Aşka Adanmışlık
Bizim kızlarla zaman zaman toplanıp dertleşiyoruz; eşler, çocuklar, hastalıklar, komiklikler... Yani yaşamın içinde ne varsa bir çırpıda döküveriyoruz eteğimizdeki taşları. O kadar ihtiyacımız var ki dostlara, ilgiye, samimiyete. Sanki yıllarca bulamamışız da yeni kavuşmuşuz, yeni doğmuş bebek gibi üzerine titriyoruz.
Diyorum ki temalı günler, temalı buluşmalar yapalım. Biraz özentiyimdir huyum kurusun Amerika’ da ki gibi kitap okuma günleri, maskeli ya da kıyafet partileri, terapi buluşmaları gibi ne kadar değişiklik, renk o kadar güzellik diye bakarım. Cadılar Bayramı’ nı kaçırdım evimin önüne balkabaklı mumlar asıp, onu, bunu cadı kılığında korkutamadım bu sene de diye hayıflanıyorum falan böyle işi yarı deliliğe vurup kendi çapımızda eğleniyoruz.
Duygusal ve çok irdeleyen bir karakteriniz olunca misal etrafınızdaki kuş tüyü bile rahatınızı kaçırmaya yetiyor ya da tam tersi. Bir film izliyorsunuz, yaşamın içindeki duruşunuzu yahut, etrafınızdaki insanların tavırlarını irdeliyor, her şey merkezinde mi diye baştan sona gerçekleri didikliyorsunuz. Kızlarla da yaşama dair pek çok şeyi sorguluyoruz iyi de geliyor bize. Konuşarak, paylaşarak, üzerine düşünerek ilerleyebiliyoruz.
‘’For All Eternity’’ de olduğu gibi kendini bir insana hayatının sonuna kadar adamak mümkün mü?
Getrude Wagner-Du Avusturya’ lı bir kadın 18 yaşında Çin’ li bir polise aşık olup, onun ülkesine gidiyor ve tüm ailesini, geçmişini, her şeyini geride bırakıp yerleşiyor. Çin’ de tamamen onların gelenek ve göreneklerine bağlı olarak yaşıyor. Üç cocuk doğuruyor, çamaşırlarını diğer kadınlarla birlikte, nehirde yıkıyor, kayınvalidesine ve çocuklarına bakıyor, ormandan odun kesiyor, sırtında taşıyor, tüm ev işlerini kendisi yapıyor. Kocası Çin Devrimi öncesi kömünist rejime karşı çıktığı için, inanılmaz şekilde acı çekiyor, işinden atılıyor, hayatını hapislerde yarı aç yarı tok geçiriyor. Kadın tüm bunlara rağmen kocasına olan aşkından, sadakatinden hiç bir şey yitirmiyor taa ki kocası komünistler tarafından öldürülene kadar. O zaman da Çin’ i terk edip ülkesi Avusturya’ ya dönmüyor. Kocasının yanına mezar kazdırıp, ona kavuşacağı günü bekliyor. Yaşamı filme konu ediliyor, film vizyona girmeden 2 gün önce kadın ölüyor....
Bunu nasıl bir yaşam, nasıl bir sevgiye adanmışlıktır Tanrım, mutlaka Dvd’ sini alıp seyredin lütfen. Ve hayatınızda bu kadar kuvvetli bir sevgi var mı sorgulayın....
Bu gün bir sabah programında görücü usulü evlilik konuşuluyor. Diğer tarafta izliyorum videoları adamın biri evlilik programında, önünde oturan kadının kafasına koltuğu indiriyor. Bir kadına şu veya bu nedenle el kaldırabiliyor, sonra evlenmeye geliyor. Aynı adam kendine eş seçme kriterini genç kız ve başından evlilik geçmeme şartına bağlıyor. Benzer programlarda kadınlar eş adaylarına soruyor sizler de biliyorsunuz; evin var mı, maaşın var mı v.s... Ben de diyorum ki madem bu kadar isteyeceksiniz bari tam isteyin de işe yarasın....
Bu durum için ne kadınları suçluyorum, ne erkekleri... Doğrusu bu bir yetiştirilme tarzı. Sevgisiz, mantığa dayalı evliliklerin ağırlıkta olduğu bir toplum bilinci maalesef. Diğer tarafta ülkemizde zengin çok zengin, fakir de çok fakir. Paranız olmadı mı adam yerine konulmuyorsunuz, parasız yaşamak kolay değil, iş yok, aş yok...
Böyle olunca da, ne kadın erkek için fedakarlık yapıyor, ne de erkek... İstisnalar yok mu? Var tabii ama az. Bilinç, eğitim düzeyi, kültür arttıkça nerede mantığını, nerede duygularını kullanabileceğini öğreniyor insan. Hani bir şarkı sözü var; ‘’Aşk layık olanda kalmalı’’ diye işte inşallah hep o layık olanlardan olalım....
Yoksa kaç yıl yaşadın? Diyelim 90. E ne olacak o kadar uzun yaşamaktan, aşk var mı sevgi var mı, sen ondan haber ver....