Ahlakı nasıl kaybettik?

Güncelleme:

Ahlakı nasıl kaybettik? - Resim : 1

Mustafa Akyol uzun süredir Batı dünyasının en etkili gazetelerinden New York Times’da, İslam ülkelerinde din ve siyaset yazıları kaleme alıyor. Geçtiğimiz ay “Müslüman Zihnini Yeniden Açmak – Akla, Özgürlüğe ve Hoşgörüye Dönüş” adlı dikkat çekici bir kitabı yayınlandı (*).

Akyol’un Amerikalı bir gazeteciden aktardığı ilginç bir anekdot var: “Uzaydan gelen akıllı bir misafir bin yıl önce dünyamızı ziyaret etseydi, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının ilkel Avrupalılar değil, er veya geç daha ileri Arap uygarlığı tarafından kolonize edileceğini öngörürdü” (s.56).

İslam uygarlığının bir zamanlar dünyada en önde olduğunu Müslümanlar daima haklı bir gururla hatırlar, vurgular. Ama geride kalmanın açık belirtileri en az dört yüz yıl önce ortaya çıkmış olmasına rağmen henüz çok azı, halen yükselerek süren İslam dünyasının büyük krizi hakkında doğru açıklamalar getirebildi.

Akyol’un çalışması bu hayati soruna güçlü ve ufuk açıcı cevaplar sunuyor.

Geniş bilgi üzerine kurulu kitap, İslam’ın ilk altı yüzyıllık klasik döneminin zengin düşünce tarihini, ana damarları açısından kolay anlaşılabilir bir dille anlatıyor. O mirasın bugüne yansımasını çarpıcı başlıklar altında toplamış ve çıkış yolları öneriyor.

Bir zamanlar astronomi, tıp, optik, felsefe, mimarlık dahil pek çok alanda en önde yürüyen İslam dünyası, evrensel ve kozmopolit ruhunu, bilimi nasıl kaybetti. İslam dünyası nasıl özgürlükler ve hoşgörü açısından sorunlu bir coğrafyaya dönüştü, vs.

Akyol’un çalışmasını kitapta yer alan iki bölüm başlığı altında özetlemeye çalışacağım.

Ahlakı nasıl kaybettik?

1990’larda siyasal İslamcı bir partiden milletvekilliği yapmış bir arkadaşım, Amerika’da üniversitede öğretim üyesi olarak çalışan kızını salgın öncesinde ziyarete gitti. Zor bir soruyla karşılaşmış: “Baba, bizim okulda kopya çekerken yakalananların hemen hepsi Müslüman ülkelerden gelen öğrenciler. Nasıl oluyor bu?”

Türkiye’nin iyi üniversitelerinden birinde okudum. Sınıfta kopya çeken öğrenci çoktu ve bunu genellikle saklamaz, kullandıkları yöntemleri arkadaşlarına anlatırdı.

Son sınıfta yaşadığımız bir olayı dün gibi hatırlarım. Birkaç ay sonra mezun olup maaş kazanmaya başlayacaktık. Bir arkadaşlarımız sevdiği kızla evlenmişti. Bir sabah odada sınavın başlamasını beklerken, eşinin nefes nefese koşturarak içeri girdiğini gördük: “Kopya rulolarını evde unutmuşsun ya, taksi tutup yetiştim.”

15 Temmuz darbe girişiminden sonra ayrıntılarını medyada okuduğumuz gibi, dünyanın en büyük kopyacılık olayı herhalde Türkiye’de yaşandı. Okullara ve kamu görevlerine giriş sınavı sorularının çalınıp yandaşlara dağıtılması en az dokuz yıl sürdü, çalma işinde yüzlerce kişi çalıştı, on binlerce kişi çalınmış soruları alıp kullandı.

Bu ahlaksızlık şebekesinin en tepesinde bir imam, onun etrafındaki en üst çevrede muhtemelen beş vakit namazda kusur etmeyen başka dindarlar bulunuyordu.

Gerçekten, nasıl oluyor bu?

Ahlak, doğru veya yanlış davranış kurallarını belirleyen ilkelerdir. Ama diğer kurallardan farkı, neyin doğru veya yanlış olduğuna bireyin iç değerlendirmeyle kendisinin karar vermesidir. Trafik kuralları, yasalar, vs. gibi karşılaştığımız pek çok dışsal kuraldan farklı olarak içseldir.

Doğru/yanlış veya iyi/kötü değerlendirmesini sağladığı varsayılan iç güce veya teraziye genellikle vicdan deriz. Ama yargılamayı yapan akıldır. İnsan aklıdır. Modern ahlak felsefesinin önde gelen başvuru yapıtı, Pratik Aklın Eleştirisi (1788) adını taşır.

Immanuel Kant o büyük yapıtında (ve diğerlerinde), en basit ifadeyle, ahlaki değerlendirme yapan aklı ve aklın ulaştığı en yüksek ahlaki buyrukları anlatır. Bunların ayrıntısına girmeyeceğim; sadece ahlaki yargılama yapanın akıl olduğunu vurgulamak istiyorum.

Güçlü ahlaki (ve başka her türlü) yargılama için özerk akıl, yani kendi iç yasalarına sahip, dışsal otoritenin ve dogmaların baskısından kurtulmuş akıl şarttır.

İslam teolojisi (kelam ilmi) klasik çağda şekillendi. Değişik okullar arasında farklılıklar olmakla beraber, istisnasız hepsinde akıl geride kaldı. Bazen tamamen dışlandı ve ilahi vahiy (nakil) kayıtsız şartsız belirleyici oldu. Hiçbir gelenekte akıl, nakil karşısında özerklik kazanamadı. Benzer gelişme hukukta (fıkıh) yaşandı. Fıkıh usulünün önemli bir işlevi, aklı derdest edip zapturapta almak oldu. Bu konulara gelecek yazımızda biraz daha ayrıntılı gireceğiz.

Aklın dışlandığı bir temel üstüne kapsadığı konular, ayrıntılar ve sayısı itibariyle muazzam bir fıkıh yapısı inşa edildi. Öylesine dev bir dışsal kurallar silsilesi kuruldu ki, derinlere gömülen akıl nefes alamaz oldu.

Ahlak değil şekilcilik veya ahlakın etrafından dolanma yolları öne çıktı.

Bir başka husus, gelenek içinden bol bol somut davranış örnekleri göstermek, ahlak oluşturmanın öncelikli boyutunu oluşturdu. Kant’a göre, somut örneklerin mihenk taşı gibi kullanılması, ahlaki yargılamayı aklın gücü yerine sezgiler ve duygular dünyasına kaydırma eğilimi taşır. O yönteme şiddetle karşı çıkar.

Hz. Ömer’e üzerindeki elbisenin kumaşını nereden aldın diye hesap soran sahabe ve benzeri hikayeler bol bol anlatılmasına rağmen bugün yaşadıklarımıza bakarsak, en azından kendi ülkemizdeki tecrübenin Kant’ı doğruladığı söylenebilir.

Elbette toplumlarda yaşanan ahlaki zaaflar konusunu çok yönlü ele almak gerekir. Ama aklın zincire vurulduğu kültürlerde, ahlaklı davranışın güçlenmesi ve yaygınlık kazanması zordur.

Akyol kitabında yukarıda özetlediğimiz gelişmelerin tarihi arka planını anlatmış. İslam ülkelerinde yaşanan ahlak krizinin örnekleri ve aydınlatıcı analizler var. Ahlaki değerlerin din dışında ve dinden önce de var olduğuna işaret ediyor (etik nesnellik).

Çağdaş Müslüman dünyada görülen  “dindar ahlaksızlığın” köklerinin “etik değerlerle ilahi emirlerin özdeş kılınmasında” yattığını vurguluyor. “Tanım gereği, dini kuralların izin verdiği ahlaki, yasakladığı gayri ahlaki oluyor… dini kuralları değerlendirmek için bağımsız ahlaki ölçüt bulunmuyor… İslam’ın müminleri bağlayan özgün ilke ve kuralları yanında, tüm insanları bağlayan evrensel ilke ve kurallar da var – ve bu ikisi birbirinin alternatifi değildir. Ancak (bunu başarmak için) ‘iyi’ ve ‘kötü’ tanımındaki teolojik (kelam kaynaklı) yol engellerinin, insan aklı tarafından kaldırılması gerekiyor” (s.46, 49).

Kitapta ilginç bir tespit, Türkçe ‘vicdan’ ve bunun Arapça karşılığı ‘damir’ sözcüklerinin bugünkü anlamına ancak 19. yüzyılda ve Batı edebiyatından yapılan çevirilerle kavuşabilmesi.

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Akyol’un da alıntı yaptığı kapsamlı makalesinde sorunu “Ahlakın Fıkıh Kuralları Arasında Buharlaşması” olarak adlandırıyor:

“ahlakın buharlaşması kelimesiyle anlatılmak istenen, ahlakın kurallar arasında zayıflaması, tali bir konuma düşüp önemsizleşmesi, bazen de gözden uzaklaşıp unutulmasının serüvenidir…

Konu elbette din-akıl ilişkisi, hüsün ve kubuh (iyi ve kötü) meselesiyle bağlantılıdır…

Ağır basan Eş’ari düşüncesi neticede ahlakiliğin akli ve insani yönünün gölgelenmesine, bireyin inisiyatifinin şer’i hüküm lehine daraltılmasına, yani böyle bir algının oluşmasına yol açmıştır… dini kavram ve değerlere sıkça atıf yapıldığı İslam toplumlarında ahlaki yoksunluğun ve erdemsizliğin ileri düzeyde olması, sadece bir kesimi değil hepimizi… derinden düşündürmeli.”

Burada yazdıklarımız, acaba şu günlerde ortaya saçılan iğrençlikler ve derin çürümeyle bağlantılı olabilir mi? Okuyucular karar versin.

Tabii akıl sadece ahlak için değil, her yerde lazım. Gelecek yazımızda “Gerçekten, aklı niçin kaybettik” başlığını ele alacağız.

——————–

(*)- Reopening Muslim Minds: A Return to Reason, Freedom, and Tolerance, 308 sayfa, St. Martin’s Essentials, New York, 2021.

Kaynak: Halukozdalga.com