Analiz - Ab Müktesebatının Mülteci Çaresizliği Ve Balkanlar

Analiz - Ab Müktesebatının Mülteci Çaresizliği Ve Balkanlar
Güncelleme:

Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Oğurlu, AB'nin kronik entegrasyon sorununun mülteci krizinin ardından kazandığı yeni boyutları, mevcut durumun, kıtanın ortak değerleri ile kurallarını temsil eden AB müktesebatı açısından taşıd

SARAYBOSNA (AA) - YÜCEL OĞURLU - Mülteci krizi dolayısıyla derin bir korkunun egemen olduğu Avrupa, kıtanın ortak değerlerini ve kurallarını temsil eden AB müktesebatını yeniden tartışıyor. Bu süreçte AB'in omurgasını teşkil eden başlıca aktörlerin dışında Slovakya, Macaristan, Çek ve Polonya gibi doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin işbirliği çabaları, Birlik içinde yeni model ve ortaklık arayışları açısından ilgi çekici bir örnek oluşturuyor.

Avrupa Birliği hukukunun ortak değer ve kurallarını temsil eden Avrupa müktesebatı ile ilgili bugüne kadar mülteci ve göçmen hukuku konusunda hukuk fakülteleri, göç ve iltica araştırmaları merkezleri kanalıyla sayısız çalışma yürütüldü. Bugün Avrupa kıtası, Schengen vizesi uygulaması konusunda kilitlenecek olan sistem üzerinden daha derin bir korku ile yüzleşiyor. Bu korku, her ne sebeple olursa olsun Avrupa kıtasının Asya ve Afrika'dan gelen yabancılar tarafından istilasıdır ve bu hiç de yeni bir endişe değildir. Kıtaya geçici işçi statüsünde İkinci Dünya Savaşı sonrasında çalışmak için gelen göçmenler ve onların aileleri öteden beri siyasi ve akademik tartışma konuları arasındaydı. İşçi statüsünde çalışmak için gelen Türkler, iç savaştan kaçan Cezayirliler, daha sonraki dönemlerde Faslılar, Tunuslular veya yüksek öğrenim amacıyla özellikle İngiltere ve çevresine göç eden Hint ve Pakistanlılar Avrupa'da her zaman varlığını sürdüren aşırı sağcı ve hatta ırkçı partiler tarafından hedef haline getiriliyordu.

- AB, müktesebatını çiğnemek zorunda kalıyor

Suriye iç savaşı ise yepyeni ve gözardı edilemeyecek daha büyük ve ani kitlesel göçlere zemin hazırladı. Bugün bu göç dalgasına, Afganistan'daki savaştan veya Irak'taki kargaşadan kaçanlar ile Afrikalılar da katılınca Avrupa kapılarına bir anda yüzbinlerce mülteci veya göçmen dayanmış oldu.

Bugün Avrupa Birliği, göçmen ve mülteci hukuku konusunda geliştirdiği temel ilke ve kuralları yeniden tartışırken bir yandan da bu kuralları çiğnemek zorunda kalıyor. Alışık olmadığımız bu katı tutumun altında kuşkusuz, yıldan yıla Avrupa'nın yerli nüfusunda dramatik ölçeklerde seyreden düşüş, diğer yandan bu demografik tehlikeye rağmen Avrupa kültürüne yabancı unsurların sürekli olarak kıtaya yerleşmesi yatıyor. Bu beklenmedik durum, toplumun belirli kesimlerinde ciddi rahatsızlık doğururken fırsattan istifade eden ırkçı partilerin politik olarak güçlenmesine sebep oluyor. Bu etki Fransa'dan Almanya'ya Macaristan'dan Slovakya'ya kadar Avrupa'nın her köşesinde çıplak gözle görülebilen bir trend.

Türkiye'nin göçmen ve mülteci hukuku konusunda gelişmiş bir teoriye sahip olduğunu söylemek mümkün olmasa da pratikte insani yardım ve samimiyet testlerini başarıyla geçtiği ortada. Resmi rakamlara göre 3 milyona yaklaşan mülteciyi ağırlamasıyla Türkiye'nin üzerine düşenden fazlasını büyük bir fedakarlıkla üstlendiği apaçık.

- Türkiye, Batı Avrupa'nın yapamadığını başardı

Göçmenlere sağlamış olduğu yardımlar, ilkokuldan yüksek öğrenime kadar temin edilen her türlü imkan, Batı Avrupa'da onlarca yıldır tartışılan göçmen ve mülteci hukukunun ürettiği bütün değerlerin ötesinde bir "uygulamayı" başarıyla ortaya koydu. Henüz Batı Avrupa kıyılarına ulaşmadan Ege sahillerine vuran binlerce kadın ve çocuk cesedi olayın dünya gündemine taşınması için yeterli olamamış ve ciddiye alınmamıştı. Ancak bir şekilde ciddi bir göçmen kitlesinin Batı Avrupa'ya ulaşacağı anlaşıldığında olay birdenbire dünya gündemine girmiş oldu. Göçmenlerin Türkiye'den sonra zorunlu güzergahı olan Yunanistan ve diğer Balkan ülkeleri bu "sıcak patatesi" bir anda ellerinde buluverdiler. Balkanlara komşu olan Doğu Avrupa ülkeleri de bu tartışmaların içerisinde kendilerini buldu.

Türkiye'nin hiçbir tereddüdü olmaksızın mültecilere karşı son dört yıldır fiilen üstlendiği bu destek ve yardımın ilanihaye sürmesini ve bu fedakarlığın diğer ülkeler tarafından minimum seviyede, baştan savma kabilinden geçiştirilmeye çalışılması kabul edilebilir değil. Birkaç bin mülteci ve göçmen, Avrupa’nın konforunu kaçırmaya fazlasıyla yetti. Bu konuda Avrupa Birliği'nin lokomotif gücü olan Almanya'nın, Birliğin vize ve göçmen politikalarının çökmesi korkusuyla kafa yorduğu ve en ciddi adımları attığı görülmekte.

Bilindiği üzere, Türkiye ve Avrupa Birliği arasında Almanya üzerinden uzun uzadıya görüşmeler yapılmıştı. Burada, yalnızca Türkiye'ye maddi destek ile sınırlı kalan ve bir anlamda, göçmenlerin Avrupa kapılarına dayanmaması görevini de Türkiye'ye yükleyen ve karşılık olarak Türkiye'nin masraflarına destek olacak ücret mukabili bir ilişkiden söz ediyoruz. Türkiye'nin bu ilişkide taraf olmasının, bugüne kadar yapılan fedakarlığa dünyanın gözlerini kapatması, sınırlarını açmak bir yana, mali destek konusunda bile katkı sağlanmamasına bir tepki olduğu anlaşılıyor.

- İran'ın Suriye'deki varlığı

Türkiye'nin Suriye'de iç savaşın çıkmaması için gösterdiği çaba ve savaş çıktıktan sonra mülteci ve göçmenlere kucak açması herhalde dünya tarafından hiçbir şekilde görülmek istenmiyor. Buna mukabil 16 devletin bir şekilde müdahil olduğu Suriye savaşında kısa süre öncesine kadar terör listesinde yer alan İran'ın bütün varlığıyla yer almasına karşı dünyanın bu konudaki sessizliği farkına varılması gereken önemli diğer bir ayrıntı.

Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Türkiye ve Kuzey Afrika'dan geçici işçileri ucuz işgücü olarak taşıdığı herkesin malumu. 1989 sonrasında ise Balkanlar bölgesi ve Doğu Avrupa, Batı Avrupa'daki işgücü için yeni bir kaynak olmaya başlamıştı. Batı Avrupa'da hızla yaşlanan nüfus ve evliliklerin düşük olması sebebiyle nüfus artışının eksilerde seyretmesi böyle bir zorunluluk oluşturmuştu. Bu nüfus hareketlerinin bazı Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde sistemi çökertecek boyutta olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin, Bulgaristan'ın nüfusunun bugün tam olarak kaç milyona düştüğü tam bir muamma. 5 milyon ila 7 milyon rakamları telaffuz ediliyor. Halbuki Bulgaristan'ın nüfusu, Doğu Blokunun çöküşünden önce yaklaşık 9 milyon kadardı ve her yıl ciddi bir nüfus kaybı dikkat çekiyor. Aynı durum ekonomik kriz yaşayan ve Avustralya'ya kadar deniz aşırı göç veren Yunanistan'ın, İngiltere'ye göç veren Polonya'nın ve Almanya başta olmak üzere diğer ülkelere göç veren Kosova, Arnavutluk gibi eski Yugoslav ülkelerinin ortak problemidir. Bugün Balkanlarda birçok gencin hayalinin, yükselen yabancı düşmanlığına ve ekonomik istikrarın bozulmasına rağmen hala Batı Avrupa'da kendilerine bir iş bularak hayatlarını orada sürdürmek olduğunu hatırlatmak gerekir.

- Slovakya'da yabancı düşmanlığı had safhada

Bu anlamda boşalan yerlere göçmen veya mültecilerin yerleşeceği gibi ciddi bir korku ve yükselen yabancı düşmanlığı en hafif tabiriyle yabancılara karşı hoşnutsuzluk artık bütün Avrupa'da çok açıkça hissediliyor ve protestolarla gün yüzüne çıkıyor.

Batı Avrupa ülkelerinde ırkçı partilerin yükselişi veya yabancı düşmanlığı konusunda basında birçok haber ve analiz bulunabilir. Fakat küçücük bir ülke olan ve geçmişte sosyalizm üzerinden enternasyonal yaklaşımlı bir eğitim sistemi geliştirmiş olan Slovakya, bugün yabancı düşmanlığının had safhaya çıktığı bir ülke konumunda. 2015 yılında sadece 140 göçmen kabul etmiş olan bu ülkede haftalardır 'kızılca kıyamet' kopuyor. Yine 50 yıldır bu ülkede yaşayan insanlar bile yabancı düşmanlığı kapsamında hedef haline getirilebiliyor. Göçmenler bahanesiyle birbirini izleyen yasaklamalar ve sınırlamalar ile Slovakya farklı etnik kökenli ve ülkenin resmi dini dışındaki dinlere mensup kendi vatandaşlarını bile dışlıyor. Öte yandan Çek ve Slovak Cumhuriyetleri Suriye’den sadece Hristiyan göçmenleri kabul edeceklerini açıklayabiliyor.

- Avrupa kendine yabancılaşıyor

Doğusundan batısına bütün Avrupa kıtasının, 1960-70'lerin hümanizm söylemlerinden oldukça uzak bu yeni resimle kendine yabancılaşmış bir görüntü verdiğini ifade etmek gerekir.

Avrupa Birliği müktesebatı çerçevesinde Avrupa'da üretilmiş olan önemli hukuk değerlerinin, sadece Avrupalılar mı yoksa tüm insanlık için mi model olduğu konusunda Avrupa ciddi bir testten geçiyor. Bu noktada yabancıların yeni katıldıkları toplumun kültürünü tanımaya çalışmadıkları, saygı göstermedikleri ve entegre olmadıkları gibi bir yönüyle haklı iddialar olabilir. Fakat bunun anlamı, entegrasyon adıyla yürütülen asimilasyon politikalarıyla, kültürel çeşitlilik, çokkültürlülük, farklılıklara saygı ve bir arada yaşama kültürü gibi iddialı sözler ile gelişen Avrupa Birliği müktesebatının bir anlamda çöküşü olduğunu söylemek gerekir. Bu bakımdan, Avrupa Birliği müktesebatının bu yeni olgu ve olaylar zinciri çerçevesinde yeni formlar ve tarzlar geliştirmesi gerektiğini ifade etmek gerekir. Özellikle insan hakları konusu, göçmen ve mültecilere ilişkin sorunlara çözüm bulmak için problemi kaynağında çözmek gerekiyor. Batı Avrupa ve ABD'nin politik olarak böyle bir güce hala sahip olduğunu biliyoruz.

Ortadoğu'da kan akmaya devam ettikçe, maalesef dünyanın diğer bölgeleri de bu rahatsızlıktan bir şekilde nasibini almaya devam ediyor. Her insanın kendi coğrafyasında insani bir ortam içerisinde yaşamasını sağlamak, bütün dünyanın üzerinde uzlaşması gereken ortak payda olmalıydı. Bu sebeple, sorunların yerinde çözülmesi, demokratik rejimlerin kurulması, halkın taleplerinin dikkate alınması ve halkıyla savaşmayacak makul rejimlerin kurulması bütün dünyanın geleceği için son derece elzem. Diğer yandan, göç veren bölgelerdeki iç şavaşları sona erdirmek, refah ve huzuru arttıracak basit tedbirlerin ve halkın demokratik taleplerinin dikkate alınmasını sağlamanın yukarıda özetlenen olumsuz süreci tersine çevirmenin tek yolu olduğunu gündeme taşıyıp tartışmak gerekiyor.