İsveç’te başbakan ve parti liderleri nasıl değişiyor?

Güncelleme:

Anayasamıza göre “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Seçimi kazanan partilerin ülkeyi yönettiğini düşünürsek, konu gerçekten önemli.

Hem bizde hem özgürlükçü demokrasiyle yönetilen ülkelerde partiler var. Ama on yıllardır, bizdeki ve Batıdaki partilerin isimlerinden başka pek az ortak yönleri olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Hepsinin adı parti; ama kapağı kaldırıp içine bakınca çok farklı yapılar görülüyor.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketin en başarılı temsilcisi, modern adı ‘Socialdemokraterna’, kısa adı S olan İsveç’teki partidir. S ilk kez 1914 seçimlerinde birinci parti oldu, 108 yıldır birincilik konumunu hiç kaybetmedi. Bu bir dünya rekoru.

S kısa süre önce genel başkanını değiştirdi. Parti lideri aynı zamanda ülkenin başbakanı oluğu için, başbakan da değişti.

İstifa eden İsveç Başbakanı Stefan Löfven (64, Löven okunuyor) çalışma hayatına kaynakçı olarak başladı. 2005’te ülkenin en büyük sendikalarından Metal İş’in başkanı, o görevi yaparken 2012’de, 13 yaşından beri üyesi olduğu partinin genel başkanı seçildi.

Löfven 2014 seçimlerinden sonra Başbakan oldu ve bugüne dek üç hükümet kurdu. Çalışkan, ülkenin her yöresini dolaşan, TV tartışmalarında net ve çarpıcı ifadelerle izleyicileri etkileyen başarılı bir liderdi.

Başarı yoksa S’de liderlik yapmak zordur. Löfven’den önceki genel başkan Hakan Juholt göreve geldikten sonra partinin oyları anketlerde düşmeye başlayınca, on ay sonra yeniden toplanan olağanüstü kongre hemen yeni bir lider seçti.

Partinin başında bir kez seçimlere katılma şansı verilmeden ayrılmak zorunda kalan Juholt duyduğu memnuniyetsizliği açıkça ifade etti. Ama koltuğu bırakmamak için olağanüstü kongrenin toplanmasını engellemek veya sorunun yargıya taşınmasını sağlayıp bir şekilde mahkemeyi etkilemek gibi çözümler hiç aklına gelmedi.

Löfven’in başarılı liderliğinin son kanıtı, kimsenin beklemediği anda yaptığı mükemmel istifa zamanlaması oldu.

Daha önce 2022 seçimlerine partinin başında katılmayı düşündüğünü açıklamıştı. Parti içinde ve genel kamuoyunda görevi bırakması beklentisi bulunmuyordu. Ağustos ayında aniden, uzun değerlendirmelerden sonra ayrılmaya karar verdiğini, 2022 sonbaharındaki seçimlere partinin yeni bir liderle katılmasını ve ona zaman tanımak istediğini açıkladı.

Löfven daha ayrıntılı açıklamalar yapmadı ama tahmin edilebilir. Başbakanı olduğu koalisyon görüş ayrılıkları nedeniyle yıpranıyor, anketlerden bazı olumsuz sinyaller geliyordu. Muhalefetteki sol partinin başına 2020’de İran kökenli politikacı Nooshi Dadgostar (36) seçilmiş, güçlü belagat sahibi genç kadın yavaş yavaş sosyal demokratların oylarını tırtıklamaya başlamıştı.

Sosyal demokratları biraz yakından izleyen herkesin görebildiğini elbette Löfven de biliyordu; kendisinden sonra göreve büyük olasılıkla Maliye Bakanı Magdalena Andersson (54) seçilecekti. Magdalena partinin oylarını yükseltebilir görünüyordu.

Ayrıca Löfven, iktidarı bırakırsam birileri bana hesap sorar, yağmurlu havada bir bardak su vermezler gibi endişeler taşımıyordu. Etrafında “aman başkanım, bizi bırakıp gidemezsin, senden daha iyisi bulunmaz” diyen politikacılar da yoktu.

Medyada genel başkanlık için üç dört isim geçti. Ama örgütlerin büyük çoğunlukla kimi istediği ortaya çıkınca, Magdalena rahatça yeni genel başkan seçildi, İsveç’in ilk kadın başbakanı oldu. 16 yaşında partinin gençlik kollarına katılmış, Kuzey Avrupa’nın itibarlı iktisat okulu Stockholms Handelshögskola ve Amerika’daki Harvard Üniversitesi’nde eğitim görmüş, sakin ve sempatik bir politikacıydı. Yedi yıldır Maliye Bakanlığını dirayetle yönetiyordu.

Diğer adaylar arasında en çok destek toplayan, yine gençlik kollarından başlayarak yıllardır partide çalışan ve değişik bakanlık görevlerinde bulunmuş Mikael Damberg (50) oldu. Yeni başbakan, en ciddi rakibi Damberg’i kabinedeki en ağırlıklı görev kabul edilen Maliye Bakanlığına getirdi.

Magdalena’nın aklından en ciddi rakibi Damberg’i dışlamak veya pasif görevlere kaydırmak gibi çözümler herhalde pek geçmedi. Zaten o yola gitse, hem partiyi hem genel kamuoyunu sert şekilde karşısında bulurdu.

Şimdi son anketler sosyal demokratların oyunun önemli ölçüde yükseldiğini ve 2018 seçimlerinden bile daha iyi durumda olduklarını gösteriyor.

*     *     *

Avrupa’nın en başarılı merkez sol partisi İsveç’te ise, en güçlü merkez sağ partisi Alman Hristiyan Demokratlardır (CDU). İkinci Dünya Savaşı sonrasında Conrad Adenauer, Ludwig Erhard, Helmut Kohl gibi güçlü başbakanlar çıkaran CDU da 2021’de liderini değiştirdi.

2005’ten beri başbakanlık yapan Angela Merkel ayrılacağını açıklayınca, parti üç kez seçime gitmek zorunda kaldı. Bu durum CDU için bir ilk.

Önce Annegret Kramp-Karrenbauer (AKK) genel başkan oldu, ama partideki farklı eğilimleri yönetme gerginliğine dayanamadı, kısa sürede bıraktı. 2021 başında bu kez eyalet başbakanlarından Armin Laschet seçildi.

Eylül seçimlerinde Laschet bütün zamanların en düşük oyunu aldı, ancak ikinci gelebildi. Seçimden hemen sonraki günlerde yabancı ve yerli medyada Lashet’in yine de koalisyon kurabileceği yorumlarının yapılırken, onun kısa sürede havlu atabileceğini, parti başkanlığına büyük olasılıkla Friedrich Merz’in (66) seçileceğini yazmış, Merz’i tanıtmıştım.

Aralık ayında tüm parti üyelerinin katıldığı oylamada Merz, %62 gibi yüksek bir destekle iki rakibine fark atarak CDU’nun yeni lideri oldu. Karar bu ay toplanacak kongrede resmiyet kazanacak. Hristiyan Demokratların bütün üyelerin katılımıyla genel başkan seçmesi de bir ilk.

Daha önce iki kez aday olan Merz, önce AKK sonra küçük farkla Laschet karşısında kaybetti. Kazanan her iki aday, Merz’den hiç hoşlanmadığı -bence nefret ettiği- iyi bilinen Genel Başkan Merkel’in desteğine sahipti. Ama Merkel asla demokratik işleyişin dışına çıkmadı.

Merz’i disiplin kuruluna verip ihraç etmek veya üyeliğini dondurmak, bu talepler kabul edilmezse kendine koşulsuz sadık kişilerden yeni bir disiplin kurulu oluşturmak gibi seçenekler, muhakkak ki Merkel’in aklının ucundan bile geçmedi.

*     *     *

Hangi siyasi çizgide olursa olsun, Türkiye’deki partilerin belirgin özellikleri şunlardır: Tek kişinin mutlak egemenliği ve güdük kalmış kurumsal işleyiş, aşırı merkeziyetçilik, büyük ölçüde manipülasyona dayalı yönetim ve cılız örgütler.

Yasanın emredici hükümleri nedeniyle ülke çapına yayılı yüzlerce il ve ilçe örgütünün varlığı, bu bağlamda pek önemli değildir. Parti politikalarını oluşturma ve seçimle gelinen görevlere aday belirleme gibi iki temel işlev açısından ağırlıkları yok denecek kadar azdır.

Batıdaki en gelenekçi muhafazakarlar arasında bile bizim partilerimiz benzeri arkaik yapılar görülmez; demokratik işleyiş çok daha ileridir.

Acaba bugün yaşadığımız ağır sorunlar ile siyasi partilerimizin sağlıksız yapısı ve işleyişi arasında bir bağ olabilir mi?

Yandaş bir gazete yazarı geçtiğimiz günlerde, keşke Tayyip Erdoğan Amerikan siyasetinde lider olsaydı diye yazdı. Gerçekten, sadece Erdoğan değil iktidar ve muhalefetteki tüm liderlerimiz Batının değişik partilerinin başında olsaydı dünya ne kadar eğlenceli bir yer olurdu!

Okuyucularımıza sağlıklı ve neşe dolu bir 2022 diliyorum.

Kaynak: HalukOzdalga.com