Haydi sandık başına!
Yarın 28 Mayıs, Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için sandık başındayız.
Kampanyanın harlı dönemi geride kaldı, son sözü seçmen söyleyecek.
İkinci tur oylamanın da 14 Mayıs’taki milletvekili seçimi içine alan süreçteki gibi büyük uygarlığımıza ve demokrasi kültürümüze yaraşır bir şekilde tamamlanmasını dilerim.
Bu seçim süreci aynı zamanda “Başkanlık Sistemi” ile “Parlamenter Demokrasi” arasında bir oylama da olacak.
Siyasi Partiler Yasası ve oy barajlarına ilişkin yenilemeler başka bahara kalacağa benziyor.
O arada siyasetin finansmanının saydamlaştırılması ve medyanın bağımlı yapısı da, seçimler sonrasında tartışmaya devam edilecek.
Keşke sistem Partilerin seçim öncesi açıkça iş birliğine olanak tanısaydı, keşke her parti tamamen kendi adaylarıyla seçime girip, seçimden sonra Meclis çatısı altında bölünmeler değil, ilkeli koalisyonlar da aransaydı…
Her seçimin bir ekonomik maliyeti var; fakat yerleşmiş demokrasilerde olduğu gibi, toplumun “aradığını bulması” için gerekirse defalarca seçim yapmaya değer!
28 Mayıs bu anlamda yeni bir seçimi getirebilir; çünkü, bir ihtimal Cumhurbaşkanı ile parlamento aritmetiği farklı siyasal ağırlıklardan teşkil olunabilir. Bu durumda önümüzdeki bir yıl içindeki yerel seçimler sürecini de dikkate almak gerekecektir.
Aslında iki turlu seçimi belediyelerde uygulamak ve Cumhurbaşkanını halk seçse bile Meclis’e güvenoyu ve gensoru yetkisini vermek daha uygun olurdu. Güçler ayrılığını gözeten bir atama sistemi ve adaletten akademiye özerklikle pekişmiş bir sistemin daha ferahlatıcı olacağı aşikardır.
Unutmayalım: Katılımcı demokrasiyi arıyoruz. Temsili demokrasi kadar önemlidir. Eğitimin ve demokrasi kültürünün gelişmesi, bireysel ve örgütsel özgürlüklerin hukuk devleti güvencesiyle kullanılması bu anlamda yaşamsal önemdedir.
Demokrasi sandıkta düzelmez ancak denetlenir. Demokrasi tabandan tavana işlemelidir.
Öyle olursa eğer, daha dengeli bir yurttaş-kamu ilişkisine de ulaşabiliriz.
Yine hatırlamakta yarar vardır: Türkiye’nin temel sorunları; ekonomi ve güvenliktir.
Ekonomi güçlenirse kendimizi daha da güvende hissederiz. Çünkü, toplumu güçlü olanların devletleri güçlenir.
Din, mezhep, ırk, köken, etnik aidiyet gibi ayrımları çok aşmış bir Cumhuriyet kültürüne ve Türkiye halkının engin sağduyusu ile insancıl hakça geleneklerine sahibiz.
Siyasetin dili ve düşüncesi de bu gerçekleri özümser olmalı, farklılıklar içinde ulusal birliğin en büyük dayanağımız olduğu gerçeğinden asla sapılmamalı.
Son virajda Türkiye’nin büyük vicdanına seslenmek isterim: Özgürlük içinde ulusal birlik, hakça bir iktisadi bölüşüm temelinde toplumsal bütünlük pekala olasıdır ve liyakatli, bilgili yöneticilerin elinde bir Türkiye, elbette güzel geleceğine yürüyecektir..
Kalkınan, kentleri 7/24 canlı, köyleri ışıl pırıl parlayan, tarımı kendine yeten, teknolojik mallar üretip dünyayla rekabet eden, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik açısından çağdaş standartlara erişen bir Türkiye hepimizin özlemidir ve de Türkiye, hepimizindir!