Pazar günü ütopyası
Her ne kadar kıpkırmızı gözlerle bu satırları yazsam da, yine internet olayından kopamayacağım…
Sırada bir romanım ve gündemden kopmamak kaygısı olduğu sürece, gözlerim biraz daha rahatsızlık çekecek. Artık bilgisayarımı eskisine göre daha kısa sürelerde kullansam da yine gözlerim kızarıyor.
Her neyse, hastalık hastası olmaya gerek yok. Ne yapalım , başa gelen çekilirmiş…
Pazar günlerini çok seviyorum, uzunca bir süre ne televizyon izliyorum, ne bilgisayarımı açıyorum, ne de gazete okuyorum. Ne mi yapıyorum peki? Ördeğimi yıkıyorum, havuzunu temizliyorum, mamasını koyuyorum, kedimin işlerini yapıyorum, sonra ailemle birlikte güzel bir Pazar kahvaltısı yapıyorum.
Teknolojiden 1 gün bile olsa uzak kalmak iyi geliyor. Çünkü yavaş yavaş her yerimiz elektronik eşyalarla doluyor. Mesela;
Oğlum bana doğum günü hediyesi bir kalem almış, aynı zamanda da hem bilgisayar, hem kamera, hem ses kayıt cihazı ve daha pek çok şey.
Yalnız henüz tam olarak çözemedim, geleneksel deneme yanılma metodu kullanıyorum.
İnşallah yakında öğreneceğim.
Bu tüketim toplumu olmak, ne kadar bizi ilerletse ve daha entelektüel bir görünüme bürünüyor gözüksek de.
Sanki daha mutsuz ve tatminsiz oluyoruz.
Aldığımız her şey belli süreler sonunda eskiyor, modeller değişiyor, parçalar bozuluyor.
Yenisini almaya mecbur kalıyoruz.
Tabii paramız varsa.
Yoksa yamalı pantolon modeli kullanıyoruz.
Gece yattığımız zaman, ya elektronik eşyaların yaydığı titreşimleri, sesleri duyuyoruz, ya da buna benzer gürültüler.
Mesela ben hidroforun üzerinde uyuyorum.
Yani üst katında, doğal olarak su seviyesi düştüğünde, hidrofor büyük bir gürültü ile gümbürdüyor.
Oysa doğal yaşamın içinde olsaydık, bunu bir ütopya olarak düşünüyorum;
diyelim ki; çok yakınında ev olmayan bahçeli bir evde yaşasak, bahçesinde küçük bir kuyusu olsa, o su, dağlardan kopup gelen buzlu sulardan olsa ve içine sadece çiçek kokuları karışsa. Duyduğumuz tek su gürültüsü, kovanın kuyudan yukarı çıkarken , çıkarttığı gıcırtı olsa.
Biz onu, tahta bir kovayla yukarı çeksek, sonra tüm evin ihtiyacı, o tertemiz, billur gibi sudan olsa.
Yataklarımız , yastıklarımız kuş tüyünden , evde de hiç saat, bilgisayar, televizyon olmasa.
Sevdiklerimize mektup yazsak, kapıda onlardan gelecek mektupları beklesek.
Bahçemiz olsa, ve içine istediğimiz her şeyi eksek, kendi yiyeceğimizi onlarla hazırlasak. Tamamen ev yapımı…
Evimizde pişen taze ekmeğin kokusu, oda parfümünün yerini alsa, ekmek pişirsek, makarna, reçel hazırlasak, tavuklarımızın yumurtasını taze taze yesek.
Çocuklarımız ve kedilerimiz, köpekler ve kuzularımız beraber oynasa.
Gece olunca yıldızları seyretsek, gündüz güneşi selamlayıp, bahçede çalışsak, susayınca ağaçtan meyve koparıp, gölgede yesek.
Sadece sevdiğimiz insanlarla görüşsek, sadece sevdiğimiz işleri yapsak.
Kimsenin arkasından değil, yüzüne söylesek aklımızdan geçenleri.
Ama kalbini de kırmadan yapsak bunları.
Yüzde yüz kendimiz olsak, hatalarımızla, eksimizle, artımızla..
Hiç mükemmel olmaya çalışmasak, sadece olduğumuz gibi olsak.
Belki biraz daha az akıllı, biraz daha az güzel, hatta hiç makyajsız, bazen beceriksiz ve başarısız, o kadar kendimiz yani.
Anılarımızı saman kağıtlara yazsak, kendimize elbise diksek.
Kendi evimizin duvarlarını, imzalı resimler değil de, kendi yaptığımız, ya da sevdiklerimizin yapıp, bize hediye ettiği resimler süslese.
Midemiz hastalandığında nane limon kaynatsak, başka hastalıklarda da başka doğal ilaçlar bulsak.
Her şerde bir hayır olduğunu düşünsek, çok mu gerçeklerden uzak oluruz acaba?
Ya da böyle doğal olmamak daha mı iyi oldu acaba?