Niçin Avrupa Birliği?
Geçtiğimiz hafta 6 Ekim Salı günü Avrupa Birliği (AB), yıllık Türkiye 2020 raporunu açıkladı. Bir dönem Türkiye – AB Ortak Parlamento Komisyonu’nda Başkanvekili olarak görev yaptım; tüm aday ülkeler için açıklanan yıllık AB raporlarını uzun süredir olabildiğince yakından izlemeye çalışıyorum.
Bilebildiğim kadar, Türkiye 2020 raporu aday ülkeler için bütün zamanlar boyunca yayınlaşmış en olumsuz rapor. Özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel haklar ve yargı bağımsızlığı alanlarında AKP iktidarının son yıllarda ülkeyi sürüklediği vahim konum nedeniyle, Türkiye’nin AB üyeliği artık sadece kağıt üstünde var.
115 sayfalık raporda, üç yıla yakın bir süredir hiçbir hukuki kanıt olmadan, hukuk devletinde kabulü mümkün olmayan iddialar ve uygulamalarla hapiste tutulan Osman Kavala’nın adı tam sekiz kez geçiyor. Öyle görülüyor ki Osman Kavala, AKP yönetiminin temel hak ve özgürlükleri fütursuzca ayakaltına alan keyfi uygulamaları için bir simgeye dönüşmüş durumda.
Bir kez daha görülüyor ki, bu en temel değerler hakkında AKP sözcülerinin verdiği kendini öven sözlerini, tüm dünyada olduğu gibi AB içinde de ciddiye alan yok. AKP iktidarı, AB tarihinin en başarısız üyelik örneğinin sorumluluğunu taşıyor.
AKP’nin tarihi başarısızlığı, bizzat kendi sözleriyle de gün gibi ortada. Başbakanları ve dışişleri bakanları dahil en yetkili sözcüleri, AB üyeliğinin “birinci stratejik öncelikleri” olduğunu defalarca açıkladı. AKP’nin kendi belirlediği birinci stratejik önceliğinde elde ettiği sonuç, örneği görülmemiş bir hezimet.
Diğer altı aday ülke Balkanlardaki komşularımız Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Bosna, Kosova ve Arnavutluk. AB yetkilileri, Sırbistan ve Karadağ’ın 2025’te üye olmasını beklediklerini açıklandı. Hiç kuşkusuz bunu diğerleri izleyecek. Türkiye’nin 2005’te başladığı üyelik müzakerelerine, Karadağ bizden yıllar sonra 2012’de, Sırbistan 2013’de başlamıştı.
Bu arada AB, altı üye adayı Balkan ülkesi için kapsamlı bir Ekonomi ve Yatırım Planı uygulanacağını açıkladı. Plan, bölgenin uzun vadeli gelişmesine, yeşil ve dijital entegrasyona katkı sağlayacak yatırımları kapsıyor. İfade edilen amaç Balkan ülkelerini ‘yatırımcılar için dünyanın en cazip bölgelerinden biri’ yapmak.
Buna karşılık AB’nin temel değerleriyle bağdaşmayan bir çizgiye sürüklenen Türkiye’ye sağlanan üyelik öncesi karşılıksız ekonomik desteğin azaltılması ve Avrupa Yatırım Bankası’nın özellikle kamuya verdiği kredilerin gözden geçirilmesi kararı alındı, muhtemelen o da azaltılacak.
Adı geçen Balkan ülkelerine kıyasla Türkiye’nin AB üyeliği açısından ciddi avantajları vardı. Piyasa ekonomisinin gelişmişliği ve işleyişi, ekonomik rekabet gücü, hem küresel ölçekte rekabet edebilecek büyük şirketlere hem çok sayıda dinamik KOBİ’ye sahip olması, köklü girişimcilik geleneği, küresel ölçekte kaliteli hizmet verebilen bankacılık ve finans sektörü Türkiye’nin ilk akla gelen avantajları arasındaydı. Kötü yönetim altında şimdi bu avantajları da yavaş yavaş yitiriyor.
Bir başka makalede Türkiye’nin ve AB adayı altı Balkan ülkesinin kişi başına gelir düzeyindeki değişimi ele almıştım. O çalışmada görüldüğü gibi, mevcut gidiş devam ederse, Balkan komşularımızın hepsi en çok 2-3 yıl içinde kişi başı gelirde bizi geçecek ve Türk halkı tüm Avrupa’nın en fakiri olacak.
Ama daha üzücü olan demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları standartları açısından Türkiye’nin, yakın zamana kadar Sovyet sistemi içinde yer almış ve şiddetli iç savaş yaşamış bu ülkelerin daha şimdiden hayli gerisine düşmüş olması. Ne kadar hazin!
Eşi görülmemiş bu başarısızlığın birinci derecedeki siyasi sorumlusu AKP içindeki bir veya birkaç kişi değil. Göz önündeki açık ve vahim gidişi hiç ses etmeden içine sindiren bütün üst düzey partili siyasi kadrolar.
Hemen işaret edelim, mevcut hezimeti açıklamak için “Ama AB de bize karşı çok hata yaptı” savunmasının hiçbir inandırıcılığı yok. Evet, AB içinde Türkiye’nin üyeliğini istemeyen ve Türkiye’ye karşı olumsuz tavır içinde bulunan bir kesim hep oldu; ama şimdi gelinen sonuç tamamen AKP iktidarının demokrasi ve hukuk devletiyle asla bağdaşmayan siyasetinin sonucu.
Üstelik AKP bu siyasetiyle, AB içinde “Türkiye asla demokrasiyi beceremez” gerekçesiyle üyeliğine karşı çıkan çevreleri haklı çıkardı ve onların Türkiye karşıtı karanlık önyargılarına eşsiz bir hediye sundu.
Bu mu milliyetçi siyaset?
AB üyeliği Türkiye’nin hayati çıkarları için büyük önem taşıyor.
Demokrasi, hukuk devleti ve temel hakların güvenceye alınması açısından AB üyeliği Türkiye için önde gelen bir güvence.
AB Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı ve Türkiye’de en çok yabancı sermaye yatırımı yapan bölge. Ekonomik olarak entegre olabileceğimiz daha iyi bir seçenek yok.
Yıllardır sayısız kez ifade ettim, AB üyeliği aynı zamanda hayati öneme sahip Kürt sorununu barış ve ülke bütünlüğü içinde çözüm yoluna koymanın en garantili yolu. Kürtlerin baskın çoğunluğu AB üyesi bir Türkiye’den ayrılmayı asla istemeyecektir.
Nihayet Türkiye’nin stratejik çıkarları da AB’yle güçlü ilişkiler gerektiriyor. Kıbrıs sorunu, Yunanistan’la Ege’de çok sayıda anlaşmazlık konusu ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının belirlenmesi yılardır önümüzde duran öncelikli başlıklar arasında.
AB üyeliği veya güçlü ilişkiler, bu ihtilaflarda Türkiye’nin haklarını etkili bir şekilde savunmasını kolaylaştırır. Nitekim son açıklanan AB raporunda Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinin dip yapmasının sonuçları açıkça görülüyor. Yunanistan ve Kıbrıs’ın dahil olduğu tüm ihtilaflarda, peşinen bu iki ülkenin haklı, Türkiye’nin haksız ve ihlalci taraf olduğu önyargısı üzerine kurulu ifadelerin raporda yaygın şekilde yer alması endişe verici.
AKP yönetiminin izlediği hesapsız politikalar nedeniyle Türkiye Ortadoğu ve Arap dünyasında neredeyse topyekûn bir tecrit içine düştü. Şimdi AB ilişkilerinin de hayli zayıf bir noktaya gelmesi, Türkiye’nin çıkarları açısından önümüzdeki dönemde ağır riskler içeriyor.
İlgilenen okuyucular için AB raporundan yaptığım geniş bir alıntı demetini aşağıda sunuyorum. Alıntıların arasına Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarıyla ilgili kısımları katmadım.
AB Türkiye Raporu
Brüksel, 2020
Giriş
Mevcut koşullarda Türkiye’nin üyelik müzakereleri tamamen durma noktasına gelmiştir. Gümrük Birliği’nin güncellenmesine (modernleşmesine) dönük herhangi bir çalışma öngörülmüyor.
Türk hükümetinin AB üyelik amacına bağlı kaldığına dair defalarca verdiği taahhütlerinin yerine getirilmesini sağlayacak gerekli önlemler alınmadı ve reformlar yapılmadı. Demokrasi, hukuk devleti, temel haklar ve yargı bağımsızlığı konularında süregelen çürüyüş nedeniyle AB’nin ifade ettiği ciddi endişeler dikkate alınmadı, hatta bazılarında daha da kötüye gidiş yaşandı.
Demokratik kurumların işleyişi
Olağanüstü hal dönemindeki kanun hükmünde kararnamelerden olumsuz etkilenen kişilerin, özellikle devlet memurlarının ve tasfiye edilen yasal kuruluşların, adalete erişim imkanları sınırlı kalmaya devam etti.
Anayasada ve uluslararası taahhütler arasında yer almasına rağmen, değişik kanuni mevzuat serbest toplantı yapma ve ifade özgürlüğü dahil temel hak ve özgürlüklerin tam olarak kullanılmasını hâlâ engelliyor.
Başkanlık sistemi ve seçimler
Venedik Komisyonu’nun 2017’de demokratik ilkeler doğrultusunda sunduğu tavsiyeler dikkate alınarak, Cumhurbaşkanlığı Başkanlık sistemi, yapısı ve işleyişi hâlâ gözden geçirilmedi. Anayasa; yürütme, yasama ve yargı arasında sağlıklı ve etkili bir güçler ayrımını güvence altına almaksızın, Cumhurbaşkanlığına aşırı derecede merkezi yetkiler sağlamaya devam ediyor.
Etkili denetim ve denge bulunmadığı için, yürütme erkinin demokratik hesap verme sorumluluğu çok sınırlı kalıyor. Bu koşullar altında demokratik standartlara, hukuk devletine ve temel özgürlüklere saygı gerilemeye devam ediyor.
31 Mart 2019’de yapılan yerel seçimler karışık bir görüntü ortaya çıkardı. Avrupa Konseyi’nin Ekim 2019’da yayınlanan gözlem raporunda, oy verme işlemlerinin düzgün yapıldığı, tatmin edici şekilde yönetildiği ve dikkat çekici yüksek bir katılım oranı olduğu ifade edilmekle beraber, gerçek bir demokrasi için gerekli, Avrupa değerleri ve ilkeleriyle uyumlu özgür ve adil bir seçim ortamının bulunduğuna tamamen ikna olunmadı. Yenilenen İstanbul seçimlerinde, hükümete bağlı devlet ve özel medyanın aşırı ölçüde yer vermesi nedeniyle iktidardaki AKP büyük ölçüde avantaj elde etti.
Venedik Komisyonu Haziran 2020’deki değerlendirmesinde, YSK kararıyla 6 HDP adayına seçimi kazanmış olmasına rağmen mazbata verilmemesini, onun yerine ikinci sıradaki AKP adaylarının seçimi kazanmış ilan edilmesini uluslararası normlara ve kurallara uygun bulmadı ve düzeltmesi gerektiğini belirtti. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması, makamın terörist faaliyetlere destek amacıyla kötüye kullanılmasını önlemek için istisnai durumlarda haklı görülse bile, tekrar seçim yapmadan seçilmiş kişilerin yerine seçilmemiş kişilerin atanması, aynı gerekçeyle haklı görülemez.
Meclis
Muhalefetin, özellikle de ikinci büyük muhalefet partisi HDP’nin önemsiz kılınmasına (marginalization) ısrarla devam edildi. İki eski eş başkan Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile yedi seçilmiş HDP milletvekili hâlâ hapiste tutuluyor.
Seçilmiş vekillerin meclis dışındaki ifade özgürlüğünü sınırlayan milletvekili dokunulmazlık sistemindeki kusurları düzelme gayreti olmadı.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, meclisin yürütme üzerindeki denetimi çok sınırlı kalmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri meclis görüşmesi ve denetimi dışında tutuluyor. Meclis üyeleri sözlü soru sorma hakkına sahip değil.
İdare
Özellikle üst düzey kamu görevleri için devam eden siyasi atamalarla ve aranan mesleki liyakat koşullarının düşürülmesiyle, teknik makamlar için dahi kamu hizmetleri siyasallaştırıldı.
Mevcut yasal çerçeve, bağımsız düzenleyici kurumların siyasi müdahalelerden korunması için sadece sınırlı bir koruma sağlıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde pek çok düzenleyici kurum doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlandı. Bu raporlama döneminde Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası Başkanını görevden aldı, böylece Cumhurbaşkanı’nın yönetimi altında hızlı bir faiz indirimi politikasının yolu açıldı.
Yerel yönetimler
Muhalefetteki CHP’nin İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun sosyal medya mesajları nedeniyle beş ayrı davadan toplam 10 yıla yakın hapis cezası alması ve kararın istinkaf mahkemesi tarafından onaylanması önemli endişeler doğurdu.
Güneydoğu’daki gelişmeler, 31 Mart 2019 seçimlerinin demokratik süreç sonuçlarının sorgulanmasına yol açtı. Merkezi hükümet, Güneydoğu’da demokratik şekilde seçilmiş 47 Belediye Başkanını, genellikle terör örgütleriyle ilişkili oldukları iddiasıyla, görevden aldı. Diyarbakır, Van, Mardin Belediye Başkanları dahil hepsi HDP’den seçilmişti. Ancak adaylık öncesi güvenlik araştırmasından geçmiş olmaları, görevden alınmalarını daha bile az haklı kılıyor. Mardin Belediye Başkanı Şubat 2020’de beraat etmiş olmasına rağmen göreve iade edilmedi.
Merkezden tayin edilen Kayyumlar, belediye meclislerini askıya aldı. Yüzlerce yerel siyasetçi ve seçilmiş görevli, binlerce parti üyesi, terörizmle ilgili suçlamalar nedeniyle gözaltına alındı. İddianame yokluğunda, bu önlemler demokrasinin temel ilkelerine aykırı olup Türkiye’deki seçmenleri yerel düzeyde temsil hakkından mahrum bırakıyor ve yerel demokrasiyi tahrip ediyor.
Venedik Komisyonu’na göre seçmenlerin tercihine saygı, görevden alınan başkanların iade edilmesiyle veya yeni başkanları belediye meclisinin seçmesiyle veya yeniden seçim yapılmasıyla sağlanabilir.
İçişleri Bakanı’nın seçilmiş yerel yönetim görevlileri üzerindeki vesayet yetkisi, Türkiye’nin uymayı taahhüt ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’na uygun biçimde değiştirilmedi.
Sivil toplum
Sivil toplum kuruluşlarının içinde bulunduğu ortam ciddi ölçüde gerilemeye devam etti. Özellikle insan hakları savunucuları dahil çok sayıda aktivistin tutuklanmasıyla, sivil toplum sürekli baskı altında kaldı.
Gezi davası ve Osman Kavala’nın devam eden yargılama öncesi tutukluluk durumu caydırıcı etkiler doğurdu.
Kamuoyu önünde küçük düşürmeler (stigmatization) ve sürekli olarak gösterilerin veya benzer toplantıların yasaklanması, temel haklar ve özgürlükler için çalışan kuruluşlara kalan alanı daha da daralttı.
İnsan hakları alanında çalışan ve olağanüstü hal sırasında kapatılan kuruluşlara, müsadere edilmiş varlıklarıyla ilgili yasal bir çözüm yolu hâlâ gösterilmedi.
Önde gelen insan hakları savunucusu Osman Kavala’nın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tahliye kararına rağmen Kasım 2017’den beri tutuklu kalması derin endişe kaynağıdır.
Bazı medya birimlerinde bu aktivistlerden bir bölümünün, bağış veren uluslararası kuruluşlardan parasal destek aldığı benzeri nedenlerle suçlu gösterilmesi rahatsızlık nedeni olamaya devam ediyor. Kamu görevlileri tarafından sürdürülen karalayıcı söylem, adil yargılanma ilkesini ve masumiyet karinesini gölgeliyor. Başta külfetli idari usuller, sık sık yürütülen teftişler ve uygulanan para cezaları dahil, sivil topluma ve örgütlenme özgürlüğüne dönük diğer engellemeler devam ediyor.
Güvenlik kuvvetlerinin sivil denetimi
Cumhurbaşkanlığı sistemi altında güvenlik güçlerinin sivil denetimi artarken, güvenlik ve istihbarat hizmetleriyle ilgili yasal ve kurumsal çerçeve değişmedi.
Ancak asker, polis ve istihbarat hizmetlerinin şeffaflığı ve meclise karşı hesap verebilirliği sınırlı kalmaya devam etti. Güvenlik güçlerine dönük insan hakları ihlalleri ve orantısız kuvvet kullanma iddiaları hakkında yapılan idari ve adli soruşturmaların performansı zayıf kalmaya devam etti.
Doğu ve Güneydoğu’da durum
Güneydoğu’da durum çok endişe edici olmaya devam etti.
PKK, AB’nin terörizme karışmış kişi, grup ve kuruluşlar listesinde hâlâ yer alıyor.
Hükümet terörizmle mücadele için meşru haklara sahiptir; ama bu mücadelenin hukuk devleti, insan hakları ve temel özgürlükler çerçevesinde yapılması büyük önem taşır.
Barışçı ve süründürülebilir çözüm bulma konusunda güven verici bir siyasi sürece yeniden başlanması için gelişme olmadı.
PKK’nın insan ölümlerine yol açan şiddete dayalı terör saldırıları devam etti. AB bu saldırıları kesin şekilde mahkum etti ve kurbanların aileleriyle dayanışma içinde olduğunu bildirdi.
Çocuklarının zorla kaçırılıp PKK saflarında yer almaya zorlandığını iddia eden ve HDP’nin çocukları bulmasını talep eden Kürt analar, HDP’nin Diyarbakır binası önünde oturma eylemleri yaptı.
İl valileri kırsal kesimlerde sık sık askeri güvenlik bölgeleri ilan etti. Diyarbakır’ın Sur ilçesi içinde altı bölgedeki sokağa çıkma yasağı Aralık 2015’den bu yana devam ediyor. Venedik Komisyonu’nun sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili Haziran 2016 tarihli tavsiyeleri henüz uygulanmadı. Cizre gibi ilçelerde 2015’teki sokağa çıkma yasağı ve güvenlik güçleri operasyonları sırasında ölen sivillerle ilgili soruşturma ilerlemedi.
İnsan hakları kuruluşları ve muhalefet partileri, hapishaneler ile polis ve jandarma mekanlarında meydana gelen işkence iddiaları, kötü muamele, keyfi tutuklamalar ve usul hakları ihlalleri dahil ciddi insan hakları ihlalleriyle ilgili bildirimlerde bulunmaya devam etti.
Doğu ve Güneydoğu il valileri, tüm gösteri yürüyüşleri ve olaylarla ilgili, sık sık ve topyekun yasaklar ilan etti. Terörizmle mücadelenin çok geniş yorumlanması ve Kürt sorunu üstüne çalışan gazetecilerin, baroların, insan hakları savunucularının haklarına getirilen ve giderek artan sınırlandırmalar defalarca ifade edilen ve yükselen endişe kaynağı konular arasındadır. Diğer derneklerin ve Kürt dilinde yayın yapan medyanın büyük kısmı kapalı kalmaya devam etti.
Doğu ve Güneydoğu’da terörizm suçlaması nedeniyle, çok sayıda seçilmiş temsilci ve belediye başkanı, belediye meclisi üyesi, belediye yöneticisine dönük yeni gözaltına almalar ve tutuklamalar oldu. Mart 2019 yerel seçimlerinde HDP’nin kazandığı 65 belediyeden 47’sinde, İçişleri Bakanlığı seçilmiş Belediye Başkanı yerine Kayyum tayin etti. Haziran 2020 itibariyle, görevden alınan Belediye Başkanlarından 30’u tutuklandı ve 18’i hapishanede bulunuyor.
Hükümet ayrıca sadece 2019’da 68 HDP’li belediye meclisi üyesini görevden aldı ve bunların 15’i tutuklandı. Sadece büyükşehir belediyelerinde 214 seçilmiş meclis üyesi görevden alındı. Sadece 2019’da 1870 kadar HDP üyesi tutuklandı, 216’sı mahkum edildi. Bu görevden almalar ve tutuklamalar siyasi ortamda, sivil toplumda ve uluslararası toplumda tepkilere yol açtı.
Kayıp kişiler, ölülerin kitle mezarlarından çıkarılması veya güvenlik güçleri tarafından yapılan yargısız infaz iddiaların bağımsız soruşturulması için hâlâ kapsamlı ve tutarlı bir yaklaşım ortaya koyulmadı.
Zorla adam kaçırma, adam öldürme ve yargısız infaz suçlamalarıyla Kızıltepe JİTEM davasında yargılanan tüm askeri görevliler ve köy korucuları, Eylül 2019’da davanın 20 yıllık zaman aşımına girmesi nedeniyle beraat etti. Ancak, Birleşmiş Milletler Zorla Adam Kaçırma Çalışma Grubu (WGEID) değerlendirmesine göre, zorla adam kaçırma fiilleri zaman aşımına tabii değildir ve o nedenle dokunulmazlık kazanılmasına karşı garanti sağlar. Yargısız ve keyfi infazlar hakkında kovuşturma yapılmayışının üzerine gidilmesini öneren Birleşmiş Milletler Özel Raportörünün 2015’teki tavsiyeleri hakkında bir şey yapılmadı. Köy korucuları sistemi hâlâ devam ediyor.
Hukuk devleti ve insan hakları
AB’nin kurucu temel değerleri hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıyı içerir.
Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden bu yana ciddi geriye gidiş devam ediyor.
Türkiye daha önceki Komisyon raporlarında yer alan tavsiyeleri uygulamadı.
Bu tavsiyeler, başta yargının bağımsızlığına ilişkin sistematik eksikler ve insan hakları olmak üzere, hâlâ geçerlidir.
Olağanüstü hal döneminden bu yana hakim ve savcıların geniş ölçekli işten çıkarılması ve yeni işe alımların, çok hızlı usullerle şeffaf olmayan seçme süreçleri içinde yapılamasının olumsuz etkileri, yargının etkinliği ve profesyonelliği üzerinde ağır basmaya devam etti. Hakim ve savcılar üzerindeki siyasi baskılar, yargının bağımsızlığı ve toplam kalitesi üzerinde çok önemli bir olumsuz etki olmaya devam ediyor.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını ve üye seçim sürecini değiştirerek bağımsızlığını artırmayı hedefleyen hiçbir adım atılmadı. Hakimlerin ve savcıların işe alımında tarafsız, liyakat esaslı, kapsayıcı ve önceden belirlenmiş ölçütlerin bulunmamasıyla ilgili endişeler kalıcı şekilde sürüyor.
Yolsuzlukla mücadele
Türkiye, Birleşmiş Milletler Yolsuzlukla Mücadele Anlaşmasını imzalamış olmasına rağmen, yolsuzlukla mücadelede önleyici kurumları oluşturmadı. Yolsuzlukla mücadelede pek çok alanda mevcut yasal boşluklar hâlâ devam ediyor. Kamu kurumlarının hesap verebilirliği ve şeffaflığı iyileşmelidir. Yolsuzlukla mücadele stratejisinin ve bir eylem planının bulunmaması, yolsuzlukla kararlı bir mücadele için gerekli iradenin olmadığını gösteriyor.
Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadele Grubu Devletleri (GRECO) tavsiyelerinin çoğu yerine getirilmedi. Sonuçta, yolsuzluk çok yaygın ve endişe konusu olmaya devam ediyor.
Bu yazı, ilk olarak Haluk Özdalga’nın kişisel blog’unda ( www.halukozdalga.com ) yayımlanmıştır.