) ekonomisi” uygulayamayız. Satarak, savarak, savuşarak, erteleyerek, öteleyerek, tüketerek, yabancılaştırarak hiçbir yere varamayız.
Şudur: Bankanızı, fabrikanızı, toprağınızı, yabancıya satıp, bir zamanlar işçisi, işvereni, çiftçisi olarak, 'üretimin efendisiyken', bir bakarsınız ki, "sistemin" kölesi haline gelirsiniz..
Satmaya değil kurmaya, yıkmaya değil yapmaya, kırmaya değil onarmaya ihtiyacımız vardır. Fabrikalar kale, bankalar sığınacak liman, toprak ve tarım emziren anadır…
Bu bilinç, ekmeğin, emeğin, bereketin, aklın ve ulusal varlığın teminatıdır.