12 Eylül Darbesi 40 Yaşına Girerken...

Güncelleme:

12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 39 yıl geçti.

Konu yıl dönümü vesilesiyle yeniden gündeme gelince, önüne gelen yine atıp tutmaya başladı.

Hukukta evrensel kuraldır; Yargılanan fiilin hangi şartlar altında cereyan ettiği, fiili işleyenin hangi koşullara göre ve ne motivasyonla davrandığı, hükmü belirler.

Şimdi dinliyorum, okuyorum, izliyorum.

Önüne gelen ‘ucuz kahramanlık’ yapıyor.

"Özal Amerika'nın kuklasıydı, gençler idam edildi..." kabilinden romantik ve ideolojik detoks yapan yapana.

Peşinen söyleyeyim:
1- Askeri darbelere karşıyım. En kötü seçim en iyi darbeden ehvendir.
2- İnsanların fikirlerinden dolayı hapsedilmesine ve öldürme fiilini işlemediyse, ölüm cezasına çarptırılmasına da karşıyım.

Şimdi gelelim ucuz kahraman gerzeklere anlatılması gereken bazı gerçeklerin detaylarına.

Bağımsız İtalyan Cumhuriyeti'nin başkenti Roma’dasınız.

ABD’ye uçacaksınız. Havalimanında ayrı bir bölüme giriyorsunuz.

Halbuki polis ve güvenlikten geçmişsiniz. Ki başka ülkelere uçanlara böyle bir uygulama yok.

Sadece Amerika yolcularına mahsus.

Tekrar güvenlik, tekrar polis ve tekrar arama...

‘Baba’ Türk olarak canınız sıkılıyor.

‘Ne Amerika’ymış be kardeşim’ diye içinden geçiriyorsunuz.

"Ne de olsa ‘Makarnacı İtalyanlar’ Amerika bunlara diş geçiriyor" diye düşünerek, İtalyanları aşağılıyor ve kendi egonuzu pohpohluyorsunuz:

Berlin’e gidiyorsunuz. Tam bağımsız Almanya'nın başkenti. Hani şu hayranlık uyandıran Mercedes’i üreten ülke. Fakat o da ne? Amerika’ya uçacaksanız ama Roma’daki filmin birebir aynısı oynuyor. Tek fark İngilizce aksan daha düzgün.

Şimdi, yüzeysel bilgi sahibi enteller için gelelim işin gerçeğine:

Amerika’da havacılık dairesi (FAA) diye bir kurum var.

Bu kurumdan uçuş belgesi ya da mütekabiliyet alamayan hiçbir uçak uluslararası uçuş yapamaz.

Hadi sıkıysa son derece karlı olan, günde 10 sefer yaptığın, milli markan THY güvenlik kurallarına uymasın. Mazereti de ben tam bağımsız bir ülkeyim olsun.

Başka bir örnek daha vereyim...

Biricik evladını özel okullarda okutmuşun. Amerika’da yüksek eğitime göndermişsin. Gurur ve prestij kaynağın. Amerikan eğitimi belki de sınıf atlaması, iyi bir gelecek için zorunlu bir adım. Dişinden tırnağından arttırmışsın. Evladına okul parası göndermek istiyorsun. Geçiyorsun ekranın başına bir tuş darbesi ile 30 saniye sonra para evladının Amerika’daki hesabında.

Neden?

Çünkü Amerika’nın kurduğu ve yönettiği SWIFT sistemi bu transferi mümkün kılıyor.

Ha! Özal’dan önce bu transfer yapılamıyor muydu?

Tabii ki yapılıyordu.

Şöyle ki, çantaya doldurulan nakit parayla Tahtakale’ye gidiliyordu. Orada bir masa ve kasadan ibaret olan bir yerde kırık Türkçe konuşan bir vatandaştan, karaborsa kurundan dolar satın alınıyordu. Üstüne bir güzel yüzde üç komisyon da ödeniyordu.

Bu yöntemle satın alınan dolarlar, ancak 48 saat sonra Amerika'daki evladınızın hesabına geçiyordu.

Şimdi teybi geri saralım...

II. Dünya Savaşı bitmiş. NATO bloğu var. Varşova Paktı var.

İki süper devletin satranç tahtası belirlenmiş.

Türkiye önemli bir taş.

Sovyetler bir hata yapıyor, anarşistlerin meşhur kokteyline isim babalığı yapan Stalin’in Dış İşleri Bakanı Molotof, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep ediyor.

O zamanki Türkiye’yi yönetenler ‘Yandım Allah hop’ Türkiye’yi 1952’de NATO üyesi yapıyorlar.

Türkiye NATO üyesi olunca tabii ki Amerikan üstleri tüm ülkede mantar gibi bitiyor, Ruslar da buna karşılık Küba’da komünist rejimi destekliyorlar.

Her iki süper güç rahat durmuyor. Amerikalılar Küba’da darbe yapmak peşinde koşuyor. (Bknz. 'Domuzlar Körfez’i Çıkarması’ )

Ruslar Türkiye’de 6. Filo’ya karşı ‘Tam Bağımsız Türkiye' sloganıyla faaliyet gösteriyor.

Rusya, sınırında NATO üyesi istemiyor.

ABD ise arka bahçesi Latin Amerika’da Marksist rejime karşı.

ABD’nin restini gören Ruslar, misillime olarak Hafız Esat'a Suriye’de, Cemal Nasır’a da Mısır’da darbe yaptırıyorlar. Hem de Türkiye’nin NATO’ya girdiği yıl.

Sonrası malumunuz. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi, darbe girişimleri, 12 Mart darbesi, 12 Eylül 1980 darbesi ve bir sürü anti demokratik olaylar silsilesi.

Amerika’nın bütün derdi; Rusya’nın güney’e doğru genişlemesini önlemek!

Amerika’nın ikinci derdi; Latin Amerika’yı Komünistlerden uzak tutmak!

Bunları uygulayacak tek vasıta da o ülkelerin askeri gücü.

Rusya’nın tüm derdi de Amerika’nın etkili olduğu ülkelerde, bağımsızlık, etnik gruplar, sendikalar vs üzerinden Amerikan düşmanlığı yaratmak ve Amerika’nın nüfuzunu azaltmak.

1968’de dünyada esen rüzgarlara paralel olarak Çekler bağımsız olmak isterken, bir gecede Sovyet tankları Prag’a dalıp hükümete el koyuyor.

Yine iki süper güç arasında paylaşılamayan başka bir toprak, Afganistan’a Aralık 1979’da Sovyet tankları dalıp devlete el koyuyor.

Aradan 10 ay geçmeden Türkiye'de ABD yanlısı bir askeri darbe yaşanıyor.

Görüldüğü üzere her iki süper güç karşılıklı hamleler yapıyor.

MEDYANIN SOL DNA’SI

İşin tabiatı itibarıyla medya mensuplarının sol eğilimli olması kaçınılmaz.

Bazıları yarı cahil ama bazıları da aşırı bilinçli ve ideolojik olarak solcu.

Doğal olarak Amerika’yı hedef alırlar. Olabilir!

Ama konuya küresel oyun olarak bakarsak...

Her iki tarafın, yani Rusya ve Amerika’nın aslında ulusal çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkeleri kullandıkları aşikar.

Şimdi bazı medya mensupları çıkmış "Özal Amerika’nın kuklasıydı, Amerika’nın adamıydı" falan filan, atıp tutuyor.

ÖZAL NE YAPTI?

Şöyle bir Türkiye düşünün...

İnatçı ve köhne politikacılar memleketi 70 cente muhtaç etmiş.

Neskafe içmek lüks ve ayrıcalık olmuş çünkü ithal ediliyor.

1930-1980 arası devletçilik ve bürokrasi denetiminde ekonomik kalkınma yapılmaya çalışılmış.

Son 40 yılın orta sınıfın neredeyse tamamı bürokrasi kökenli.

Dünyada mal, hizmet ve sermayelerin serbest dolaşıma girmesiyle birlikte serbest piyasa rüzgarlarının estiğini gören Özal, Türk insanının girişimciliğini tetikliyor ve Osmanlı’dan 1980’e kadar tütün, incir, kayısı, pamuk dışında doğru dürüst ihracat yapamayan bir ekonomiyi dışa açıyor.

Bu doğal olarak yeni bir orta sınıf ve yeni bir servet transferini de beraberinde getiriyor.

Bürokrat kökenli orta sınıfın buna reaksiyon vermesi ve ‘Liboş’ adı altında aşağılaması beklenen bir davranış.

O devletçi damar, yani bürokratik etatist refleks halen ana muhalefet partisi CHP’nin içinde var. (CHP yöneticilerin CV'lerine bakmak yeterli)

Sosyal medyadaki ‘Nazilli Basma Fabrikası' nostaljisi, entellerin İstanbul Yeni Havalimanı fetişizmi, paralı otoyol kara mizahı, aslında aynı fidanın değişik renkteki gülleri.

Gelelim günümüze, 12 Eylül darbesini, asılan gençleri, yapılan haksızlıkları hatırlatırken Özal’ı "suçlu, kukla ve işe yaramaz" diye lanse eden solculara bakınız.

Hepsinin başka bir ortak özelliği daha var. Hepsi istisnasız Erdoğan düşmanı.

Olabilir! Fikir ayrılığıdır.İfade özgürlüğüdür. Normal karşılamak gerek...

Şimdi...

Aynı solcuların ve Özal düşmanlarının içten içe bel ve umut bağladığı, Erdoğan’ı devirme hedefiyle kurulacak olan yeni iki partiye göz atalım.

Birisi, Ahmet Davutoğlu’nun partisi. Özal’ın 4 eğilimi bir araya getiren ANAP’nın muhafazakar-milliyetçi kanadı.

Diğeri ise Ali Babacan’ın girişimi, tutucu ama serbest piyasa destekçisi kanadı gibi.

Yani her 2 yeni parti de Özal’ın ANAP'ının 2 kanadı gibi.

Ne büyük çelişki ama.

İlla kin kusacağım, illa geçmişin faturasını birisine çıkaracağım diyerek, çamur atarak, küçük düşürmeye çalışarak, nifak sokmak, bölücülük yapmanın ne anlamı var.

Özal o günkü dünyada, o günkü şartlarda elinden gelenin en iyisini yapmıştır.

Dünyayı ve konuları anlamadan ucuz kahramanlık yapmanın, dogmatik kin gütmenin kime ve neye faydası var?

12 Eylül’e giden yolun taşlarını Özal döşemedi.

12 Eylül sonrası ortaya çıkan durumu kaldıraç yaparak Türkiye’yi dünyanın ileri ülkeleri seviyesine çıkarmaya çalıştı.

Türk insanı bazı medya mensuplarının zorla yedirmeğe çalıştığı bu tür ideolojik inadı ve sığlığı hak etmiyor.

Diğer Yazıları
Ne Seçimdi Ama…
Paris Olimpiyatları ve Tarihi Anılar