Avrupa Birliği ve Türkiye’nin ‘artan stratejik önemi’: Benim oğlum bina okur, döner döner bina okur
Almanya Başbakanı Olaf Scholz geçtiğimiz hafta başında Ankara’ya geldi. Apar topar planlanan ziyaretin esas nedeni belli ki Ukrayna’daki savaşa çözüm arayışlarına katkı yapmaktı.
Aralık ayında başlayan Ukrayna krizinin ilk aşamasında Rusya başlıca muhatap olarak Amerika’yı görmüştü ve Ankara’nın etkili olma şansı yoktu. Ama Amerika’nın liderliği savaşı önlemeye yetmedi. Şimdi Türkiye’ye gerçek bir fırsat doğdu.
Dilerim Türkiye o katkıyı yapar, en kısa sürede barış mümkün olur. Türkiye bunu başarabilir.
Scholz’un ziyareti sırasında ikili ilişkiler de görüşüldü. O arada Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ortak basın toplantısında, Türkiye - AB ilişkilerinin düzelmesi için Almanya’nın desteğini beklediğini açıkladı.
İktidarın hayal ettiği ve yandaş medyanın açıkça ifade ettiği beklentiye göre, Almanya Başbakanı’nın ziyareti ve son günlerde yapılan diğer yoğun temaslar, Türkiye’nin artan stratejik önemini gösteriyor. Böylece AB ilişkileri düzelecek ve hatta üyelik süreci canlanacak.
Hayal dünyasında gezen bazı yandaş kalemlere göre, Scholz’un ziyareti ile önümüzdeki başlıca engel olan “AB’nin Türkiye'ye yönelik stratejik körlüğünün aşılacağı” ortaya çıktı.
Üstelik hayal dünyasında gezinenler herhangi bir yandaş kalem değil, uluslararası ilişkiler alanında akademik unvan taşıyan ve iktidara en üst düzeyde danışmanlık yapan kişiler.
Muhalefet partilerimizin, Erdoğan ve Scholz’un beraber yaptığı basın açıklamasından hemen sonra anında sesini yükseltmesi gerekirdi.
Söylenecek çok şey vardı. Sen Türkiye’yi 5. sınıf hukuk devleti yaptığın ve yargıyı siyasete bağladığın sürece ne Scholz ne başkası sana yardımcı olabilir.
AİHM kararlarını kaba şekilde ihlal ediyorsun, anayasanın emredici hükümlerini umursamıyorsun. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın özgürlükleri hukuksuz şekilde yıllardır ellerinden alındı. Yüz binlerce KHK’lıya keyfi kararlarla çektirilen zulüm yıllardır devam ediyor. Nasıl düzeltebilirsin ki AB’yle ilişkileri?
Ama muhalefetimiz haftalık uzun grup konuşmalarında bile konuya girmedi. Muhalefetimizin yapmadığını Alman medyası kibar bir üslupla yaptı ve adeta söz birliği etmişçesine Ankara’yı hayale kapılmayın diye uyardı.
Frankfurter Allgemeine Zeitung: “Ukrayna'daki savaş… Batı'ya NATO üyesi Türkiye'nin stratejik konumunu hatırlatıyor… Ankara'nın yanılsamaya kapılmaması gerekir. Avrupa Birliği ile bir yakınlaşma Türkiye'deki insan hakları durumunun muazzam bir şekilde iyileşmesini şart koşuyor."
Rheinpfalz: "Saldırgan Putin konusunda ortak bakış açısının Almanya-Türkiye ilişkileri konusunda orta vadede yeni perspektifler doğurması muhtemel değil… Scholz'un Türkiye ziyareti iki ülke arasında son derece kötüleşmiş olan ilişkilerde bir ara nağme olarak kalacak."
Ancak unutmayalım ki, Türkiye’nin stratejik önemini kullanarak AB içinde kendine yer açma hayalleri AKP’yle başlamadı. O hayaller siyaset ve dış politika seçkinlerimiz arasında eski ve yaygın bir alışkanlıktır.
Biraz hatırlayalım.
Sovyetler Birliği 1990’ların başında dağıldığında, seçkinlerimiz arasında yaygın bir endişe vardı. Türkiye’nin stratejik önemi azalacak ve o nedenle AB’yle ilişkilerimiz zayıflayacaktı.
Tam 32 yıl önce şunları yazmıştım:
“Şimdi Sovyet tehdidi kalktı. Batının güvenlik stratejisi içinde Türkiye’nin taşıdığı değer azalacak. Bu, pek çok çevrenin ileri sürdüğünün aksine, olumlu bir gelişme.
Türk dış politikasında belirli bir zihniyetin savunucuları, ülkenin stratejik önemini ileri sürerek uluslararası ilişkilerde avantaj sağlayabileceklerini düşünür.
Mesela son zamanlarda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği gündeme geldikçe, üstelik en üst düzeydeki bazı devlet ve hükümet yöneticilerimiz Batılı meslektaşlarını ‘bizi Batı’nın savunma örgütü içine alıyorsunuz da neden ortak siyasi örgütlenmesi içine almıyorsunuz’ diye çok etkili olduğunu sandıkları gerekçelerle sıkıştırmaya çalışırdı. Ama başarılı olamadılar.
Artık bu tür gerekçelerin ağırlığı azalacak. Bu da sevindirici bir gelişme. Çünkü bir ülkenin ulusal güvenliğiyle ilgili konuların başka konularda bir pazarlık unsuru olarak kullanılması ciddi sakıncalar yaratabilir. Ayrıca, başka hiçbir şey olmasa bile, bir ulus için çok onur kırıcı bir yaklaşımdır.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta, Türkiye’nin stratejik önemi değil Batının ortak güvenliği açısında stratejik önemi azaldı. Türkiye’nin stratejik önemi kendi bölgesinde azalmayacak, muhtemelen artacak. Yeni dönemde, içinde bulunduğumuz bölgede milliyetçilik, mezhep ve etnik kökenli çatışmaların artması beklenmeli.
Artık stratejik önem yerine daha gerçek başka ağırlıklardan güç almak zorunda kalacağız. Üstelik Avrupa Birliği içinde bundan sonra Türkiye’nin karşılaşacağı rekabet daha sert olacak. Çünkü rakip sayısı artacak.”
AB ilişkilerini geliştirmek için gereken ağırlığı, stratejik önem değil “insan hakları, özgürlük ve demokrasi değerlerine bağlı bir rejime sahip olmak” diye özetlemiştim (Cumhuriyet, 25 ve 27 Ocak 1990).
Ama siyaset ve dış politika seçkinlerimizin büyük çoğunluğunun hayal dünyası, ezberledikleri yönde çalışmaya neredeyse kesintisiz devam etti. AB yolunda ilerlemek için 1990’lar boyunca inanılmaz konuları tartıştılar.
Avusturya’nın üyeliği gündeme gelince, büyük bir ciddiyetle, “biz onlardan çok önce başvurduk, sıra bizimdir” dediler. Bazı Doğu Avrupa ülkelerinin NATO üyeliği söz konusu olunca, aylar boyunca “ya bizi AB’ye alın, ya da onların NATO üyeliğini veto ederiz” blöfüne başvurmayı tartıştılar.
Körfez krizi çıkınca “hah şimdi Türkiye’nin stratejik önemi anlaşıldı, AB şansımız arttı” yorumları yaptılar. Ama galiba seçkinlerimizin hayal gücünün sınırsızlığını gösteren en çılgın örnek, bağımsızlık kazanan Orta Asya cumhuriyetleri ile yoğunlaşan ilişkilerimiz oldu. Seçkinlerimize göre işte o ilişkiler Türkiye’nin stratejik önemini kanıtlayacak, AB kapıları açılacaktı!
Dayanamayıp “Hayal gücü veya blöf yapmak kriter olsaydı, AB’ye çoktan üye olmuştuk” başlıklı bir yazı kaleme almıştım:
“AB karşısında kendi göreceli durumumuzu bir türlü gerçekçi bir şekilde göremeyişimiz, bizi sık sık tuhaf durumlara düşürüyor. Dışişleri yakın bir tarihe kadar AB’ye erken başvurmuş olmamızı ciddi bir üyelik nedeni sayıyordu. Şimdi moda, Orta Asya’da yeni keşfettiğimiz soydaşlarımız.
Dağılan Sovyetler’deki Türk-Müslüman cumhuriyetler üzerinde ‘hamilik kurmamızın’, bize AB kapısını açacağı söyleniyor. Evet, Türkiye bu halklarla mümkün olan en yakın ilişkileri kurmalı.
Ama nasıl olacak da Kırgızlarla ve Kazaklarla ilişkilerimiz bize Brüksel’in yolunu açacak?” (Cumhuriyet, 17 ve 18 Şubat 1997).
Az gittik uz gittik, 40 yılda bir arpa boyu yol alamadık. Şimdi Ukrayna’da arabuluculuk yaparak AB’yle ilişkileri düzeltmeyi konuşuyoruz.
Türkiye’nin AB macerasını galiba en güzel anlatan, algılama sorunları yaşayan oğlunun yıllardır mühendislik okulunu bitiremeyişini dile getiren babanın sözleridir: Benim oğlum bina okur, döner döner bina okur.