Duvarlar yıkılmalı, sınırlar kalkmalı!
1980’lerin sonundan 2010’lara kadar kesintisiz 20 yıl yaşadığım Avrupa’da İngiltere, kısmen de İsviçre hariç, araba ya da trenle yolculuk ederken birçok zaman “sınırdan” geçtiğini bile fark edemezdin. Çünkü Avrupa Birliği’nin hedeflerinden biri sınırları kaldırmaktı!
Sınırların kalkması fikri bana muhteşem gelirdi. Böyle düşünmemde solculuğumdan kaynaklanan “enternasyonalist” bakış açısının etkisi kesin belirleyiciydi ama diğer etken de kişisel olarak kimliklerden çektiğimdi!
Türkiye’de Alevi, Almanya’da Türk olmak sanıldığı gibi kolay bir iş değildi!
Dün de bugün de sınırların kalkması bölünmeyi engeller, çok kültürlülüğü geliştirir, eşitlik temelinde “yurttaşlık üst kimliği” yaratır diye düşünüyor olsam da hayat başka türlü akıyor…
Nitekim çok değil aradan 10 yıl geçti geçmedi, “sınırları kaldırmayı” hedefleyen Avrupa’da şimdi neredeyse bütün ülkelerin sınırlarında dev duvarlar ya da tel örgüler var!
Yunanistan ve Bulgaristan sınırında yaşananlar da, Türkiye Suriye sınırındaki dev duvar blokları da orta yerde…
Üstelik bu duvarlar yalnızca taştan, betondan , demirden yapılan fiziki duvarlar değil, bu duvarlar aynı zamanda insanların kafalarında yaratılan duvarlar!
Kafamızda da, sınırda da örülen tel örgülerin, duvarların nedeni ise tek: Yersiz, yurtsuz bırakılmış sığınmacılar!
Adına savunma dedikleri silahlanmayı teşvik eden, Asya’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da savaşı büyüten, “demokratikleşme ve özgürleştirme vaadi” ile onlarca ülkede iç savaş çıkartan ABD’nin arkasında duran Avrupa Birliği şimdi göçmenler gelmesin diye duvar örüyor, yetmiyor, imzaladıkları uluslararası anlaşmaları dikkate almayarak kendilerinin doğrudan sorumlu oldukları göç dalgasına karşı en sert müdahaleleri yapmayı kendilerine de hak görüyorlar…
Türkiye’de dahil sorunun kaynağı olanlar sorumluluğu birbirlerine atıyorlar, etnik ve dini kimlikler üzerinden de tartışmayı körüklüyorlar…
Çünkü biliyorlar ki, ialenHaHhHahAnsan ve yurttaş olma kimliği, etnik ya da dinsel ikincil, üçüncül kimliklerle buluşunca ve bu “buluşma” işsizlik ve yoksullukla da kesişince, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin kapısı sonuna kadar açılıyor, toplumsal parçalanma derinleşiyor!
Sorunun asıl yaratıcıları kenara çekiliyor, olan yoksul vatandaşa oluyor!
İdlib’de de, Yunanistan sınırında da ölen öldürülen, kişiliği ayaklar altına alınan yoksul insanlar oluyor…
Bu gelişmelerle ilgili bırakın hesap sormayı, “savaşa hayır” demek, gelişmeleri sorgulamaya kalkmak ise “haysiyetsiz, onursuz, şerefsiz” diye suçlanmayı beraberinde getiriyor!
“İdlib’de ne işimizi vardı, bu gencecik çocukların suçu neydi” diye sormaya kalktığında ya da “Şehitler Tepesi boş kalsın” dediğinde, dinin o inanılmaz limanına sığınanlar tarafından “hain” ilan ediliyorsun!
Sistemi sorgulamaya izin vermiyorlar, etnik ya da dini kimliği de bu “izni” engellemek için kullanıyorlar!
Asıl tehlikeli olan da bu!
Yani, Maraş’ta da, İstanbul’da da Türk Arab’ı aşağılarken, Köln’de ya da Paris’te aşağılan yalnızca Suriyeli Arap değil, Türk aynı zamanda!
Bu yüzden ısrarla sormaya devam etmek gerekir:
Sığınmacılara yönelik Midilli de yaşananla, Maraş’ta ya da bir başka yerde yaşanan arasında, tarih ve kimlik dışında ne fark var?
Silahlanmanın, savaşın, eşitsizliğin kaynağı sistemin kendisi değil mi?
Sorunu yaratanlarla, sığınmacı akımını yaratanlar aynı iktidarlar değil mi?
İşi, aşı, ekmeği olan, ölüm tehlikesini ve aşağılanmayı göze alarak kendi topraklarını terk edip, yağmurda, çamurda yollara düşer mi?
Suriyeliyi, Afganistanlıyı düşman ilan etmeden önce bu soruları bir düşünmek gerekmez mi?
4 Mart 2020, İstanbul
Necdet Saraç