Orta-larda Bir Ülke
3 Kasım hem “ orada bir köy var uzakta “ hem de “ belki yarından da yakın “. Etraf kaos, medya toz duman ve her kafadan bir ses çıkmakta. Son bir kaç yılını, deprem, polisiye operasyonlar, ekonomik krizler ve kriz krizleri ile geçiren kitlelerin seçim konusunda kafaları iyice karışık. Kim yeni kim eski belli değil. Eskilerden hangisi yeniliği savunmakta, yenilerden hangisi eski kafalı, seçmen tarafından anlaşılmış değil.
Bundan önceki yazımda seçime giren partilerin konumunu anlamak için belkide en iyi kriter, partilerin globalleşmeye yaklaşımlarının ne olduğuna bakmak gerekir şeklinde bir öneride bulunmuştum. İzninizle bu konuyu biraz açmak istiyorum.
Öncelikle global ekonominin baş aktörü Amerika\'nın bu günlerde fazla rahat olmadığını gözlemekteyiz. Amerikan ekonomisi henüz düze çıkmış değil. Bünyesi zayıf olan ekonomi henüz halsiz ve kansız. Kendi durumu bu halde olan Amerika şu anda Türkiye’deki seçimlerle hiç ama hiç ilgilenmiyor. Türk medyasının sürekli olarak telaffuz ettiği birkaç çok aşina isim dışında ( emekli elçiler, askerler ve politikacılar ) Amerikan dış politikasının etkili mercileri Türkiye’deki seçimleri fazla ciddiye almış gözükmüyor. Gerek Derviş’in gerek diğer parti liderlerinin ABD’nin başkentine gidip gelerek Türkiye’yeki seçmene yönelik vermek istedikleri mesajlar sadece o işe yarıyor : Türkiye’de seçmene mesaj vermek. Bu ziyaretlerin bir başka yan ürünü de komplo teorilerine çok meraklı kalemşörlere bedava malzeme olması. Amerikan politik mekanizması şu anda bambaşka konulara kitlenmiş durumda. İç politikada ekonominin gidişatı, dış politikada terörizim konusunda ne gibi somut sonuçlar alınacağı gündemi işgal ediyor. Bu sonbahar Amerika’da yapılacak ara ve yerel seçimler de bu iki eksen üzerinde cereyan edecek gözükmekte.
Globalleşmeyi başlatan ancak bu konuda şu anda atak gözükmeyen Amerika istese de istemese de Türkiye dahil bir çok ülkeyi artık bu gerçekle karşı karşıya bırakmış durumda. Her ülkenin mutlaka kendine özgü şartları var. Fakat aynı zamanda global gerçekler de var. Amerika\'da arabaların tamponuna yapıştırılan stiker bu durumu özetliyor. “ Think global act local “ = “ Global düşün lokal davran “. İşte seçime koşan Türkiye’nin de önünde duran engeller hem yerel hem küresel. 3 Kasım seçimleri ve belkide kısa aralıklarla gelecek bir kaç erken seçiml, Türkiye’nin 21. yüzyılda kişiliğini bulması ve oluşturması sürecinin başlangıcı. Ortadoğu, Orta Asya ve Orta Avrupa çemberlerinin tam ortasında duran, ayrıca Akdeniz’den ılık Karadeniz’den serin rüzgarlar alan bu ülkenin rotası ne olacak ? Türk aydınının birazda abartılı sorumlulukla 200 küsür seneden beri cevabını aradığı soru tekrar karşımızda. Ancak bu sefer soru daha net biçimde sorulmakta.
Yeni dünya düzeninde devlet ve vatandaş ilişkisi yeniden şekillenmeye başlamış. İnsan hakları “ kutsal “ devlet anlayışını aşan bir kavram olarak belirlenmekte. İnsan hakları ile beraber ifade, inanç ve girimşim özgürlüğü ulusal devletin sınırlarını aşan bir karaktere bürünmüş bulunmakta. 350 sene önce Vestfalya antlaşması ile kabul edimiş ve bugüne kadar harfiyen uyulmuş ulusal devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi artık rafa kaldırılmış bulunmakta. ( Diplomatların ekmek kapısı kapanıyor mu acaba ? ). Bundan böyle “ efendim iç işlerimize hangi cüretle karışıyorsunuz “ hamasi edebiyat fazla prim yapmıyacak gözüküyor.
Dünyada bu gelişmeler olurken Türk seçmeninin karşısına çıkan partilere baktığımız zaman iki noktada turnasol testi görmekteyiz. Bunlardan birincisi AB üyeliği konusunda partilerin tutumu. Ve bu üyeliğe ne kadar inandıkları. Hatta üyelik şartlarını yerine getirmek için ne kadar samimi oldukları. İkinci test ise, IMF politikalarına karşı tutumlarının ne olduğu. Siyasi partilerin yelpazesi incelendiğinde bir çok partinin bu iki olgu karşısında tutumu net değil. Hatta, görüşleri kendi içinde tutarsız söylemler bol miktarda mevcut. Globalleşmede ekonomik blokların nasıl şekillendiği, AB’nin bu gruplar içinde ağırlığının ne olduğu. NATO ve benzeri güvenlik kurumlarının hayatta kalabilmek için nasıl bir kurumsal evrimden geçmeleri gerektiğinin seçimlere girecek partiler tarafından dikkatlice analiz edildiğini sanmıyorum, çünkü bugüne kadar bu konularda hiç bir parti başkanı bir şey söylemedi.
Tek tek parti bazında ele aldığımızda AK Parti AB ve IMF’ye karşı gözükmüyor. Eğer AK Parti içtenlikle bu iki olguyu destekliyor olsa da parti programlarında her iki olguyu analiz etmekdikleri açıkca belli oluyor. MHP ve DSP iktidarda özelleştirme konusunda sergiledikleri tutumları ile ulusal devletin belli aktifleri elden çıkarmasına karşı olduklarını ispat ettiler. Her iki partinin, siyasi yelpazenin sağında ve solunda yer almalarına karşın, partizanca tutumları Türk ekonomisinin global entegrasyonuna karşı çıkmakta. Global entegrasyona karşı olan bu iki partinin uygulamada AB konusunda ne kadar içten oldukları tartışılır. Merkez solda yer alan diğer parti CHP köklü bir devletçilik geleneğinden gelmekte. Bu partinin sendikalarla olan geleneksel ilişkisi, İş Bankası ortaklığı vasıtası ile kamu bankacılığının doğal müttefiki olması, zaten eşyanın tabiatına uygun olarak CHP’yi globalleşmenin karşıtı bir parti durumuna düşürmekte.
Yeni kurulan ve henüz kişiliğini tam olarak bulamamış iki parti, YTP ve Genç Parti çok daha ilginç acılımlara uzanabilir durumdalar. Cem-Özkan ikilisinin bir araya getirdikleri siyasi kokteyl hem metropol sermayesini hem de sosyal boyutlu kamu idaresini bir araya getirmeye çalışan ve globalleşmeye daha uygun alt yapı oluşturacak şansa sahip gözükmekte. Uzan’ın başını çektiği Genç Parti de ilginç söylemler içinde. Uzan’ın politikaya atılmasının kişisel nedenleri konusunda spekülasyonu bir kenara bırakırsak partinin politikasında ilginç motifler izlenmekte. Uzan’ın meydanlarda sürekli vurguladığı IMF karşıtı retorik, buram buram ulusal burjuva ve milli sermaye kokmakta. Ancak bu sermaye grubu metropol sermayesi ile beraber değil. En azından bu aşamada globalleşmeye karşı. Hatta globalleşmenin getireceği sermaye akımlarında kendisi dahil bütün yerli sermaye gruplarının yok olma tehlikesini sezinler havada. Merkez sağda geriye kalan iki parti, ANAP ve DYP oldukca zor durumda. Kurucusu Özal’ın sayesinde globalleşme rüzgarını ilk yakalayan parti olan ANAP erken start avantajını kaybetmiş durumda. ANAP siyasi parti olarak hayatta kalmak istiyorsa, 3 Kasım seçimlerini unutup, en kısa yoldan kendine yeni bir misyon seçmek zorunda. ANAP kuruluşundan bu yana değişen globalleşmenin röntgenini iyi çekip, yeni bir strateji ile küresel sorunlara çözüm arar hale gelirse tekrar merkez sağın lideri konumuna gelebilir. DYP’ye gelince muhalefette kalmanın verdiği avantajla fazla yıpranmamış olmasına rağmen, orta vadede globalleşme rüzgarından en büyük zararı görecek parti konumunda. DYP’nin oy deposu olan kırsal kesim globalleşme sürecinde tahrip olmaya devam edecek. DYP liderinin metropol sermayesine yakın durması ise sayısal açıdan fazla ağırlık taşımıyor. Bu durumda DYP’nin hayatta kalabilmesi aslında globalleşmeye karşı çıkması ile mümkün gözükmekte. Ancak DYP liderinin bunun farkında olmadığı görüşündeyim.
Diğer küçük partilere şu aşamada fazla bir yorum gerekmiyor.