Davutoğlu’nun trajik sonu
Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlık dönemi, gözyaşı dolu sahneler arasında trajik bir şekilde son buldu.
Bu trajik sonu açıklamak amacıyla medyada, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki onlarca görüş ayrılığını sıralayan listeler yayınlanıyor. Bildiri yayınlayan akademisyenlerin tutuklu veya tutuksuz yargılanmasından, Avrupa’ya vizesiz seyahat hakkının önemli bir başarı olup olmadığı konusuna kadar değişen görüş ayrılıkları sıralanıyor.
Davutoğlu’nun trajedisini daha iyi görmek için, farklı bir pencereden bakmak faydalı olabilir. Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra AKP Genel Başkanlığı’na Davutoğlu’nu önerirken, biri üstü kapalı, diğeri açık ifade edilen, olmazsa olmaz iki koşul vardı.
Birinci ve üstü kapalı koşul en hayati olanıydı. Partinin başına geçecek ve Başbakan olacak kişiye, fiili (de facto) uygulamalarla, bağımsız bir siyasi hareket alanı tanınmayacaktı.
Parti içinde bunun anlamı, yeni Genel Başkan’ın genel merkezde ve teşkilatlarda göreve gelecek kişileri belirleme hakkına sahip olmayacağı idi. Kendi siyasi kadrolarını oluşturmasına izin verilmeyecekti.
Aynı koşulun hükümet ve devlet yapıları açısından anlamı, yeni Başbakan’ın kendi bakanlarını seçme, gerekirse görevden alarak yenisini atama hakkının kısıtlanması idi. Buna paralel, Başbakan'ın olağan icra yetkisi ciddi ölçüde sınırlanacaktı.
Benzer bir durum, devlet yönetimi ve bürokrasi içinde önemli pozisyonlara atamalar açısından da geçerliydi. O alan da sıkı bir denetim altında tutulacaktı.
Partinin ve hükümetin başına gelecek kişi böyle bir çerçevede hareket etmeyi içine sindirebilirse, ondan beklenen bir koşul daha vardı: Başkanlık sisteminin getirilmesi için hiçbir kuşkuya yer kalmayacak şekilde gayret içinde bulunmak.
Bu koşulu Erdoğan açıkça ve defalarca ifade etti. Çünkü birinci koşul çerçevesinde çalışmayı içine sindirecek bir Genel Başkan ve Başbakan bulmak mümkün olsa bile, bu model uzun vadede sürdürülebilir değildi.
Bunu en iyi bilen kişilerden biri, güçlü siyasi tecrübeye sahip Erdoğan’ın kendisidir. İlginç bir şekilde, "ikibaşlılık" sorununu en çok dile getiren muhalefet değil Erdoğan olmuştur.
Bu modelin niçin sürdürülebilir olmadığını haber3 sayfalarında daha önce yazdım ve burada tekrar etmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Erdoğan’ın “başkanlık sistemi olmazsa partili Cumhurbaşkanı da sorunu çözer” yaklaşımının nedeni, bu modelin sürdürülemez olmasıdır.
Kendisine görev teklif edildiğinde Davutoğlu bunu büyük mutluluk içinde kabul etti. Acaba yukarıda işret ettiğimiz ve Erdoğan açısından olmazsa olmaz hayati koşulun ne ölçüde farkındaydı?
Davutoğlu’nun siyasi parti tecrübesi az. Zaten Erdoğan’ın onu tercih etmesinin nedenlerinden biri de sanıyorum Davutoğlu’nun bu özelliği idi.
Çok muhtemel ki, sınırlı tecrübesi ve teklif edilen görevin reddedilmesi zor cazibesi nedeniyle, işin başında Davutoğlu bu hususların üstünde pek durmadı. “Kardeşlik hukuku” içinde işi götürebileceğini varsaydı.
Ama ne yazık ki Türkiye’de reel siyaset, biraz daha farklı ve daha sert kavramlar üzerine kurulu.
Davutoğlu ilk günden itibaren içine girdiği çelik çerçevenin ağırlığını, elinin kolunun nasıl bağlandığını yaşamaya başladı. Parti içinde, hükümette ve devlet yapıları içinde rahat hareket edemiyordu.
Adeta kuşatılmış bir durumdaydı. Kafese konmuş gibiydi.
Şimdi Türkiye'ye hizmet için Davutoğlu'na düşen önemli görevlerden biri, yaşadığı bu kuşatılmışlığı da anlatacak şekilde anılarını yazmaktır.
Milletvekili listeleri yapılırken, partinin il ve ilçe teşkilatları şekillenirken, kongrede genel merkez yönetimi belirlenirken, kamuda atamalar ve icraatlar yapılırken hep bunları yaşadı.
Ama sürekli olarak direndi. Bu kuşatmayı yarmaya, kendisine bağımsız hareket alanları açmaya çalıştı.
Tabii bunlar nafile direnişlerdi. Başaramadı. Başarması mümkün değildi.
“Reis” yanlısı bir gazeteci bu durumu kaba, acı ve küçük düşürücü sözlerle ifade etti: “Davutoğlu kendisini Başbakan sanıyor.”
Bu noktada işaret etmek istediğim basit gerçek şu: Hiç kimsenin AKP içinde Erdoğan'a rağmen sonuç alması mümkün değil. Erdoğan'ın yaptıklarını isabetli bulmayanlar siyasi başarı şansını AKP dışında aramalıdır.
Davutoğlu eğer farklı hareket etmek istiyorsa, en uygun zaman 12 Eylül 2015 kongresiydi. Oluşturmak istediği yönetim listesi sert bir şekilde tırpanlandı. “Kabul etmezsen Binali Yıldırım Genel Başkan adayı olur” hamlesiyle karşılaştığında, değişik seçenekleri vardı. Ama hiç birini göze alamadı.
Davutoğlu kendisine çizilen çerçeve içinde “görevini” yapsaydı, aydınların nasıl yargılanacağı veya vizesiz seyahatin ne kadar önemli olduğu gibi konular asla sorun teşkil etmeyecekti. O durumda eminim ki Erdoğan bu konuları işlemez, kamuoyu önünde gündeme taşımazdı.
Bütün işaretler gösteriyor ki, Erdoğan epey bir süre önce Davutoğlu'yla yolları ayırma kararını vermişti. Hedef, bu sonuca asgari hasarla ulaşmaktı. O hedefe de ulaşıldı.
MKYK’da il ve ilçe örgütlerini atama yetkisinin Genel Başkan’dan alınması, görünenin ötesinde bir amaçla tasarlanmıştı. O yetkiyi Davutoğlu zaten kullanmıyor, kullanamıyordu. Belli ki amaç, onur kırıcı bir hareketle Davutoğlu’nu yıldırmak ve istifa kararı vermeye zorlamaktı..
Öyle oldu.
Trajedinin son sahnelerinde Davutoğlu, “nefsimi ayaklar altına alırım, bir faninin terk etmeyeceği düşünülen her makamı elimin tersiyle iterim” gibi gösterişli sözlerle fedakâr siyasetçi rolünü oynamak istedi. Ama o sözler ikna edici değildi.
Eğer en başta veya oyunun şartlarını fark ettiğinde görevi bıraksaydı, bu sözler anlamlı olabilirdi. İstifasını açıklarken, bunun kendi tercihi değil, bir zaruretin sonucu olduğunu söyledi.
Gerçek durumu yansıtan bu açıklama idi. Ama bir gün önceki “elimin tersiyle iterim” sözleriyle çelişiyordu.
Çünkü zaruretten fazilet doğmaz. Zorunluluk karşısında yapılan fedakarlık değildir.
Davutoğlu’nun trajedisi, öyküsünün İsa’ya da Musa’ya da yaranamadan bitmesi. AKP’liler ve “Reis” yandaşları açısından, kendisinden bekleneni yerine getiremedi ve görevi bırakmak zorunda bırakıldı.
Ülkenin demokrasiye bağlı geniş kesimleri de Davutoğlu’nu başarıyla anmayacak. Başbakanlık yaptığı 20 ay, basın ve ifade özgürlüğünün Afrika ülkeleri düzeyinin altına indiği, hukuk güvenliğinin dip yaptığı ve en iddialı olduğu dış politikada eşi görülmemiş başarısızlıkların yaşandığı bir dönem olarak hatırlanacak.
Bir Başbakanın trajik sonu Türkiye açısındanda hayırlı gelişmelere işaret etmiyor. Türkiye giderek artan bir şekilde, emredici Anayasa kuralları yerine fiili durumlara göre yönetilen bir ülkeye dönüşüyor.
Bunun sadece bir örneğini AKP’li bir milletvekili ifade etti. Türkiye’nin artık “fiilen başkanlık sistemine geçtiğini”, yani yürürlükteki Anayasa’nın koyduğu hükümet sisteminin askıya alındığını ilan etti.
Bu gidişin sonu nereye varır?
Cevabı, AKP’nin en güçlü destekçilerinden Yeni Şafak gazetesinden bir alıntıyla vermeye çalışalım. Gazetenin yazarı Ali Bayramoğlu’nun “Gidiş nereye?” başlıklı yazısındaki değerlendirmesi şöyle (7.5.2016):
“Cumhurbaşkanının… hem iktidar partisinin teşkilatına, hem yürütmeye “patron” olması…yasama çoğunluğu ile yürütme organının tek liderlik altında birleşmesidir. Daha önemlisi devlet ve iktidar partisi arasında bir özdeşlik halinin doğmasıdır.
Son gelişmelerin işaret ettiği fiili durum bu ise, ki onu andırıyor, bu yanlış ve tehlikeli bir yoldur.”