Toplumların bilim, kültür, sanat alanındaki birikimleri ve sosyal ve evrensel marka değerlerinin toplamına “yumuşak güç” deniyor. Daha çok ordu, silah, para, döviz, alt yapı ile tanımlanan maddi güç ile bir arada bu yumuşak gücün bir toplumun, ulusun, devletin saygınlığını oluşturduğundan söz ediliyor. Katılıyorum!
Refah seviyesi nasıl ki artık sadece gayrisafi milli hasıladan kişi başına düşen gelir ile açıklanmıyor, bu maddi ölçümlerin yanı sıra, bireylerin haftalık çalışma saatleri, kendileri ve ailelerine ayırabildikleri kaliteli zamanlar ve seyahat olanakları ile birlikte hesaplanıyorsa, yumuşak güç ile maddi fiziksel üretim gücünün toplamı, bir toplumun hatta devletin gerçekçi gücünü / saygınlığını yansıtıyor.
Burada iki gerçek kendisini hissettiriyor; birincisi, kültürel ürünlerin üretim ve tüketimine daha çok yatırım yapmak zorunluluğu, ikincisi, bireysel ve kitlesel özgürlüklerin akademiden sanata, derneklerden basına alabildiğine önünün açılması gereği… Her iki açıdan da hangi noktada olduğumuzu sizlere bırakıyorum…
Türkiye, yaşam kalitesi bakımından giderek ileriye değil geriye gidiyor; bu benim söylemim de değil, uluslararası çalışmaların sonucunda beliren bir gerçeklik… Teknolojinin üreticisi olamadığımız oranda, televizyondan bilgisayara, tabletten sosyal medyaya şaşırtıcı bir bağımlılık geliştirmiş bulunuyoruz… Finlandiyalı bir emekçi, Koreli bir işçi işten eve giderken kitap okurken, bizler, “araba kullanırken” ve çocuklarımız arabada seyahat ederken tablet ve cep telefonu kullanıyoruz!
Cumhuriyet, bir kültür devrimi idi… Demokrasinin de zeminini güçlendiren yasalarıyla, kültürel alandaki “kalkınma”, buyurgan değil, halktan alınan güçle halkla paylaşılan bir mecrada ilerledi… (Aksini iddia edenlerle her yerde konuşabilecek tarihçilerimiz vardır!)
Ne ki “kalkınma” kavrayışı, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel boyutuyla topyekun olarak tanımlanmaktan zamanla çıkarıldı; salt ekonomiye indirgendi… Buna koşut olarak, ekonomide de piyasacı anlayış üzerinden bağımlılık katsayımız arttı…
Kendimize ait fabrikalar yükselmedikçe, kendi ozanlarımızın şiirleri de yetim kaldı; kendimize ait limanları elde tutamayınca yabancı filmeler salonları kapattı, kendimize ait bankalar “azınlığa” düşünce, büyük edebiyatçılarımızın eserleri tedavülde yer bulmaz oldu…
Tüm bunlar kalkınmanın da, toplumsal gücün de birer bütünsel olgu olarak ele alınması ve planlaması gereğini kanıtlamıyor mu?
Verimli işlenen her karış toprak da bir şiir dizesidir, koca fabrikayı çalıştırmak da etkin bir film senaryosunu yazmak gibidir, tersaneleri ışıl pırıl işletmek de kahramanı üretici olan romanları kaleme almak gibidir… Ya da tersten okuyalım, her fabrika bir kale, her karış toprak bir şiir dizesi, her çark, her kaldıraç, her üretim bandı bir arada ve konusu ahenk içinde koskoca bir kitaptır!
Toprağımızı ekmek için ziraatçılarımıza, madenlerimizi korumak için mühendislerimize, üretim için emekçiye, sanayiciye sahip çıkmalıyız… O arada, Engin Arık Hoca gibi “toryum” diye alnında ışığı ilk görenleri devlet olarak korumayı bilmeliyiz… Toprağımızı, madenimizi, ulusal ekonomimizi korumak için en çok da bilim insanlarımıza, ozanlarımıza, şairlerimize, sanatçılarımıza sahip çıkmalıyız...
Unutmayalım, her ülke fiziki ve beşeri güçleriyle birlikte yükseldikçe bağımsızlığını ve saygınlığını yüceltir ve güçlendirir.
">
Toplumların bilim, kültür, sanat alanındaki birikimleri ve sosyal ve evrensel marka değerlerinin toplamına “yumuşak güç” deniyor. Daha çok ordu, silah, para, döviz, alt yapı ile tanımlanan maddi güç ile bir arada bu yumuşak gücün bir toplumun, ulusun, devletin saygınlığını oluşturduğundan söz ediliyor. Katılıyorum!
Refah seviyesi nasıl ki artık sadece gayrisafi milli hasıladan kişi başına düşen gelir ile açıklanmıyor, bu maddi ölçümlerin yanı sıra, bireylerin haftalık çalışma saatleri, kendileri ve ailelerine ayırabildikleri kaliteli zamanlar ve seyahat olanakları ile birlikte hesaplanıyorsa, yumuşak güç ile maddi fiziksel üretim gücünün toplamı, bir toplumun hatta devletin gerçekçi gücünü / saygınlığını yansıtıyor.
Burada iki gerçek kendisini hissettiriyor; birincisi, kültürel ürünlerin üretim ve tüketimine daha çok yatırım yapmak zorunluluğu, ikincisi, bireysel ve kitlesel özgürlüklerin akademiden sanata, derneklerden basına alabildiğine önünün açılması gereği… Her iki açıdan da hangi noktada olduğumuzu sizlere bırakıyorum…
Türkiye, yaşam kalitesi bakımından giderek ileriye değil geriye gidiyor; bu benim söylemim de değil, uluslararası çalışmaların sonucunda beliren bir gerçeklik… Teknolojinin üreticisi olamadığımız oranda, televizyondan bilgisayara, tabletten sosyal medyaya şaşırtıcı bir bağımlılık geliştirmiş bulunuyoruz… Finlandiyalı bir emekçi, Koreli bir işçi işten eve giderken kitap okurken, bizler, “araba kullanırken” ve çocuklarımız arabada seyahat ederken tablet ve cep telefonu kullanıyoruz!
Cumhuriyet, bir kültür devrimi idi… Demokrasinin de zeminini güçlendiren yasalarıyla, kültürel alandaki “kalkınma”, buyurgan değil, halktan alınan güçle halkla paylaşılan bir mecrada ilerledi… (Aksini iddia edenlerle her yerde konuşabilecek tarihçilerimiz vardır!)
Ne ki “kalkınma” kavrayışı, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel boyutuyla topyekun olarak tanımlanmaktan zamanla çıkarıldı; salt ekonomiye indirgendi… Buna koşut olarak, ekonomide de piyasacı anlayış üzerinden bağımlılık katsayımız arttı…
Kendimize ait fabrikalar yükselmedikçe, kendi ozanlarımızın şiirleri de yetim kaldı; kendimize ait limanları elde tutamayınca yabancı filmeler salonları kapattı, kendimize ait bankalar “azınlığa” düşünce, büyük edebiyatçılarımızın eserleri tedavülde yer bulmaz oldu…
Tüm bunlar kalkınmanın da, toplumsal gücün de birer bütünsel olgu olarak ele alınması ve planlaması gereğini kanıtlamıyor mu?
Verimli işlenen her karış toprak da bir şiir dizesidir, koca fabrikayı çalıştırmak da etkin bir film senaryosunu yazmak gibidir, tersaneleri ışıl pırıl işletmek de kahramanı üretici olan romanları kaleme almak gibidir… Ya da tersten okuyalım, her fabrika bir kale, her karış toprak bir şiir dizesi, her çark, her kaldıraç, her üretim bandı bir arada ve konusu ahenk içinde koskoca bir kitaptır!
Toprağımızı ekmek için ziraatçılarımıza, madenlerimizi korumak için mühendislerimize, üretim için emekçiye, sanayiciye sahip çıkmalıyız… O arada, Engin Arık Hoca gibi “toryum” diye alnında ışığı ilk görenleri devlet olarak korumayı bilmeliyiz… Toprağımızı, madenimizi, ulusal ekonomimizi korumak için en çok da bilim insanlarımıza, ozanlarımıza, şairlerimize, sanatçılarımıza sahip çıkmalıyız...
Unutmayalım, her ülke fiziki ve beşeri güçleriyle birlikte yükseldikçe bağımsızlığını ve saygınlığını yüceltir ve güçlendirir.