En büyük tehlike: Irak ve Suriye’nin dağılması

Güncelleme:

Kamuoyu doğal olarak korona salgını üzerine yoğunlaşmış durumda. İnsan hayatına ve ekonomiye hangi şiddette olacağı henüz bilinmeyen darbeler vurduktan sonra, tarih boyunca yaşanan her salgın gibi bu da geçecek.

Güvenlik dahil diğer sorunlarımız salgın nedeniyle herhalde daha da ağırlaşmış olarak devam edecek.

İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’nin en ciddi güvenlik riski, güney sınırımızda yer alan iki ülke Irak ve Suriye’nin dağılması.

Bu iki ülkenin son yıllarda yaşadığı savaşlar ve istikrarsızlık devam ediyor. İkisinin birden yakın aralıklarla dağılıp parçalaması mümkün. Aslında iki ülkenin sorunları birbiriyle ilişkili ve etkileşim içinde. Yaşadıkları ağır krizin nedenleri açısından da paylaştıkları ortak noktalar var.

Her iki ülke için de parçalanma tehdidi doğuran gelişmelerin en büyük tetikleyicisi, Amerika’nın istikrarsızlık üreten müdahaleleri.

1990’da Saddam’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD birinci Irak savaşını başlattı. Irak ordusuna ağır darbe vuruldu ve Kuveyt işgalden kurtuldu. ABD 1991’de askerlerini geri çekerken, 2003’e dek vicdansızca sürdürülen yaptırımları yürürlüğe koydu.

2003’te George W. Bush yönetiminde Amerika, ‘kitle imha silahları var’ gibi sahte gerekçelerle, ikinci Irak savaşını başlattı. Amerikalı tarih profesörü William R. Polk’un ifadesiyle Irak bu savaşta, “nükleer silahlar hariç, hiçbir ülkenin karşılaşmadığı kadar yoğun bir bombardımana uğradı.” (Irak’ı Anlamak, 2005). 

Yaptırımlar nedeniyle zaten yıkıma uğramış Irak mahvoldu. Irak savaşını yerinde izleyen İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn’un anlatıyor:

“Yaptırımlar, daha sonra gelen savaşlarda ölenden daha fazla Iraklıyı öldürmüş olabilir… BM’in tahminine göre her ay 6-7 bin Iraklı çocuk yaptırımlar nedeniyle ölüyordu (1996)… Doktorların maaşı ayda 5 dolardı… Devlet memurlarına ödenecek para olmadığı için, İdari sistem derinden yozlaşmıştı… Yaptırımlar daha sonra ‘gıda için petrol’ programıyla sadece azıcık yumuşadı…

Görünürdeki hedef, rejimin para ve mal kaynaklarını kısarak Saddam Hüseyin’in askeri makinesini yeniden inşa etmesini engellemek ve onu zayıf durumda tutmaktı. 1991’de nasıl hızla çöktüğü dikkate alınırsa, Irak Ordusu’nu potansiyel tehdit görmek abes bir abartmaydı. Ona rağmen, zararsız maddeler dahi kapsama alındı. Kurşun kalem, içindeki grafit nükleer silah üretiminde kullanılabilir diye; içme suyunu temizlemek için kullanılan klor, zehirli gaza dönüştürülebilir diye; az bulunan ambulanslar asker taşıyabilir diye yasaklandı. 

Bu önlemlerin hiç biri Saddam’ın iktidara geçirdiği pençeyi zayıflatmadı, ama Irak halkı için felaket sonucu doğurdu… Yaptırımların Irak’ı çoktan yıkıma uğrattığı ve Iraklıları silaha sarılmaya hazır hale getirmek veya dinci aşırılığın peşinden gitmek için uygun koşullar yarattığı konusunda son derece az bir farkındalık vardır... BM İnsani Yardım Koordinatörü Denis Halliday 1998’de yaptırımları protesto ederek görevinden istifa ederken… ‘endişe verici olan şey, daha çok radikal İslamcı düşüncenin gelişmesi ihtimalidir’ demişti.” (Cihat Çağı, 2016). 

ABD 2008’de Irak’taki askerlerini geri çekti, ama bir süre sonra Halliday’in öngördüğü gibi ortaya çıkan IŞİD’le mücadele için geri gönderdi. Halen Irak’ta 5500 kadar ABD askeri bulunuyor. Şu günlerde ABD ve İran’dan gelen çift yönlü yoğun baskı altında bunalan, ekonomisi sallantıda ve her an çökebilecek Irak’ın mevcut durumunu sonra ele alacağız.

Suriye’de 2011’de başlayan iç savaşta, Barack Obama yönetiminde ABD bu kez farklı bir rol oynadı. Fransa ve İngiltere gibi Batılı müttefikler ile Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi bölge ülkelerinin oluşturduğu Esed karşıtı koalisyonun liderliğini üstlendi. 

Uluslararası karaborsa piyasadan silah temin ediliyor, para Körfez ülkelerinden sağlanıyor, çoğu Türkiye üzerinden olmak üzere Suriye’de rejime karşı savaşan militan örgütlere gönderiliyordu. Militanların eğitimi ve diğer lojistik yardım da benzer şekilde finanse ediliyor ve yine çoğu Türkiye üzerinden sağlanıyordu. 

Bu geniş organizasyonun orkestra şefi Washington idi. Ancak militanlara sağlanan sadece sınırlı bir destekti. ABD’nın temel koşulu ağır silah verilmemesiydi (uçak savar, tank savar, vs). Militan örgütlerin ‘silah verin şu işi bitirelim’ ısrarlarına rağmen, Washington hiç ödün vermedi. O dönemde (2011-2017) Amerikan medyası defalarca, Türkiye’de sınırın CIA ajanlarıyla kaynadığını, ajanların en önemli görevinin ağır silahların Suriye’ye akışını denetlemek olduğunu yazdı.

Amerika militan örgütleri destekliyor ama kazanmalarını istemiyordu! Zaten Obama defalarca, yerine kimin geleceği belli olmadan Şam’da iktidarın devrilmesini sorgulayan açıklamalar yaptı. Belli ki Amerika ancak kendine göre bir iktidar ihtimali görürse rejim değişikliği düğmesine basacaktı. Aksi halde, Esed ve militan örgütlerin birbirini katlettiği savaşın devam etmesini ve iki tarafın da kaybetmesini istiyordu. Tıpkı 1980’lerde dokuz yıl süren Irak-İran savaşında yaptıkları gibi.

Rusya ve İran’nın desteği sayesinde Esed rejiminin devrilmeyeceği anlaşıldı. 2017 başında göreve başlayan Başkan Donald Trump’ın ilk işlerinden biri, Suriye’de militanlara sağlanan tüm desteği kesmek oldu.

Ama ABD’nin Suriye’yi istikrarsızlaştırma siyaseti değişmedi. ABD halen, Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri yardımıyla Fırat’ın doğusunu kontrol ediyor. Şam’ın kendi ülkesinde tekrar egemenlik kurmasına karşı. Sayısı 500 civarına indirilen askerler, Irak’taki ABD güçlerinden destek alıyor. Rusya’nın da teşvikiyle Şam’la tekrar iyi ilişkiler kurmak isteyen Körfez ülkelerinden kendine yakın olanları engelliyor. Suriye’nin yeniden inşası için uluslararası finansmana izin vermiyor, vs.

ABD niçin inatla Irak ve Suriye’yi istikrarsızlığa sürüklemek istiyor? Bu iki ülkenin aslında ABD çıkarlarına zarar verebilmesi mümkün değil.

Son 25 yıldır İsrail’in bölgede izlediği siyaset, iki devlet çözümünü terk etmek ve kendi güvenliği için tehdit gördüğü unsurları, o arada öncelikle üç ülkeyi istikrarsızlaştırmak, geriletilmek ve mümkünse parçalamak üzerine kurulu. Bu üç ülke Suriye, Irak ve İran.

Bu stratejinin yazılı ifadeleri, Binyamin Netanyahu 1996’da ilk kez İsrail Başbakanı olduğunda bazı Amerikalı strateji uzmanlarına hazırlattığı ünlü ‘Clean Break’ raporunda yer alır. (A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm).

Son on yıllarda ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu siyaseti neredeyse özdeşleşti. Böylece Suriye, Irak ve İran’ı istikrarsızlığa sürüklemek ve mümkünse parçalamak, ortak ABD-İsrail siyasetine dönüştü.    

İran farklı özelliklere sahip; aynı denklemin parçası olsa da ayrı ele alınmalıdır.

Irak ve Suriye’nin parçalanması durumunda yaşanacakları ayrıntılı olarak öngörmek imkansız. Ama güneyde Türkiye’nin yumuşak karnı boyunca yeni devletçikler ve devlet dışı yapıların oluşması, radikal dinci örgütlerin güçlenmesine yarayacak kanlı bir kargaşa dönemi, bölge dışı güçlerin müdahalesi ve yaygın manipülasyonları, eşzamanlı süren birden fazla savaş, yoğun göç dalgaları gibi ihtimaller tahmin edilebilir.

Hemen yanı başındaki istikrarsızlık girdabı Türkiye’yi de yutabilir. Suriye ve Irak’ dağılırsa, Türkiye herhalde en ağır zarar görecek ülke olur.

Türkiye aynı zamanda, Suriye ve Irak’ın dağılmaması, bütünlüğünü koruyabilmesi için en büyük katkı yapma imkanına sahip ülkedir. Bunu sağlayan, tarih ve coğrafyadan kaynaklanan özel konumu ve bölgede önde gelen bir ekonomik-askeri güç olması.

ABD-İsrail ittifakı, Irak ve Suriye’yi parçalama hedefine ulaşır mı?

Türkiye ne yapmalı?

Bu soruların cevabını ve Irak’ın halen yaşadığı ağır krizi bir sonraki yazımızda ele alacağız.