Medya ve muhalefet krizi bir arada

Güncelleme:

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: Medya ve muhalefet krizi bir arada

Türkiye’nin modern bir demokrasiye ulaşabilmesi için, medyanın ve muhalefetin yenilenerek yaşadıkları krizi aşması gerekiyor.

Birbiriyle yakından ilişkili ve zor iki sorunun da kolay çözümü yok.

Medya krizi; bağımsız, tarafsız ve eleştirel medyanın neredeyse yok denecek kadar zayıf olmasından kaynaklanıyor.

Değişik siyasi merkezlere ve ekonomik çıkar çevrelerine göbeğinden bağlı, ideolojik saplantılarla hareket etmeyen ve her konuya eleştirel yaklaşabilen bir medyaya sahip değiliz.

Bağımsız ve tarafsız olmayan medyanın sorgulayıcı ve eleştirel olabilmesi zaten pek olası değil.

Amerikalı gazeteci Walter Lippmann (1889-1974), medyada ‘eleştirel düşünce’ ile demokrasi arasındaki bağlantıyı ayrıntılı şekilde inceleyen ilk düşünürlerden biri.  Medya için kendi geliştirdiği ‘sterotip’ kavramının; sözde-ortam (pseudo-environment) yani sahte bir düşünce ortamı yaratarak, demokrasiyi nasıl tahrip ettiğini irdeler.

Lipmann’ın ‘sterotip’ dediği; tarafsız ve eleştirel yaklaşımdan uzaklaşan medyanın olayları basite indirgemesi, basma kalıp düşüncelerin, sloganların ve şablonculuğun öne çıkmasıdır. Medyanın yarattığı bu sahte düşünce ortamının, siyasetin olgulardan kopuk bir dünyada yaşamasına yol açtığını anlatır.

Bozulmayı başlatan, koşulsuz itaat ve her türlü farklı görüşü dışlama temelinde, karanlık yöntemlerle ‘yandaş medya’ yaratan AKP iktidarının kötücül müdahaleleri oldu.

Ama muhalefet medyasının artık iktidar medyasından pek farkı kalmadı. Kendi tek görüşünü dayatıyor, farklı olanı gözünü kırpmadan dışlıyor.

Muhalif medyamızın büyük çoğunluğu gazeteciliği unuttu; siyasete ayar vermeye, siyasi eylemciliğe veya birilerinin militanı olmaya soyundu. Adeta başkalaşım geçirdi, içi ve işlevi boşaldı.

Lipmann’ın kavramlarını kullanarak; son seçim sürecinde muhalefet medyası, sorgulayıcı ve eleştirel gazeteciliği neredeyse tamamen terk ederek nasıl demokrasinin tahribine yol açtı, anlamaya çalışalım.

Siyasetin olgulardan kopuk sahte bir düşünce ortamına sürüklenmesine nasıl katkı yaptı, görelim.

*     *     *

Muhalefet açısından seçim sürecinin ilk aşaması, Şubat 22’de ilk 6’lı Masa toplantısından Kılıçdaroğlu’nun konumunun kesinleştiği 6 Mart 23’e kadar, 13 aylık hazırlık ve aday belirleme süreci idi.

Sağlıklı bir işleyişin nasıl olması gerektiği açıktı. İlkeler belirlenmeli, o ilkelere uygun adaylar şeffaf şekilde tartışılmalı, seçmen tercihleri dikkate alınarak ve son dakikaya bırakılmadan aday açıklanmalıydı.

Bu ilkelerin hiçbirine uyulmadı. Süreci büyük ölçüde Kılıçdaroğlu’nun manipülasyonları belirledi. Kendi dışında isim çıkmasına izin vermedi, İYİP hariç masadaki partileri gayri ahlaki yöntemlerle yanına çekti ve yüzeysel bahanelerle karar verilmesini son ana bıraktı ki başka isim çıkamasın.

Ülkeye demokrasi getirme iddiasındaki bir siyaset açısından böyle bir süreç kabul edilemez. Seçim kazanma hedefi açısından da çarpık kurgulanmıştı.

Bağımsız, tarafsız ve eleştirel bir medya olsaydı, Kılıçdaroğlu’nun yönlendirdiği sürecin çarpık yönlerini tartışmaya açar, hiç olmazsa bir kısmı engellenebilirdi.

Ama muhalif medyadan hemen hiçbir anlamlı eleştiri gelmedi. Büyük ölçüde alkış tuttular veya sessiz kaldılar. Sakat bir sürecin yürümesine elverişli sahte ortam yarattılar.

Yüzyılın seçiminde, doğru adaya göre değil siyasi rüşvetlere göre aday belirlenmesi dahil.

Hiç soran olmadı, etik olmayan temelde aday belirleyenler mi getirecek liyakate göre yönetimi?  

Sorgulama ve eleştiri bir yana, öyle yapanları dışladılar hatta hemen üstüne çullanıp susturdular.

En çok satan gazetenin en popüler yazarı, ‘yanlış’ konuştuğu için ana muhalefet partisinden ve gazete yönetiminden gelen baskılar karşısında işini bırakmak zorunda kaldı.

İYİP lideri Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıktığı 3 Mart konuşması sonrasıydı ve yazarın söylediği söz sadece “Masa’nın devrilmesinin sorumlusu Akşener değildir” idi.

Gazetecilikten çok militanlığa soyunmuş medyanın tamamı Akşener’in üzerine çullandı, basmakalıp düşünce ve sloganların oluşturduğu sahte ortamda geri adım attırdılar.

Akşener belki biraz sert konuşmuş ve biraz geç kalmıştı ama haklıydı. Medya militanlarının hiçbiri şimdi ne Akşener’in hakkını teslim etmeye ne basit bir özeleştiriye yanaşıyor.

Sonuçta, ilk ve en büyük yanlışa en keskin katkı, gazeteciliği unutmuş muhalif medyadan geldi. Erdoğan’ın en çok karşısında görmek istediği ismi aday yaptılar.

Açık organik nedeni olmadan kontrolsüz şekilde coşan duyguların davranışları belirlediği duruma histeri denir. Muhalif medyanın histerisi, sürecin 6 Mart’ta başlayan ikinci aşaması kampanya döneminde devam etti.

Üstelik ironik bir şekilde, Erdoğan’ı destekleyen seçmeni irrasyonel, kendilerini rasyonel, bilimsel ve sebep-sonuç ilişkisine göre hareket ediyor diye görüyorlardı.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığının açıklanmasıyla, daha önce %1’i pek bulmayan Muharrem İnce’ye destek birden %10 civarına zıpladı. Sebep-sonuç ilişkisi gün gibi ortadaydı ama görmediler; siyaseten ters, etik açıdan sakat şekilde bu kez İnce’nin üstüne çullandılar.

Aday ilanını izleyen günlerde muhalefet ikinci büyük yanlışı yaptı. SP, Deva ve GP’nin ya kendi aralarında ittifak yapması, eğer anlaşama olamıyorsa her birinin ayrı ayrı seçime girmesi gerekiyordu.

Seçimlerin açık ara en kritik yönü Meclis değil, Cumhurbaşkanlığı oylamasıydı. Tüm önemli kararlar o hedefe göre alınmalıydı. Yanlış ittifak tercihiyle bu üç parti ve 2000’i aşkın il ilçe teşkilatı büyük ölçüde kampanyada pasif kalmaya mahkum kaldı.

Amatörce, etkisi zayıf bir kampanya yürütüldü. Kampanya stratejisi yoktu. İçeriği ve iması belirsiz ana slogan bile amatörceydi: “Sana Söz”.

Kılıçdaroğlu, büyük emek harcanarak hazırlanan Ortak Politikalar Metni’ni pek dikkate almadı. Kendi kafasına ve kampanya danışmanlarının önerilerine göre, çoğu üstün körü derlenmiş vaatler temelinde dağınık ve organizasyonu bozuk bir kampanya yürüttü.

Deneyimli siyasetçi Selahattin Demirtaş da HDP ve CHP kampanyasının profesyonellikten uzak kaldığını vurguluyor.

Zayıf kampanyanın ayrıntılı değerlendirmesine buradan bakabilirsiniz.

Muhalif medya kampanyaya da kendi zihnindeki şablonlara göre yarattığı sahte ortam içinden baktı.

Kılıçdaroğlu’nun evinin mutfağından yaptığı video açıklamalarına düzülen övgüler abes boyutlara vardı. Kılıçdaroğlu kaybetse bile o videolar kazanacakmış! Ne kadar mütevazi yaşadığını gösteriyormuş!

Kılıçdaroğlu’nun seçmen tarafından kibirli, gösterişe düşkün, tevazu sahibi olmayan bir siyasetçi gibi algılanma sorunu yok ki.

Önde gelen dezavantajları arasında, özellikle rakibi Erdoğan’a kıyasla, zayıf liderliği ve karizma eksikliği sayılabilir.

CHP Genel Başkanı kimliğini örterek ve asgariye indirmeye çalışarak, Altı Ok’tan kaçarak ev mutfağından yapılan açıklamalar o eksikleri telafi etmez; ama ters etkiler doğurabilir.

Kılıçdaroğlu o aklı belli ki, kendi seçtiği ve CHP’ye bağı olmayan danışmanlardan aldı.

Siyasi partiler, deterjan kampanyası için profesyonel danışman seçen şirketler gibi hareket etmemeli. Seçim kampanyası danışmanları, tanıtımını yapacağı davaya veya partiye inanan kişiler olmalıdır.

Kılıçdaroğlu’nun üstün körü oluşturulmuş, ayakları yere basmayan vaatleri hiç sorgulanmadı, hatta bazen çarpıtılarak desteklendi.

Gerçekleşmesi imkansız “üç yılda 325 milyar $ yabancı yatırım getireceğim” vaadini, 7 veya 10 yıl mı belirsiz bir vadede “300 milyar dolar gelebilir” şekline çevirerek savundular.

28 Mayıs hezimetinden sonra muhalif medyanın sadece küçük bir bölümünün ayakları suya erdi. Ancak yer yer sert eleştiriler olsa da kapsamlı bir değerlendirme henüz göremedik.

Muhalif medyanın büyük çoğunluğun yenilginin nedeni olarak başlıca üç gerekçe gösteriyor.

Birinci gerekçe; kaymakamı, valisi, devlet medyası dahil iktidarın elinde tuttuğu devlet imkanlarını sonuna kadar ve hakkaniyete uymaz şekilde kullanması.

İkincisi, sosyolojik hatta sosyo-psikolojik analizler. Kimlik ve duygular tencereyi yenmiş, kutuplaşmış toplumda seçmen rasyonel değil endişelerine göre hareket etmiş, ideolojik veya takım tutar gibi davranmış, somut ekonomik vaatlere aldırmamış.

Üçüncüsü, Erdoğan’ın toplumu iyi tanıyan ve siyaseti bilen bir lider olması.

Birinci gerekçe tamamen doğru, ama baştan biliniyordu ve muhalefetin değiştiremeyeceği bir durumdu.

Sosyolojik açıklamalar, siyasi olaylar açısından daha çok orta-uzun vadeli gelişmeler açısından anlam taşır. Hayatın akışı içinde anlık bir vaka olan seçimlerde, sosyolojik faktörler tali plana kayar, siyasetin kendisi öne çıkar.

Siyaset iradi bir eylemdir.

Seçmeni irrasyonel davrandı diye tahlil edenlerin kendileri rasyonel bir bakışa sahip olsaydı farklı şeyler görebilirlerdi.

Erdoğan’a oy veren %52 gibi büyük bir seçmen kitlesi homojen olmaz. İdeolojik veya takım tutar gibi hareket etme eğilimleri AKP’nin çekirdek kitlesi için geçerli olabilir ama, %52 içinde rasyonel tercihe hazır en az %10, muhtemelen hayli daha büyük bir kitle de vardı.

Farklı bir aday, farklı seçim ittifakı ve kampanya yürütülseydi, muhalefet açık ara kazanabilirdi.

Siyasetin iradi eylem olmasının ima ettiği budur.

Zaten ileri sürülen gerekçeler geçerli olsaydı, mevcut koşullarda muhalefet hiçbir zaman seçim kazanamaz hükmü ortaya çıkardı.

Muhalif medyanın en naif davranışı, Kılıçdaroğlu’nun yanlış aday olduğu eleştirileri karşısındaki tutum oldu.

Meğerse bunu söylemek işi kişiselleştirmek oluyormuş! Duygusal, tek yönlü, hiçbir faydası olmayacak, işin özüne inmeyen tartışmalarmış!

Bir sorunu kişiselleştirmek ile siyasette liderlik kavramlarını dahi ayırt edemiyorlar.

Üstelik aynı yazıda hem Erdoğan’ın becerilerinin seçim sonucunu etkilediğini hem Kılıçdaroğlu’nun adaylığını eleştirmenin kişiselleştirmek olduğunu yazanlar var!

Siyasetin ne bilimsel ne pratik yönü hakkında ciddi birikime sahip, ama siyasete yön vermeye hevesli yorumcumuz ne kadar çok.

Siyasette liderliğin önemi hakkında yazılmış sayısız bilimsel eserden bir iki tanesine, hiç olmazsa Max Weber’in “Bir Meslek Olarak Siyaset” (Politik als Beruf) adlı başyapıtına göz gezdirsinler.

Otoritenin meşrulaştırılması için bir araç olarak tanımladığı politik liderliğin geleneksel, karizmatik ve modern türlerini incelediği o çalışma, siyaset bilimcileri tarafından “bugün bildiğimiz uygarlığın parçasını oluşturan eser” gibi vurgularla tanıtılır.

Pratik hayat örneklerle dolu. İsveç sosyal demokratları 100 yılı aşkın süredir kesintisiz ülkesinde birinci parti gelir. Avrupa’nın en güçlü parti örgütlerinden birine sahiptir.

Bir süre önce seçilen yeni genel başkanla birlikte partinin oyları anketlerde düşmeye başlayınca, dur hele bir seçimde deneyelim, işin özüne inelim, bizim örgütümüz nasıl olsa çok güçlü demeden hemen değiştirdiler.

Geçen yıl Avrupa’nın bir başka büyük partisi İngiliz Muhafazakarları, uzun demokratik süreçler sonunda Liz Truss’ı genel başkan seçti. Parti oyları düşmeye başlayınca 50 gün içinde değiştiriverdiler.

İki olayda da medya değişimi savundu.

Üstelik bu iki ülke Türkiye’ye kıyasla sosyo-ekonomik düzey açısından daha ilerde. İkisinde de meclis hükümeti sistemi var, yani başkanlık sistemine kıyasla liderlik daha az ağırlık taşır.

Türkiye’de liderlik hem seçmen nezdinde hem gerçek hayatta, İsveç veya İngiltere’de olduğundan daha önemlidir. Başkanlık sistemiyle önemi daha da arttı.

Kılıçdaroğlu’nun 12 yıldır kaybettiği seçimler, partisinin oyunu bir arpa boyu ileri götürememesi, seçmenin duyduğu zayıf güven ortada.

Ama Kılıçdaroğlu en riskli aday diyenlere, medyanın çok bilmiş entelleri “işi kişiselleştirme” yanıtı veriyor!

Seçmenimizin zihnindeki ilk soru “Erdoğan mı Kılıçdaroğlu mu?” idi, muhalif medya militanları onu da göremedi.

Mayıs seçimlerinin iki turunu da tam isabetle bilen BETİMAR şirketinin araştırmasına göre, muhalefet seçmeninin %64’ü seçim yenilgisinin temel nedenleri olarak yanlış aday ve yanlış seçim ittifakını görüyor. Defalarca vurguladığımız gibi.  

Muhalif medya tarafsız, sorgulayıcı ve eleştirel gazetecilik çizgisine dönerek kendini yenilemek zorunda.

Aksi takdirde okuyucu ve izleyici kitlesinin uzaklaştığını, tirajların ve reytinglerin baş aşağı gittiğini görecekler.

O yenilenme demokrasimizin iyi işleyebilmesi için de şart.

Muhalefet krizi gelecek yazımızın konusu.

 Kaynak