Oktay Ekşi: ''Hürriyet'in satışı normal değil''
Doğan Medya Grubu’na bağlı olan medya organlarının Demirören Grubu’na satışının gündeme gelmesiyle birlikte Hürriyet Gazetesi’nde 44 yıl boyunca çalışan ve bunun 36 yılını “Başyazar” olarak geçiren Oktay Ekşi ile konuşma ihtiyacı hissettik.
Röportaj: Cem GÜNER / HABER3COM
Halen kitap yazarak mesleğine devam eden Ekşi ile başta Hürriyet Gazetesi olmakla birlikte, Doğan Medya Grubu’na bağlı medya organlarının satışıyla birlikte; bir gazeteci gözüyle milletvekilliğini, TBMM’yi ve rahmetli eşi Prof. Dr. Aysel Ekşi’nin Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki toplum tarafından pek bilinmeyen mücadelesini de konuştuk.
İşte Cem Güner’in soruları ve Oktay Ekşi’nin verdiği samimi cevaplar…
HALEN RÜYALARIMDA GAZETECİLİK YAPTIĞIMI GÖRÜYORUM
Hürriyet Gazetesi Başyazarlığı ve Basın Konseyi Başkanlığı görevlerini kısa aralıklarla arka arkaya bıraktınız. Bir süre sonra CHP’den milletvekili seçildiğiniz için yine aktif hayatın içerisindeydiniz aslında ama yine de şunu sormak istiyorum; gazeteciliği bırakınca kendinizi boşlukta hissettiniz mi?
E tabi.. Ben gazetecilikten bir saniye ayrıldığım zaman kendimi boşlukta hissederim. O benim hayatımı çok dolduran bir gerçektir. Hayatımda hem o zaman, hem de daha önce zaman zaman işsiz kaldığım oldu. Mesela 1983 yılında SODEP’in kurucuları arasına girdim. 1984’te askerler önümüzü kestiler vs vs.. Erdal (İnönü) Bey’den rahmetliden izin aldım, dedim ki; “ben mesleğime dönmek ihtiyacındayım, maddi durumum artık elvermiyor bu işe (siyasete) devam etmeye. O nedenle beni bağışlayın ben artık İstanbul’a döneceğim” dedim. İzin aldım ve ayrıldım siyasetten. Yani SODEP’ten de bağımı kestim yine kendisinden izin alarak. Ve gazeteciliğe dönmek kararıyla buraya geldim. 4.5 ay işsiz kaldım. O sırada çektiğim boşluk veyahut işsizlik sıkıntısını unutamam.
Tekrar edeyim; benim gazetecilikten ayrıldığı saniyeden bir sonraki dakikaya kadar çok ciddi boşluk hissetmişimdir hep…
Bugün itibarıyla baktığımız zaman kitap yazıyorsunuz, aslında bu da bir gazetecilik. Yine bırakmadınız aslında.
Yazmayı bırakmadım aslında bu beni doyuruyor, doğru. Ama gazeteciliğin tadı, keyfi dinamizmi ve verdiği hayat gücü, enerji o kadar büyüktür ki… Hala rüyalarımda sık sık gazeteciyimdir, gazetecilik yaparken bir şeyler eksik yapmışımdır, onun telaşı içinde çaba sarf eder, sonra bakarım ki uyanmak durumda kalmışım… Benim için gazetecilik bu kadar hayati olmuştur hep…
2010 yılında Hürriyet Gazetesi’nden artık herkesin bildiği hale gelen ayrılığımdan sonra ne yapacağım, ne yapmalıyım diye düşündüm. Çünkü o boşluğu bir şekilde doldurmam lazım. Sonra karar verdim; siyasette bunu belki yapabilirim diye. Kemal Bey’le, genel başkanla görüştüm; o da çok sıcak bakmış ki milletvekili de oldum. Ama milletvekilliğinde de baktım ki o iş benim işim değil. O iş ayrı bir şey…
O zaman da kendi kendime dedim ki; yeni seçime kadar burada kalırım, sonra da buna (milletvekilliğine) veda ederim, kendi dünyama dönerim. Çünkü yazmak benim özlemimdi. Fırsat bulsam da yazmayı ihmal ettiğim kitapları yazma şansını kullansam diye düşünmüştüm.
AYDIN BEY’E HAK VERİYORUM…
Bir önceki kitabınız olan “Gazetecilikte Geçen O Yıllar”da Hürriyet’i bırakma hikâyenizi okumuştum. Ama şunu da sormak istiyorum; Hürriyet’e ve Aydın Doğan’a kırgın mısınız?
Hayır… Hatta Kasım ayıydı, yani 4 ay önce, bir gün Ertuğrul Özkök beni aradı ve “Oktay Bey, Aydın Bey’le geçen gün konuşuyorduk, sizinle yemekte buluşmak istediğini bana söyledi, müsait misiniz, gelir misiniz” dedi. Zaten ara sıra Aydın Bey’le cenazeler veya şurada burada karşılaştığımız oluyordu. O da bir şekilde “beraber olsak da Oktay Bey yemek yesek” falan diyordu. Ben de “elbette, memnuniyetle” dedim. Ve nitekim Doğan Holding’in merkezinde buluştuk, 2.5 saat kadar çok dostça konuştuk, yemek yedik vs vs… O da sordu acaba bir kırgınlığım var mı diye. Dedim ki kendisine; “hayır, hiç söz konusu değil”. Çünkü o koşullarda sizin yapabileceğiniz başka bir şey yoktu. Yani birisi beynine senin tabancayı dayamış, diyor ki ya canını ya malını… Ne yapacaksın? Malından vazgeçeceksin… Bu kadar basit… Yaşanan tabloydu oydu. Ben de dedim ki; “durum buydu, onun için benim size herhangi bir kırgınlığım söz konusu değil. Müsterih olun. Zaten bir gün ayrılık her zaman kaçınılmazdır. O ayrılığı da Aydın Bey gayet zarif bir şekilde tamamladı. Kendisine düşen, işverenin gösterebileceği inceliğin azamisini gösterdi.
TBMM’DE AMACINA UYGUN ÇALIŞAN SADECE KUAFÖR, AYAKKABI BOYACISI, MECLİS LOKANTASI VE KÜTÜPHANE VAR
Bir gazeteci gözüyle milletvekilliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok ayrı bir dünya gazetecilikle milletvekilliği. Ben zannediyordum ki uzun yıllar siyaseti, özellikle iç politikayı yakından izlemiş bir gazeteci olarak; siyaset dünyasına hem okuyarak hem de gözlemci sıfatıyla aşinayım diye düşünüyordum. Siyasete girdiğim sırada da gerçekten hizmet sunabilirim inancı ve heyecanı içindeydim. Fakat girince gördüm ki siyaset dünyasının işleyişi benim düşündüğümden çok farklı. Biz gazeteciler için hep şunu söyleriz; gazetecilik dünyası kurtlar sofrasıdır deriz. Siyaset için zihnimden geçeni söylemeyeceğim. Ama en az onun kadar veya öyle olduğunu söyleyeyim. Gerisi de anlayan istediği şekilde yorumlasın… Demek istediği o ki; oradaki kurallar daha acımasız. Gazetecilikte yükselmek için biri bir şeyler yapabilir. Çaba gösterebilir. Bunda etik değerlerin dışına çıktığınız zaman da kınanırsınız. En azından çevrenizdekiler size bunu bir şekilde ihsas eder veya kelimelere döker; “ama yapmasaydın kardeşim” der. Siyaset dünyasında bu pek öyle değil. Siyaset dünyasında görebildiğim kadarıyla etik kurallar daha az geçerli diyeyim. Ve onu da böylece tamamlamış olayım cümleyi.
Üçüncü nokta, siyaset dünyasında sizin işbirliği yapmanız gereken insanların işbirliği anlayışına açık olmalarını bekliyorsunuz. Ama eğer orası bir duvar ise, gittiğiniz yerde talep ettiğiniz işbirliğinden sonuç alamıyorsanız, o zaman sizin çabanız beyhude oluyor. Şu kadarını söyleyeyim; milletvekiliyken yasama yılı Ekim ayı başında başlar ve Haziran ayı ortalarına kadar devam ederdi. Siz de üç aşağı beş yukarı Ankara İstanbul gider gelirsiniz ama günlerinizi dolduran asıl görev ve sorumluluğunuz odur. Ayrıca partiyle vs’le ilgili çabalarınız da o aralara sıkıştırılmış bölümlerde ancak gerçekleşebilir. Tabi (parti ilçe örgütlerine) “şu tarihlerde buradayım, gelebilirim, sizin için yapabileceğim bir şey var mı” diye talep edersiniz. Ancak bunu talep ettiğiniz yerden yanıt gelmezse, hatta talebinizin yetkililere ulaştığına dair bile bir tepki gelmezse, yani mektubunuzu aldım bile demezse adam o zaman ne yapacaksınız? Hissediyorsunuz ki yok muhatabınız…
Yani siz “ben milletvekiliyim sana hizmet etmek istiyorum” diyorsunuz, karşınızdaki de “ihtiyacım yok” diyor…
Hayır… Onu da demiyor çoğu kez… Yani nezaketen işte telefona bir cevap veriyor. Veya üstüne gidersen “elbette, elbette” diyor. Ama alakası yok…
Tabi şimdi bunu görünce meclis dışındaki gerçek böyle diye tespit ediyorsunuz. Meclise gidiyorsunuz, meclis içindeki işleyiş az önce kurt sofrası kavramıyla ifade etmeye çalıştığım ve gerisini söylemediğim bir işleyiş… Meclisin kendi işleyişi zaten kendi içtüzüğüne uygun değil. Milletvekiliyken bir şey söylemiştim ben ve bunu sık sık da söylerim; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, orada bir süre gözlemleyip de burada işler nasıl gidiyor, hangi organlar kendi işlevini doğru dürüst yapıyor diye baktığım zaman varabildiğim sonuç hazindir söyleyeyim. Bir tek kuaförü, ayakkabı boyacısı bir de lokantası doğru dürüst bir şekilde kendilerine tebliğ edilmiş görevi tam olarak yerine getiriyor. Onlara yakın olarak da meclis kütüphanesini söyleyebilirim. Diğerleri a’dan z’ye yanlış işleyen bir parlamento, daha doğrusu bir meclis. Baktım ki kendi koyduğu kurala uymuyor. Yani içtüzüğü kurallarına uymuyor. Kendi koyduğu kuralı kendisi ihlal ediyor. Muhalefet de kullanabileceği vaktin heba edilmesine göz yumuyor. Niye; çünkü bir arkadaşımızın seçmene selam verebilmesi için o vakti orada kullanması gerekiyor. Selam verelim onu kırmayalım diye…
Tekrar ediyorum; TBMM’nin kuaförü, ayakkabı boyacısı, lokantası ve bir de kütüphanesi doğru düzgün işliyor…
Bunu arabesk bir anlayış olarak yorumlayabilir miyiz?
Bunu parlamentonun ne olduğunu bilmeyen, nasıl işlemesi gerektiğini bilmeyen ve kendi koyduğu kurallara saygı gösterecek kadar olgunlaşmamış bir kadronun oradaki görev yapması olayıdır. Bunlar aslında çok ciddi ve hazin gerçeklerdir, ancak bunu dışarıdaki insan bilmez. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne uzaktan baktığı zaman; oradan kanun çıktığına göre mesele yok diye düşünür. İnsanlar soru önergesi veriyorlar, gazetelere baktığınız zaman haberlere yansıyor, örneğin uyduruyorum Bilecik’in meselelerini sayın milletvekilimiz parlamentoya taşıdı… Halbuki hiçbir şey yapamadı… Önergeyi verdi ama beş para etmedi… Çünkü işleyiş o değil. Çünkü işlemesi gereken o değil… Orada uyduruk bir işleme konma mekanizması yürür ama sonuç vermez. Sonra gazetelere de bir şekilde sanki milletvekilimiz iş yapabiliyormuş gibi yansıtılmaya çalışılır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin organları katiyen olması gerektiği gibi çalışmıyor. Daha da hazin ve önemli bir şey söyleyeyim; TBMM’nin bir parlamento gibi görev yaptığı dönem 1927 içtüzüğü ile başlamış ve 1957 yılında içtüzük değiştirilinceye kadar devam etmiş. TBMM hayatındaki en demokratik işleyiş 1927 ila 1957 arasındaki 30 yıldır. Ve bu dönem tek parti döneminin de ağırlıklı olduğu bir zaman dilimidir.
Ve ne yazık ki bu gerçekleri sokaktaki insan bilmiyor hatta gazetecisi bilmiyor, politikacısı bile bilmiyor. İlgilenen yok. Maalesef akademisyenlerimiz konuyu su yüzüne çıkartmıyor. Ve o yüzden böylece gidiyor. Orada Türkiye Büyük Millet Meclisi var ama Allah selamet versin… Ben de zaten o yüzden kitap yazdım; “Türkiye Büyük Millet Meclisi parlamento mu, kanun fabrikası mı” diye bir kitap yazdım. Sonra da dönemimi bitirdim ve ayrıldım.
HÜRRİYET’İN SATIŞI NORMAL DEĞİL…
İçerisinde bir dönem başyazarlığını yaptığınız Hürriyet Gazetesi’nin de dâhil olduğu Doğan Medya Grubu kapsamındaki yayın organlarının Demirören Grubu’na satışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok üzüldüğüm bir olay bu benim… Çünkü benim 44 yılım geçti Hürriyet Dünyası’nda. Bunun 36 yılını Hürriyet’in başyazarı olarak yaşadım. Meslek açısından batığımız zaman ben kendimi Hürriyet’le çok özdeşleşmiş hissedenlerden biriydim. Zannediyorum okuyucu da biraz beni Hürriyet’le çok özdeşleşmiş bir yazar olarak görüyordu bunu bilemiyorum. Ama Hürriyet Gazetesi’nin savunduğu temel ilkeler benimkiyle örtüşen ilkelerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleri artık çok önemli hale geldiği için o tarihte konuşmadığımız bir gerçeği bugün artık konuşuyoruz. Çünkü bir şeyden mahrum kalırsan, o senin için önemli hale gelir. Şu anda Atatürk değerleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, gerçekleştirilen devrimler, bütün bunlar bir tarihte ne kadar önemliymiş de biz farkında değilmişiz. Hani meşhur bir söz vardır “o mâhiler ki derya içindedir deryayı bilmezler” yani denizin içindeki balıklar denizin ne kadar büyük ve önemli olduğunu, ne kadar hayati olduğunu bilmez. Biz de Atatürk devrimlerin ne kadar hayati önem taşıdığını onlara dönük bir tehdit yokken pek fark etmeden bugünlere kadar geldik. Ama şimdi onların tehdit altında olduğunu görünce ve somut örneklerin içinde de yaşayınca anladık ki çok önemli bir takım şeyler kazanmışız ve bunlardan mahrum olmak gibi bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bu yüzden Hürriyet’in o temel yayın politikası benim düşüncelerimle örtüşüyordu ve huzurla, keyifle ben o ortam içinde yaşıyordum. Burada Hürriyet’i sembol isim olarak kullanıyoruz; Doğan Medya Grubu, çok ağır bir baskı altında kaldı. 2007 yılında sadece Türkiye’de değil; dikkatinizi çekerim ve altını da çizerek ifade etmek isterim; dünyada hiçbir medya grubuna veya organına çıkarılmamış ağırlıkta vergi cezası çıkarttılar. 3 milyar 800 milyon TL’ydi ilk başladığı zaman. İtilaf yargıya intikal ettiği için yargı nihai karar verinceye kadar da o rakam büyüdüğü için sonunda ortaya çıkan rakam 6 milyar 800 TL. Bu rakam daha iyi anlaşılsın diye şöyle söyleyeyim yaklaşık 4 milyar dolardı o tarihteki dolar paritesiyle. Bu kadar acımasız hatta hunharca diyeyim yani bu kelime tam yerine oturan bir kelime değil ama acımasız ve gaddarca çıkarılmış genelde de yürürlükteki yasalara aykırı olarak çıkarılmış vergi cezalarıyla baskı altına aldılar. Buna dayanabilmek kolay bir şey değildi. Nitekim baskıyı sürdüre sürdüre bugün bildiğimiz noktaya yani Doğan Medya Grubu’nun satıldığı noktaya kadar getirildi olay.
Bu satış size göre normal bir ticari satış değildi o zaman?
Hayır… Kesinlikle değil… Bu satış doğrudan doğruya 2019 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan isimli Türk vatandaşının Cumhurbaşkanlığına devam etmesi veyahut seçimi tekrar kazanması amacıyla hazırlanmış senaryolardan birinin medyadaki uygulamasıdır. Başka hiçbir şey değildir.
Bu satış size göre Türkiye’deki basın sektörünü nasıl etkileyecek?
Çok olumsuz bir şekilde etkileyeceğinden eminim. Çünkü tekrar o sembol ismi kullanıyorum; “Hürriyet Dünyası” diye, aslında boşuna “Hürriyet medyada bir amiral gemisidir” denmiyordu. Diğerlerini etkileyecek bir gücü vardı Hürriyet’in. Bu, Hürriyet’in çıkmaya başladığı 1948 yılının 1 Mayıs’ından beri süren bir gerçektir. Ben ilk nüshasını alanlardan biriyim. Yani Hürriyet ilk çıktığı zaman ben lise öğrencisiydim. Çok da severek aldığımı da anımsarım. Çünkü farklı bir gazete çıkartmıştı rahmetli Sedat Simavi. Sempatik, olumlu, yırtıcılığı olmayan, insanlara yaşamın güzel taraflarını da gösteren bir gazeteydi.
Hiç aklınıza gelmiş miydi o zamanlar günün birinde Hürriyet Gazetesi’nin başyazarı olacağınız?
Hayır… Benim için sürprizdir başyazarlığa gelmiş olmam. Çünkü Erol (Simavi) Bey rahmetli benim hiç beklemediğim bir sırada bu teklifi yaptı. Gerçi daha önce ilginç bir şey olmuştu. Ama ben onu böyle sonuç verecek bir olay olarak düşünmemiştim. O zaman ben Ankara’da temsilcisiydim. Bir gün Erol Bey Ankara’ya geldiğinde “Oktay bana haftada birkaç yazı gönder” dedi. Anlayamadım efendim dedim, ne yazısı, gazeteye mi?
O zaman siz makale yazmıyordunuz?
Hayır yazmıyordum. Ankara temsilcisiydim. Hürriyet’e bağlı Yeni Gazete’nin Ankara temsilcisiydim. Orada yorum sütununu konu gereğince ihtisas sahiplerine yazdırırdım. O da anonimdi yani isim yoktu. Benim kendi yazabileceğim konular söz konusu olunca da kendim yazardım yorumu. Bu da bilinirdi. Rahmetli Nezih Demirkent’in benimle mutabık kaldığı bir uygulamaydı. Gazetenin başında o vardı. Ama ben haberci olarak gazeteciliği yaptım ve yapıyordum. Benim özel bir talebim yoktu ve böyle bir beklentim de yoktu. Bir gün Erol Bey dedi ki Ankara’ya geldiğinde “bana haftada birkaç yazı yaz” dedi. Ben de “anlayamadım ne şekilde bir yazıdan söz ettiğinizi” dedim. “Yayımlanacak bir şeyden söz etmiyorum” dedi. “Sen bana yazacaksın, zarfa koyacaksın ve bana özel olarak göndereceksin” dedi.
Size kapalı devre köşe yazdırarak alıştırıyor o zaman.
Öyleymiş… Farkında değildim… Beni denermiş meğer… Hiç farkında değildim… Yaklaşık sanıyorum 8-10 ay sürmüştür bu… Haftada birkaç konuyu yazdım gönderdim. Patron böyle bir şey istiyor ben de bunu yerine getiriyorum. Sonra bir haber için İstanbul’a gelmiştim. Ayrılacağım gün rahmetli Nezih Demirkent “aman ayrılma, Erol Bey seninle görüşmek istiyor” dedi. “Ne yapayım” dedim. “Ankara’ya gitme yarın sabaha kadar bekle, yarın sabah Erol Bey seninle görüşecek” dedi. Ertesi sabah gittim ve “ben senin Hürriyet’in başyazarı olmanı istiyorum” dedi. Düpedüz şoke oldum… Beklemiyordum çünkü… Ben haberciydim, gazetecilik, haber üretmekti benim işim.
Burada şu dikkatimi çekiyor. Siz, köşe yazarlığı yapmadan direkt olarak başyazar olmuşsunuz. Habercilikten başyazarlığa geçmişsiniz. Arada bir yazarlık dönemi yok yani…
İşte o Yeni Gazete’deki yorum yazmam bir de kendisinin benden istediği o zarfa koyarak gönderdiğim o yazılar. Benim böyle bir meselem yoktu. Tabi becerebilir miyim, beceremez miyim. Bir de Hürriyet başyazarlığı Babıâli’de herkesin senin gözünü oyabileceği kadar önemli bir konum. Nitekim daha önce beraber çalıştığım, bana patronluk yapmış olan insanlar kendi sütunlarında aleyhimde yazılar yazdılar o zaman. “Hürriyet’in başyazarlığı böyle kim tarafından yürütülüyor kardeşim” türü yazılar yazdılar. Yani sevimli olmayan şeyler, gerçeklerdir.
ÖNCE DURUMU GÖZLEMLER VE GEREKİRSE İSTİFA EDERDİM…
Bugün itibarıyla eğer ki halen Hürriyet Gazetesi Başyazarı olsaydınız; son gelişmeler karşısında, satışı kastediyorum nasıl bir duruş sergilerdiniz?
Ben Erol Bey (Simavi) döneminde başyazardım, Aydın Bey’e satıldı. O zaman ne yaptım; yeni patron nasıl bir adam bilmiyoruz düşüncesiyle baktım. Ama iyi bir adam çıktı. Ve mutlu bir şekilde de sürdürdüm. Şimdiki durumda nasıl bakardım? Üzgünüm ki Erdoğan Demirören, Milliyet ve Vatan gazetelerini satın aldıktan sonra ortaya koyduğu performansla şimdi umut verecek bir durum var diyemiyorum. İnşallah yanılırım.
İstifa eder miydiniz?
Önce durumu gözlemler ve gerekirse istifa ederdim.
ÇYDD’NİN KURUCU BAŞKANI AYSEL’Dİ VE ORADA YAŞADIKLARINI KİTAPTA ANLATTIM
Ben tabi buraya gelene kadar son kitabınızı bilmiyordum. En son “Gazetecilikte geçen o yıllar” adlı kitabınızı okumuştum. Şimdi en son kitabınız olan “Bir Atatürk kızı; Aysel”den konuşalım.
Aysel’de (eşi rahmetli Prof. Dr. Aysel Ekşi’den bahsediyor) aslında özellikle 1980’in sonlarına doğru kendisinde bu topluma, bu ülkeye karşı yapması gerekenleri yapma bilinci ön plana çıktı. Daha önce, doktor, ihtisasını yapmış, akademisyen olmuş, akademik olarak varabileceği noktaya kadar varmış, yaptığı işten ve dünyasından memnun ve mutlu bir aydın eş idi. Ama 80’li yıllarda özellikle Turgut Özal döneminde, Türkiye’nin az önce lafını ettiğim değerlerinin tehdit altında olduğunu görünce ve 12 Eylül yönetiminin bunun altyapısını hazırladığını tespit edince, kendisi; 1- Türkiye’nin geleceği ne olacak? 2- Benim çoluğum, çocuğum, torunlarım ne olacak? 3- Hangi ülkede yaşayacaklar? 4- Bu toplum, bu ülke, bildiğimiz lâik Atatürk Cumhuriyeti’nden o sırada karşımızda bildiğimiz somut örnek var; İran modeline mi kayacak? İşte kafasında bu endişeler ön plana çıkınca (ki kitapta bu endişelerin ne zaman ve nasıl başladığı var) vaktinin önemli bir bölümünü bu bağlamdaki çalışmalara ayırdı. İstanbul Üniversitesi’nde pek çok bildirisinin arkasında Aysel (Ekşi) vardır. O dönemde üniversite adına yayımlanmış bildirilerin. Konuyu ortaya getiren, insanları ikna eden, üniversitenin aydınlarına bir şey yapmak gerektiğini telkin eden ve bunu somut hale getirip sonuçlandıran biriydi. Bu çok belirgin bir niteliğiydi Aysel’in… Kendisinden benim de dinlediklerim vardı ama sonra belgelerini buldum kendi evrakları arasında. Ve onlardan çok yararlandım bu kitabı yazarken. O’nu asıl tahrik eden olay; bir gün muayenehanesine İranlı bir hasta geliyor. O da tabi bir psikiyatrist olarak ruhi sorunları olduğu düşünerek kendisini dinlemeye başlıyor. Gelen hasta bir hanım. Ve diyor ki; “Doktor Hanım ben aslında Kanada’da yaşayan bir İranlı’yım. Türkiye’ye geldim ve hasta da değilim onu da baştan söyleyeyim. Size bir şey söylemek için buraya geldim” diyor. Aysel merak edip soruyor “nedir anlatmak istediğiniz” diye. Kadın devam ediyor; “Ben Kanada’da yaşıyorum ama Türkiye’ye İran’ın kokusunu almak için geliyorum. Başka bir şey yapmak için değil. Sırf kendi memleketimin kokusunu almak için yakın bir ülkeye geliyorum. Tabi Türkiye’yi de gözlemliyorum. Türkiye de bir gün İran olma yolunda. Maalesef bunun farkında mısınız?...” Yani bu konuşmanın yapıldığı zaman muhtemelen 1987 falan olabilir.
Özal’ın başbakanlığı dönemi…
Tabi tabi Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemi. Ve bu konuşma Aysel’in çok etkilendiği bir konuşma oluyor. Bunların hepsi var bu kitapta…
Dediğim gibi daha sonra kendisini kadın hakları, lâik cumhuriyet, demokrasinin sağlıklı işleyişi gibi konulara verdi. O çabalarının sonucu olarak yine burada anlatılıyor, arkadaşlarını çağıran, onları örgütleyen, onlarla sonunda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kuran kişilik o… Sonra maalesef burada yine anlatılan bazı gelişmeler var. O gelişmelerden sonra Aysel başkanlıktan ayrılıyor. Sonra hizmetini Bizim Ülke Derneği’nin başına geçerek orada sürdürüyor. Bir de ÇEKÜL (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı) çerçevesinde orada da yönetim kuruluna girerek devam ediyor. Sonra seçimlerle ilgili olarak “Seçim Gönüllüleri” diye bir örgütlenme kuruyor. Sonra onun daha da gelişmişini “Oy ve Ötesi” diye yaptılar. Onu da bir şekilde yediler. Ne oldu bilemiyorum. Onu bir şekilde erittiler. Tehdit diye gördüler ve erittiler onları. O çocuklar da sattı mı, satıldı mı, korktu mu bilemiyorum. Ve bizim gazetecilik de bunu hala deşmedi. Orada çok ciddi bir gerçek var. Onlar çok iyi örgütlenmişlerdi. Ya satıldılar, ya korkutuldular…
Her neyse, Aysel’in yaşamını anlatan kitapta bunlar var işte…