Niçin yeni bir siyasi parti?

Güncelleme:

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: Niçin yeni bir siyasi parti?

Bu yazı ilk kez 19 Kasım 2021’de yayınlandı, daha sonra dört farklı medyada yer aldı. Hayati Mayıs 2023 seçimlerimden 1,5 yıl önce.

Yazıda savunulan görüşlerin, kolay kazanılabilecek hayati seçimlerin kaybedilmesinden sonra en az o günlerde olduğu kadar geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama tabii okuyucularımız kendi kararlarını verecek.

Hatırlatalım, o günlerde kimi muhalefet çevreleri tarafından “sembolik görevler yapacak bir Cumhurbaşkanı seçelim, ülkeyi Başbakan gibi görev yapacak Cumhurbaşkanı Yardımcıları yönetsin” şeklinde, ayakları hiç yere basmayan öneriler dillendiriliyordu.

——————

Muhalefet partilerinden üçünün oyu %10’un üzerinde. Güvenilir anketlerin sonuçlarına göre, ayrıca %1’den yüksek oya sahip dört parti var.

Yedi muhalefet partisinin toplam oyu %55-%60 arasında ve yükselme eğiliminde.

İki iktidar partisinin toplam oyu %40-%45 arasında ve düşüyor.

Aradaki fark 10 puanın üzerinde. Yönetme yeteneğini yitiren iktidar, bahar ayları geldiğinde muhtemelen daha gerilemiş olacak, fark açılacak.

Hiç kimse uçuk fantezilere kulak asmasın. Artık bu iktidarın sonu geldi ve ilk seçimlerde çok büyük olasılıkla değişecek.

Buna karşılık muhalefetin iki büyük sorunu aşması gerekiyor.

HDP’nin %11-%13 arasındaki oylarının kaçmasına veya dağılmasına yol açacak yanlışlardan kaçınmalı.

İkincisi, belirleyici Cumhurbaşkanlığı yarışına doğru adayla katılmalı.

Tayyip Erdoğan deneyimli ve kitlelerle rahat iletişim kurabilen bir siyasetçi.

Muhalefetin CB adayı, değişik seçmen topluluklarıyla etkili diyalog kurabilecek, onları ikna ederek oylarını alabilecek, Erdoğan gibi bir isimle seçim meydanlarında mücadele edip onu mağlup edebilecek güçlü birisi olmalı. Bu tanım bir siyasetçiyi ima eder.

Ama aynı zamanda kişisel hesaplara kapılmadan, çok sayıda muhalefet partisiyle güven temelinde işbirliğini yürütebilecek kadar deneyimli bir siyaset adamı gerekiyor.

“CB sembolik görevler yüklensin, ülkeyi Başbakan gibi görev yapacak CB Yardımcısı veya Yardımcıları yönetsin” yaklaşımı, kısa yoldan mağlubiyete gidişin formülü olabilir.

Muhalefetin CB adayı seçilirse arka plandaki başkaları tarafından yönetilecek görüntüsü, o adayı zor durumda bırakır.

HDP oylarının muhalefet cephesinde tutulması ve doğru CB adayının belirlenmesi muhalefetin önünde iki kritik sorun. Ama ikisinin de üstesinden gelmek mümkün.

Diğer taraftan, seçimleri kazanma ihtimali hayli yüksek olmasına rağmen, muhalefete dönük sorgulamalar ve kuşkular kamuoyunda yaygın.

Bunun en açık göstergelerinden biri anketlerde görünen %25 civarında kararsız seçmen. Ayrıca gönülsüz oy veren önemli bir kitle var.

Son dönemde çok sayıda yeni parti kurulması, bir ihtiyacın göstergesi olarak okunabilir. Yeni partilere rağmen değişik çevrelerde arayışlar devam ediyor.

Yeni ve eski çok sayıda muhalefet partisine rağmen, yeni bir oluşuma ihtiyaç var mı?

Varsa niçin?

*     *     *

Muhalefet ve iktidar partileri pek çok konuda ortak bir zemini paylaşıyor, birbirine benziyor.

Hepsi milliyetçi ve en milliyetçi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Hemen hepsi popülist. Popülist demagojiye karşı açık tavır alan yok.

Türkiye giderek Avrupa’dan uzaklaşıyor, ses eden yok.

Milliyetçi olmayan, popülizm yapmayan ve Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da görerek açıkça o doğrultuda tavır alan bir partiye ihtiyaç var.

– Milliyetçilik

Milliyetçiliğin ne kadar parçalayıcı sonuçlar doğurduğunu en iyi bilenlerin, bu topraklarda yaşayan insanlar olması gerekirdi.

Çünkü başka pek az yerde, o konuda daha zengin tarihi tecrübeler yaşandı. Düşünün ki, koca Osmanlı İmparatorluğunu yıkan milliyetçi akımlar oldu.

Osmanlı’nın karşılaştığı ilk milliyetçi kalkışma 1804 Sırp isyanıdır. Sayısız milliyetçi ayaklanmadan sonra 1800’ler bitip 1900’ların başına gelindiğinde İmparatorluğun çatırdadığı açıkça görülüyor, düşünen zihinler çıkış yolları arıyordu.

Yusuf Akçura’nın o günlerde kaleme aldığı ve 1904’de yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı uzun makalesi, pek çok tarihçiye göre Türkçülüğün manifestosudur.

Akçura’ya göre (İmparatorluğu kurtarmak için) mümkün olan üç siyaset tarzı vardı: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Her seçeneği tahlil eden Akçura’nın en uygun bulduğu, Türkçülük veya Türk milliyetçiliği idi.

Hemen işaret edelim, Akçura’nın üç seçeneğinin hepsi esasen Batı kökenli ideolojilere dayanır.

Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), 1. Meşrutiyet (1876) gibi 1800’lerin büyük reformlarının ruhu, Osmanlıcılık veya tüm halklara eşit haklar temelinde Osmanlı milleti yaratma arayışıydı.

Eskilerin 93 harbi dediği 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonunda İmparatorluk, Balkanlarda Ortodoks halkların yaşadığı geniş toprak parçaları kaybetti, Osmanlı milleti yaratma hayali büyük ölçüde çöktü. 1911-12 Balkan Savaşları, Osmanlıcılık tabutunun son çivilerini çaktı.

O arada 93 harbi bahanesiyle Meşrutiyet anayasasını rafa kaldıran Sultan II. Abdülhamid, İslamcılık yolunu denemeye başlamıştı.

1. Dünya Savaşı’yla (1914-18) Arap isyanları başladı. Bugünün Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin, Irak, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde Arapların yaşadığı tüm topraklar kaybedildi. İslamcılığın çözüm olmadığını acı tecrübeler gösterdi.

Yüzyıllardır beraber yaşadığı halkların ayaklanmasını ve milliyetçiliğini Osmanlı seçkinleri nasıl algıladı?

Bir ara kütüphanelerde, Osmanlı yönetici sınıfının Sırp, Bulgar, Rum vs. milliyetçi hareketlerini nasıl değerlendirdiğini anlatan kaynaklar aradım. Ayaklanan milliyetçileri harekete geçiren neydi, ne istiyorlardı?

Tek çalışma bulamadım.

Sivil ve asker seçkinlerimizin neredeyse 500 yıldır yönettikleri coğrafyada ortaya çıkan, mesela Sırp milliyetçiliği hakkında kayda değer bir tahlil ortaya koyamamış olması çarpıcıdır.

Ama “Balkanlarda eşkıyalık tarihi” gibi çalışmalar vardı. Eline silah alan isyancılar dağa çıkmış, eşkıyalığa başlamıştı. O günlerde henüz terörist kavramı pek kullanılmıyordu.

Osmanlıya göre neden, Batılı devletlerin tahrikleriydi. Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa muhatabı Lord Curzon’u, biz yüzyıllardır kardeş kardeş yaşıyorduk, siz tahriklerinizle huzurumuzu bozdunuz diye eleştirmişti.

Eşkıyalık bir asayiş olayıdır ve polisin işidir. Ama Osmanlı, milliyetçi ayaklanmaların üzerine yeniçeri ordularını gönderdi, ‘kökünü kazıma’ yöntemini benimsedi ve en sert şekilde bastırmayı tercih etti. Sertlik siyaseti genellikle tam tersi sonuçlar verdi. Milliyetçi yönü zayıf ayaklanmaların dahi kanlı şekilde bastırılması, keskin milliyetçi hareketlere dönüşmesine katkı yaptı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, milliyetçi olmaktan çok reformcu bir örgüt olarak kuruldu. II. Abdülhamit’in 1908’de devrilmesine önayak olduktan sonra tedricen gücünü konsolide eden İttihatçıların çizgisi hızla değişti; Osmanlının dağılmasına kadar (1918), tarihimizde Türk milliyetçiliğinin iktidardaki ilk örneğini oluşturdular. Mesela Ermeni tehciri bu döneme rastlar (1915).

İttihatçıların milliyetçiliği Cumhuriyet dönemi boyunca zaman içinde değişen ölçülerde ama kesintisiz devam etti, ayrıntılara burada giremeyiz.

Bugün yine şiddetli bir milliyetçilik fırtınası yaşıyoruz.

İktidar ve muhalefetteki partilerin hepsi milliyetçilik yarışı içinde.

Ancak iktidardakiler keskin milliyetçilik yaparsa, başkalarının da aynısını yapması için uygun ortam doğmuş, davetiye çıkarılmış olur.

Ülkenin beka sorununu en sık milliyetçi çevreler dile getiriyor. Çözümün daha sert milliyetçilik olduğunu düşünüyorlar.

Ama tarihin gösterdiği gibi, milliyetçilik beka sorununun çözümü değil, tam aksine genellikle parçalanmaya ve ayrışmaya giden yolu döşeyen ideolojidir.

Kendi tarihimizden pek ders almış değiliz.

Bugün eğer beka sorunu varsa, birinci nedeni milliyetçi çevrelerin estirdiği milliyetçilik fırtınasıdır.

1900’ların başında Yusuf Akçura’nın tahlilleri ve vardığı sonuçlar, o günlerin koşulları içinde değerlendirilmeli. Aradan neredeyse 120 geçti. 21. yüzyılda milliyetçiliğe ihtiyacımız yok.

Bu topraklarda yaşayan insanların vatanlarını sevmesi ve yaşadıkları ülkenin çıkarlarını savunması yeterli ve gerekli.

Onun adı vatanseverlik.

– Popülizm

Günümüzde siyasi tahlillerde en yaygın kullanılan kavramlardan biri olan popülizm, ideolojik içeriği zayıf bir dünya görüşüdür. O nedenle sağ veya sol dahil hemen her çizgide popülizm vardır.

Popülist anlayışa göre halkın bilinci ve tercihleri en yüksek sağduyu ve nihai doğruları temsil eder.

Demokrasi elbette halk iradesinin üstünlüğüne dayanan yönetim şeklidir.

Ama hitabette ve küfürlü söylemde ustalaşmış popülist siyasetçiler, iktidara gelmek veya iktidarlarını sürdürmek için demokratik işleyişi fütursuzca kötüye kullanır.

Tehlikeleri abartarak kitlelerin duygularını kamçılar, toplum içindeki farklılıkları ve önyargıları tahrik ederler. İktidar hırsına tutsak olmuş popülistler, ilkesiz ve ahlaksız bir şekilde, kitlelerin korkularını besleyen ateşe odun taşırlar.

Millet adına konuşmaya kendini tam yetkili gören popülist demagoglar, duyguları tahrik için her türlü yalanı ve çarpıtmayı kullanır. Genellikle gerçek sorunları tartışmaktan kaçar, akıl yerine duyguları ön plana çıkarırlar. Sık sık, ayrıntıları iyi tasarlamadan, hemen harekete geçmeyi önerirler.

Toplumda mevcut şiddet ve savaş eğilimlerini, bilgi eksikliğini, kabilecilik geleneklerini, ötekisine karşı beslenen nefret duygularını sonuna kadar sömürürler.

Popülistlerin millet kavramı gerçek ve kapsayıcı değildir; tasavvur edilmiş homojen bir cemaat algısı üzerine kuruludur. Bu yönleriyle milliyetçilere benzerler.

Bireyler yanlış yapabileceği veya yoldan çıkabileceği, ama tasavvur edilen milletin hiçbir koşulda yanılmayacağı varsayılır.

Türkiye’de popülizm rüzgarı son yıllarda şiddetini artırdı. İktidar kendini popülizme teslim etmiş görünüyor.

Muhalefet partilerimizin bir kısmı iktidarı taklit ediyor, bir kısmı cesaret edip tavır alamıyor. En kaba popülist uygulamalara karşı bile bazen sadece mahcup bir edayla birkaç söz edebiliyorlar.

Popülizmin lafebeliğine cesaretle karşı çıkacak yeni seslere ihtiyaç var.

– Türkiye’nin geleceği Avrupa’dır

Türkiye’nin geleceği Avrupa’dır, Avrupa içindedir. Bunun olmazsa olmaz gereği, Avrupa’nın temsil ettiği ortak değerleri içselleştirmek ve paylaşmaktır.

Türkiye’nin farklı bir yörüngeye girmesi, ağır risklerle dolu bir maceraya sürüklenmesi anlamına gelir.

Mevcut iktidar eşi görülmemiş bir koltuğu kaybetme korkusu içinde. Bugüne dek hiçbir iktidar partisi böylesine derin bir korkuya düşmedi.

Kısmen o korku, kısmen ideolojik saplantıları nedeniyle, son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerini sabote ve tahrip ettiler.

Ama muhalefetten ciddi bir itiraz gelmedi.

İktidarın beslediği medya devamlı Avrupa ve Batı düşmanlığı pompalıyor.

Tarihimizin bin yıllık yönelişi kesintisiz Avrupa’ya doğrudur.

Ama bin yıllık yönelişin siyaset sahnesinde artık yüksek sesli bir sözcüsü ve savunucusu yok.

Türkiye’nin geleceğinin Avrupa’da olduğunu açıkça söyleyecek ve siyaseten gereğini yapacak bir duruşa ihtiyaç var.

İma ettiğim, Avrupa Birliği üyeliğini istemenin ötesinde, daha geniş bir bakış açısı.

AB sadece özgün bir siyasi proje ve mevcut koşullarda AB üyeliğini talep etmek anlamlı değil. Türkiye önce kendi evinin içini düzeltmeli. O arada Brexit sonrasında AB’nin siyasi mimarisi belli olmalı.

İkinci olarak, Avrupa’yla ortak bir gelecek tasavvuru, Avrupa’nın veya Batı’nın özellikle bölgemizde izlediği yanlış siyasetleri görmezden gelmek anlamı taşımaz. Aksine, Avrupalı Türkiye’nin o konulardaki eleştirileri daha etkili olacaktır.

Yeni bir parti ihtiyacını tanımlamaya çalışırken merkez sağ, merkez sol, merkez gibi kavramları kullanmadım.

Çünkü gerçek ihtiyaç; milliyetçi olmayan, cesaretle popülizme karşı tavır alan ve geleceğimizi Avrupa içinde görerek siyaseten gereğini yapan yeni bir oluşum.

Böyle bir oluşum siyasetin sağlıksız havasını önemli ölçüde değiştirebilir ve iyileştirebilir.