Nereden nereye?
Her insanın bir dar ve bir de geniş çevresi içinde beliren, biçimlenen bir hikayesi vardır.
Bu öykü –başkalarıyla benzerlikler içerse de- özde ‘parmak izi’ gibi özgüldür.
Toplum-insan ilişkisi belirleyicidir, insan, yaptıkları kadar yapamadıklarının toplamıdır.
Sanırım herkes için, yaşadığı an’ kadar yaşanmış anlar (anılar) da önemlidir…
Gerçekte bu anıların arka planında yalnız bireysel değil toplumsal bir öykü de vardır.
Tıpkı benimki gibi… Yıllar yılı öncesi idi, ortaokul çağlarım…
Rahmetli dedem Reyhan Gökmenoğlu’nun kardeşlerinin (büyük amcalarımdan birinin) evine, Beyşehir’e giderdik, bayramda seyranda…
Genellikle rahmetli Nazım amcamın evinde kalırdık. Rahmetli Havva ana yemekleri organize ederdi.
Annemin amca oğulları, yeğenler, kuzenler, hayatta olan büyükler ve bizler; çocuklar…
Tertemiz bir doğa, mis gibi bir hava, pırıl pırıl bir göl, beri yanda çiçekler, kuşlar, dallarda meyveler…
Çoğu iki katlı ahşap evler; kışlık sahanlıklar, kaymak gibi nevresimler, yer yatakları ve de illa ki sobalar!
Hey gidi o günler: Herkes birbirini ismen tanır, büyüklere saygı, küçüklere sevgide kusur edilmezdi.
Beyşehir bizim için “Dünya’nın merkezi” idi…
Öyle ya! Dünyanın merkezinde neresi var: Türkiye!
Türkiye’nin ortasında nere var? Konya!
Konya’nın merkezinde neresi var? Beyşehir.
Beyşehir’in ortasında ne var: Beyşehir gölü…
Ülkemizin en büyük göllerinden birinden büyük amcamın evine koşu yarışı yapardık.
Ağabeylerimiz "küçüklerini biraz kayırsa da" aralarından biri mutlaka birinci gelirdi.
Biz, daha küçükler, var gücümüzle koşardık; sonuçtan çok “ yarışı tamamlamak” esastı.
Zaten herkesin ödülü aynı idi: dalından taze meyveleri koparıp, yemek!
Yadiğar abi, Gürkan abi, Sabri abi, Yavuz abi, Hacı amcamın oğulları hep beraberdik..
Doğaya saygılı, insana sevgili olunan günlerdi…
Yaradan’dan ötürü yaratılanı gerçekten sever; kimseyi ayırmaz, tevazu içinde bir dayanışmayla yaşardık bayramları…
O arada, tüm canlıları ve bütün canlılığı ile tabiatı esirger, gözümüz gibi bakardık nimetlerine..
Bu yaşadıklarımız, o tatlı rekabet, o sıcak atmosfer, hayatlarımıza da ışık tuttu.
Ve siyah-beyaz televizyon günleri idi…
Hiç unutmam, Milli Takımımızın S.İrlanda ile futbol maçı var.
Gölden başladık yarışa, maça saatinde yetişmek gerek!
Yetiştik!
“Abi şu televizyonun antenine bi bakar mısın?”
Neden?
Çünkü, ‘karlı yayın’ iki de bir kesiliyordu. Raşit abi ne yapsın?
Benim aklımdaysa bin bir soru…
(Türkiye, İrlanda’dan büyük mü? Büyük. O halde neden bizde yeşil sahalar yok, spor akademileri yetersiz, okullar ile kulüplerin bağı kopuk? vesaire vs…)
Yine de yenmeliyiz! Rakip sahada da olsak, en azından berabere kalmalıyız falan...
Şimdilerde futbol akademilerimiz, her mahallede halı, her semtte çim sahalarımız giderek artmakta…
Fakat, manevi değerleri kısmen cendereye almış bir maddi zenginleşme de söz konusu.
Türkiye hızla kalkınmalı, ancak insan tabiatına yaraşır değerleri asla ihmal etmeden ve tabiatı tahrip etmeden, planlı, düzenli, hakkaniyete uygun şekilde gelişmelidir.
Daha güzel ve anlamlı yaşanılan ömürler, insanın toplumuna en faydalı olduğu alanlarda katkı vermesine, toplumun da o insana hak ettiği değeri vermesine bağlıdır.
Bunu, başarabiliriz…
Beyşehir’den anılarım kendi özelimde bana hem duygusallık hem de azim veriyor.
Şimdiden herkese mutlu bayramlar diliyor, selam, sevgi ve saygılar sunuyorum.