“Askeri ücret!”
Ülkemizde asgari ücretin seyrine, etkililiğine, yeterliliğine ve üzerinde yapılan tartışmalara bakınca, bir mecaz yapıp, “asgari ücret mi?” yoksa “askeri ücret mi?” diye sorabiliriz.
Malum zorunlu askerlik özü ve ilkesi itibariyle gönüllü, maddi karşılık beklemeden yapılan işlerden oluşan bir görev. O görevin asıl çekirdeğinde mesleki anlamda yer alan kadroların da ücret pazarlığı olanakları yok.
Buna karşılık iktisadi yaşam içinde önemli bir faktör ve üretimin asli unsuru olan işçilerin asgari ücret gibi bir konuları ve bu anlamda sendikaları yoluyla çalışma yaşamında belirleyici olma gibi bir olanakları var.
Bu, bütün kapitalist sistemlerde ve modern ekonomilerde, böyle… İşçiler, 30 günlük çalışma karşılıklarında devlet (kamu)- işveren- sendika arasında “bağıtlanmış” minimum bir ücret elde etmek durumundalar.
Buraya kadar prensipler, bundan sonra “gerçekler” konuşabilir: Bir kere Türkiye yüzde yirmilere dayanan bir işsizlik olgusu ve yanı sıra kayıtlı olanı aşmış kayıt-dışılığı ile işçiler dahil çalışanların üzerinde işten çıkarılma baskısının zımnen ve daima var olduğu bir ülke.
İkinci olarak, reel anlamda ücretlerde erime ve hayat standartlarında belirgin bir gerilemenin yaşandığı ara rejim dönemlerinden bu yana emek kesimini koruyacak, kollayacak sendikal yapılar; demokrasi tarihimizin en zayıf, cılız, etkisiz ve yetersiz profilini çizmekteler.
Ülkemizde beş milyonu aşan asgari ücretlilerin toplam çalışanlara oranı % 43’leri buluyor hatta asgari ücretin biraz üzerinde ücret elde edilenlerde eklendiğinde Türkiye’nin neredeyse üçte ikisi asgari ücretli düzeyinde yaşıyor.
Açlık sınırının 1.393 TL, yoksulluk sınırının 4.403 TL olduğu, gelir dağılımına ilişkin “bire sekiz kat” farklılıklar bulunduğu ülkemizde, milyonlarca insan ve aile gibi asgari ücretliler de “yaşamaya/ hayatta kalmaya çalışıyor”!
Dahası bu kesim de dahil vergilerin % 70’ini ödeyenler ücretli ve maaşlı insanlar ve de
Vergi uygulamasında bir üst dilime doğru ‘oynama, yılın ikinci altı ayından itibaren, asgari ücretlinin bir yıl için aldığı/alacağı ücret zammını, zaten alıp götürüyor…
Daha bir ay önce yaşanan seçimlerde asgari ücret ekseninde serdedilen vaatler, adeta “açık artırmayı” anımsatsa bile, enflasyon hesabı ve gayri safi yurt içi hasıla bazlı büyüme oranı temelinde belirlenecek asgari ücretin bu yıl da yeterli, adil, etkili olması olası görünmüyor.
Gerçekten 2016 için bir defada 1.300 TL olarak “söz”ü verilen asgari ücret için 10 Aralık’ta yeniden “masa” kurulacak... İşveren, “istihdam azalır, ihracat geriler, kayıt-dışı artar; prim kesintisine devlet katkı yapsın” deyip duruyor…
İşçi kesimi, “daha yıl bitmeden % 20 vergi yükü üstümüze binecek, gelecek yılın ikinci yarısında da vergi dilimi yükselecek; kaşıkla verir görünüyor, kepçeyle alıyorsunuz” diyor…
Değirmenin bu iki taşı arasında, bütçe dengeleri ile siyasetin vaatleri sarmalında bunalmış bir kamu var; gerçi artık taraflar, bir yerde “kaderlerine” de razılar; ama sonuçta kimse memnun olmayacak gibi…
Enflasyon ve gelir hesaplamasındaki soru işaretleri, işsizlik, etkisiz sendikalar, kıdem tazminatına göz diken ya da işsizlik fonuna “sulanan” yaklaşımlar; “alınan zammın daha yarı yolda buharlaşması” bütün bunlar bir yana: asgari ücrette iyileştirme yapılması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Ve DİSK’in altını çizdiği bir çarpıcı tespit şudur: “1978’den bu yana kişi başı gelir ‘240 artmış’ iken brüt asgari ücret ‘17 artmıştır’, eğer söz konusu artışlar aynı orantılarda olsaydı, bugün asgari ücret en azından 2.000 TL olmalıydı”. O nedenle 1.300 TL’ye işçiler değil önce patronlar şükretmelidir.
Öte yandan, ekonomide verimi, teknolojide gelişmeyi artırmadan, vergide geniş tabanlı reform yapmadan, gelir adaletsizliğini düzeltecek diğer önlemler alınmadan, refahı artırıp elde edilecek refah payını hakça dağıtmadan, asgari ücretin kalıcı bir ferahlık sağlaması pek olası görünmüyor.