İklim değişikliği 21. yüzyıla şimdiden damgasını vuran en büyük küresel tehditlerden biri, belki birincisi. Pek çok araştırma, küresel sıcaklık artışı sanayileşme öncesi döneme göre 2 derece, tercihan 1,5 derece altında tutulmaz ise, hepimizin ağır bedeller ödeyeceğini gösteriyor.
TÜSİAD’ın 16 Eylül’de İzmir Çeşme’de düzenlediği Çevre ve Kalkınma Çalıştayı’nda iklim değişikliği çok yönlü tartışıldı. Toplantının iki oturumunda yaptığım katkıyı biraz revize ederek aşağıda özetledim.
İlk uyarı işaretlerini şimdiden gördüğümüz gibi Türkiye, iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarını en çok yaşayacak ülkelerden biri olacak. Buna karşılık, iklim değişikliği mücadelesi ve uluslararası iklim değişikliği diplomasisi açısından maalesef dikkat çekici ölçüde başarısız.
Sosyo-ekonomik göstergeleri farklı Türkiye’nin iklim değişikliği performansının Batı Avrupa ülkeleri düzeyinde olmasını beklemek elbet gerçekçi değil. Ama mesela Brezilya veya Güney Afrika gibi bizimle kıyaslanabilir ülkelerin bile hayli gerisindeyiz.
Bu çarpıcı başarısızlığın pek çok somut belirtisi var. Mesela uluslararası sözleşmeler karşısında gösterilen ataletsizlik; daha doğrusu kayıtsızlık ve yetersizlik.
Uluslararası iklim mücadelesi önce Kyoto Sözleşmesi çerçevesinde yürütüldü, Türkiye o sözleşmeyi 12 yıl gecikerek 2009’da onayladı. Ardından Paris Sözleşmesi yürürlüğe girdi, o sözleşme de 6 yıl gecikmeyle 2021’de onayladı.
İran, Irak, Libya, Yemen gibi özel koşulları nedeniyle o anlaşmaları en son imzalayan ülkeler arasında yer aldı Türkiye. Gecikmeler ne ülke çıkarlarına hizmet etti ne de itibar kazandırdı.
Yıllarca ayak sürmenin ülke çıkarları açısından hiçbir mantıklı gerekçesi yoktu. Tüm bakanlıklar ve DPT dahil neredeyse bütün kamu kuruluşları yıllar boyunca “Kyoto’yu onaylamanın maliyeti 500 milyon dolar” veya “yok hayır, maliyeti bir milyar dolar, Türkiye’de sanayi çöker” gibi tamamen temelsiz gerekçelerle karşı çıktı. Halbuki Kyoto’nun Türkiye’ye maliyeti sıfırdı.
Siyasi kadrolar ve üst düzey bürokratlar daha sonra Paris Sözleşmesi’ne de yine temelsiz gerekçelerle yıllarca direndi. Türkiye 100 milyar dolarlık Yeşil Çevre Fonu’ndan kredi alamıyor, ama Meksika, Endonezya gibi ülkeler alabiliyor. Türkiye anlaşma ekindeki ‘gelişmiş ülkeler’ listesine koyuldu, bize adaletsizlik yapıldı. Önce o listeden çıkalım sonra katılacağız gibi gerekçeler ileri sürdüler.
Halbuki hiç kimse haksızlık yapmadı, başlangıçta Rio’da Çerçeve Sözleşmesi imzalanırken Türkiye gelişmiş ülkeler listesine kendi isteğiyle girdi. 190’dan fazla ülkenin yer aldığı uluslararası müzakerelerde, bir ülkeni yer aldığı listeyi değiştirmesi pratik ve siyasi nedenlerle son derece zor. İleri sürüldüğü kadar kritik bir husus da değil.
Yeşil Çevre Fonu’nda 100 milyar $ vaat edilen miktar; gerçekte 10 milyarın biraz üstünde para toplandı. Bunun büyük kısmı en zayıf durumdaki ülkelere gidiyor.
Evet Meksika, Endonezya gibi ülkeler Fon’dan yararlanıyor, ama katkı da yapıyorlar. Hatta komşularımız Bulgaristan ve Romanya gibi ülkeler de katkı yapıyor. Ama Türkiye’nin katkısı sıfır.
Halbuki Türkiye etkin bir iklim siyaseti izlese ve akıllı projeler hazırlasa, bol miktarda kredi/hibe bulabilir.
İklim konusunda çalışan akademisyenlerimize naçizane bir öneri: İki temel sözleşme Kyoto ve Paris’i Türkiye hangi gerekçelerle yıllarca gecikerek onayladı, araştırabilirler. Böylece ülkenin neler kazandığı veya kaybettiği ayrıntılı şekilde gözler önüne serilecektir.
Türkiye’nin kötü performansını gösteren örnek çok.
En yetkili ağızdan Türkiye’nin hedefi 2053’te net sıfır emisyon (karbon-nötr) düzeyine ulaşmak olarak açıklandı. Ama ilgili hemen herkes biliyor ki, o hedef ciddi bir hazırlık ve hesaba dayanmıyor.
Avrupa Birliği 2050 hedefi seçti, diğer ülkelerin hedefi şunlar şunlar, eh biz de 2053 diyelim gibi yaklaşımlar sonunda hedef belirlendi. Zaten o sözü veren politikacılar, 2053’de nasıl olsa görevde olmayacaklarını biliyor!
Uluslararası iklim diplomasisi ülkelerin oluşturduğu çok sayıda grup arasında yürüyor. Ama temel çekişme, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arsında.
İklim diplomasisi 21. yüzyılda herhalde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arsasındaki en kritik mücadele alanı. Önümüzdeki yıllarda büyük olasılıkla giderek sertleşen bir mücadeleye tanık olacağız.
Ama uluslararası iklim müzakerelerinde Türkiye neleri hedeflediğini tanımlayabilmiş değil. Gerçek anlamda bir strateji yok. Konuyu tartışan bile pek yok.
Halbuki Türkiye çok daha fazlasını başarabilir. Dört bileşen altında toplayabileceğimiz ciddi bir potansiyele sahibiz: Özel sektör, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve akademi dünyası.
Son 10-15 yılda küresel piyasalarla yoğun ilişkileri olan büyük şirketlerimiz, sürdürülebilir gelişmenin hayati önemini giderek daha iyi kavradı, kendilerini hazırlıyor. Buna karşılık küçük ve orta boy işletmelerin sürdürülebilir gelişme rekabetinde başarılı olabilmeleri için desteğe ihtiyaç var.
Sivil toplum kuruluşlarında hizmet vermeye hazır, idealist, kendini iyi yetiştirmiş çok sayıda uzmanımız var, ama yeterince yararlanmak mümkün olamıyor.
Yerel yönetimlerde ve akademi dünyasındaki potansiyel de yeterince harekete geçirilebilmiş değil. Dört bileşen altında özetlediğimiz birikimden azami düzeyde yararlanabilmek için kamunun liderliği şart.
İklim değişikliği mücadelesi ve sürdürülebilir gelişme çok yönlü çabaları gerektiriyor; ekonomik, finansal, yasal, diplomatik, vs. Başarı için kamunun liderliği olmazsa olmaz.
Zaten Türkiye’nin performansının olması gerekenin altında kalmasının başlıca nedeni, siyasetin ve kamunun üstüne düşen liderliği taşımada yetersiz kalması.
Ülkenin mevcut koşullarını dikkate alarak, gidişte bir nebze olsun iyileşme sağlayabilecek iki somut öneri yapmak isterim.
Öneri 1: İklim Değişikliği Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına bağlanmalı
Halen mevcut bürokrasi yapısı içinde konu; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından yönetiliyor.
İklim Başkanlığı’nın doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanması, mevcut bürokrasi ve hiyerarşinin işleyişi içinde daha hızlı hareket etmeyi mümkün kılacaktır.
Öneri 2: Uluslararası iklim diplomasisinde tavır değişikliği
Ankara’nın en üst düzey sözcüleri zaman zaman Türkiye’nin küresel ısınmaya neden olan emisyonlarda tarihi payının ve sorumluluğunun az olduğunu vurguluyor.
Türkiye emisyonları en hızlı artan ülkelerden biri olsa da vurgu doğru. Ama Türkiye gereğini yapmıyor ve o vurgular sadece şikayet düzeyinde kalıyor.
Ankara uluslararası iklim diplomasisinde daha aktif roller yüklenmeli ve atmosferin kirlenmesinde payı yüksek gelişmiş ülkelerin daha fazla sorumluluk almasını talep eden bir politika izlemeli.
Gelişmiş ülkelerin tamamının 2050’ye kadar net-sıfır emisyon hedefine ulaşması, küresel ısınmanın 2 derece altında tutulması için muhtemelen yeterli olmayacak. Gelişmekte olan ülkelerin de emisyonlarını ciddi oranda azaltması gerekiyor. Ancak bunu kalkınma hedeflerinden taviz vermeden başarabilmeleri için, gelişmiş ülkelerin büyük ölçekli bir sermaye, teknoloji ve kurumsal kapasite desteği sağlaması şart.
Ankara’nın daha aktif bir iklim diplomasisi yürütebilmesi, öncelikle kendi evinin içini temizlemesine, içerde çok daha kapsamlı sürdürülebilir gelişme politikaları izlemesine bağlı.
Türkiye’nin daha aktif ve yapıcı bir iklim siyaseti izlemesi, Batı ile sorun dolu jeopolitik ilişkilerinin yumuşamasına yardımcı olabilir. Demokratikleşme, insan hakları, Kürt sorunu gibi zor ve dikenli alanlarda ilişkilerin iyileşmesine, hatta o sorunların çözümüne katkılar sağlayabilir.
——
Metinlerin hazırlanmasında görüş ve önerileriyle katkı sağlayan Sayın Serhat Şabab’a teşekkürlerimi sunarım.
( Kaynak )
">İklim değişikliği 21. yüzyıla şimdiden damgasını vuran en büyük küresel tehditlerden biri, belki birincisi. Pek çok araştırma, küresel sıcaklık artışı sanayileşme öncesi döneme göre 2 derece, tercihan 1,5 derece altında tutulmaz ise, hepimizin ağır bedeller ödeyeceğini gösteriyor.
TÜSİAD’ın 16 Eylül’de İzmir Çeşme’de düzenlediği Çevre ve Kalkınma Çalıştayı’nda iklim değişikliği çok yönlü tartışıldı. Toplantının iki oturumunda yaptığım katkıyı biraz revize ederek aşağıda özetledim.
İlk uyarı işaretlerini şimdiden gördüğümüz gibi Türkiye, iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarını en çok yaşayacak ülkelerden biri olacak. Buna karşılık, iklim değişikliği mücadelesi ve uluslararası iklim değişikliği diplomasisi açısından maalesef dikkat çekici ölçüde başarısız.
Sosyo-ekonomik göstergeleri farklı Türkiye’nin iklim değişikliği performansının Batı Avrupa ülkeleri düzeyinde olmasını beklemek elbet gerçekçi değil. Ama mesela Brezilya veya Güney Afrika gibi bizimle kıyaslanabilir ülkelerin bile hayli gerisindeyiz.
Bu çarpıcı başarısızlığın pek çok somut belirtisi var. Mesela uluslararası sözleşmeler karşısında gösterilen ataletsizlik; daha doğrusu kayıtsızlık ve yetersizlik.
Uluslararası iklim mücadelesi önce Kyoto Sözleşmesi çerçevesinde yürütüldü, Türkiye o sözleşmeyi 12 yıl gecikerek 2009’da onayladı. Ardından Paris Sözleşmesi yürürlüğe girdi, o sözleşme de 6 yıl gecikmeyle 2021’de onayladı.
İran, Irak, Libya, Yemen gibi özel koşulları nedeniyle o anlaşmaları en son imzalayan ülkeler arasında yer aldı Türkiye. Gecikmeler ne ülke çıkarlarına hizmet etti ne de itibar kazandırdı.
Yıllarca ayak sürmenin ülke çıkarları açısından hiçbir mantıklı gerekçesi yoktu. Tüm bakanlıklar ve DPT dahil neredeyse bütün kamu kuruluşları yıllar boyunca “Kyoto’yu onaylamanın maliyeti 500 milyon dolar” veya “yok hayır, maliyeti bir milyar dolar, Türkiye’de sanayi çöker” gibi tamamen temelsiz gerekçelerle karşı çıktı. Halbuki Kyoto’nun Türkiye’ye maliyeti sıfırdı.
Siyasi kadrolar ve üst düzey bürokratlar daha sonra Paris Sözleşmesi’ne de yine temelsiz gerekçelerle yıllarca direndi. Türkiye 100 milyar dolarlık Yeşil Çevre Fonu’ndan kredi alamıyor, ama Meksika, Endonezya gibi ülkeler alabiliyor. Türkiye anlaşma ekindeki ‘gelişmiş ülkeler’ listesine koyuldu, bize adaletsizlik yapıldı. Önce o listeden çıkalım sonra katılacağız gibi gerekçeler ileri sürdüler.
Halbuki hiç kimse haksızlık yapmadı, başlangıçta Rio’da Çerçeve Sözleşmesi imzalanırken Türkiye gelişmiş ülkeler listesine kendi isteğiyle girdi. 190’dan fazla ülkenin yer aldığı uluslararası müzakerelerde, bir ülkeni yer aldığı listeyi değiştirmesi pratik ve siyasi nedenlerle son derece zor. İleri sürüldüğü kadar kritik bir husus da değil.
Yeşil Çevre Fonu’nda 100 milyar $ vaat edilen miktar; gerçekte 10 milyarın biraz üstünde para toplandı. Bunun büyük kısmı en zayıf durumdaki ülkelere gidiyor.
Evet Meksika, Endonezya gibi ülkeler Fon’dan yararlanıyor, ama katkı da yapıyorlar. Hatta komşularımız Bulgaristan ve Romanya gibi ülkeler de katkı yapıyor. Ama Türkiye’nin katkısı sıfır.
Halbuki Türkiye etkin bir iklim siyaseti izlese ve akıllı projeler hazırlasa, bol miktarda kredi/hibe bulabilir.
İklim konusunda çalışan akademisyenlerimize naçizane bir öneri: İki temel sözleşme Kyoto ve Paris’i Türkiye hangi gerekçelerle yıllarca gecikerek onayladı, araştırabilirler. Böylece ülkenin neler kazandığı veya kaybettiği ayrıntılı şekilde gözler önüne serilecektir.
Türkiye’nin kötü performansını gösteren örnek çok.
En yetkili ağızdan Türkiye’nin hedefi 2053’te net sıfır emisyon (karbon-nötr) düzeyine ulaşmak olarak açıklandı. Ama ilgili hemen herkes biliyor ki, o hedef ciddi bir hazırlık ve hesaba dayanmıyor.
Avrupa Birliği 2050 hedefi seçti, diğer ülkelerin hedefi şunlar şunlar, eh biz de 2053 diyelim gibi yaklaşımlar sonunda hedef belirlendi. Zaten o sözü veren politikacılar, 2053’de nasıl olsa görevde olmayacaklarını biliyor!
Uluslararası iklim diplomasisi ülkelerin oluşturduğu çok sayıda grup arasında yürüyor. Ama temel çekişme, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arsında.
İklim diplomasisi 21. yüzyılda herhalde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arsasındaki en kritik mücadele alanı. Önümüzdeki yıllarda büyük olasılıkla giderek sertleşen bir mücadeleye tanık olacağız.
Ama uluslararası iklim müzakerelerinde Türkiye neleri hedeflediğini tanımlayabilmiş değil. Gerçek anlamda bir strateji yok. Konuyu tartışan bile pek yok.
Halbuki Türkiye çok daha fazlasını başarabilir. Dört bileşen altında toplayabileceğimiz ciddi bir potansiyele sahibiz: Özel sektör, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve akademi dünyası.
Son 10-15 yılda küresel piyasalarla yoğun ilişkileri olan büyük şirketlerimiz, sürdürülebilir gelişmenin hayati önemini giderek daha iyi kavradı, kendilerini hazırlıyor. Buna karşılık küçük ve orta boy işletmelerin sürdürülebilir gelişme rekabetinde başarılı olabilmeleri için desteğe ihtiyaç var.
Sivil toplum kuruluşlarında hizmet vermeye hazır, idealist, kendini iyi yetiştirmiş çok sayıda uzmanımız var, ama yeterince yararlanmak mümkün olamıyor.
Yerel yönetimlerde ve akademi dünyasındaki potansiyel de yeterince harekete geçirilebilmiş değil. Dört bileşen altında özetlediğimiz birikimden azami düzeyde yararlanabilmek için kamunun liderliği şart.
İklim değişikliği mücadelesi ve sürdürülebilir gelişme çok yönlü çabaları gerektiriyor; ekonomik, finansal, yasal, diplomatik, vs. Başarı için kamunun liderliği olmazsa olmaz.
Zaten Türkiye’nin performansının olması gerekenin altında kalmasının başlıca nedeni, siyasetin ve kamunun üstüne düşen liderliği taşımada yetersiz kalması.
Ülkenin mevcut koşullarını dikkate alarak, gidişte bir nebze olsun iyileşme sağlayabilecek iki somut öneri yapmak isterim.
Öneri 1: İklim Değişikliği Başkanlığı Cumhurbaşkanlığına bağlanmalı
Halen mevcut bürokrasi yapısı içinde konu; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı tarafından yönetiliyor.
İklim Başkanlığı’nın doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanması, mevcut bürokrasi ve hiyerarşinin işleyişi içinde daha hızlı hareket etmeyi mümkün kılacaktır.
Öneri 2: Uluslararası iklim diplomasisinde tavır değişikliği
Ankara’nın en üst düzey sözcüleri zaman zaman Türkiye’nin küresel ısınmaya neden olan emisyonlarda tarihi payının ve sorumluluğunun az olduğunu vurguluyor.
Türkiye emisyonları en hızlı artan ülkelerden biri olsa da vurgu doğru. Ama Türkiye gereğini yapmıyor ve o vurgular sadece şikayet düzeyinde kalıyor.
Ankara uluslararası iklim diplomasisinde daha aktif roller yüklenmeli ve atmosferin kirlenmesinde payı yüksek gelişmiş ülkelerin daha fazla sorumluluk almasını talep eden bir politika izlemeli.
Gelişmiş ülkelerin tamamının 2050’ye kadar net-sıfır emisyon hedefine ulaşması, küresel ısınmanın 2 derece altında tutulması için muhtemelen yeterli olmayacak. Gelişmekte olan ülkelerin de emisyonlarını ciddi oranda azaltması gerekiyor. Ancak bunu kalkınma hedeflerinden taviz vermeden başarabilmeleri için, gelişmiş ülkelerin büyük ölçekli bir sermaye, teknoloji ve kurumsal kapasite desteği sağlaması şart.
Ankara’nın daha aktif bir iklim diplomasisi yürütebilmesi, öncelikle kendi evinin içini temizlemesine, içerde çok daha kapsamlı sürdürülebilir gelişme politikaları izlemesine bağlı.
Türkiye’nin daha aktif ve yapıcı bir iklim siyaseti izlemesi, Batı ile sorun dolu jeopolitik ilişkilerinin yumuşamasına yardımcı olabilir. Demokratikleşme, insan hakları, Kürt sorunu gibi zor ve dikenli alanlarda ilişkilerin iyileşmesine, hatta o sorunların çözümüne katkılar sağlayabilir.
——
Metinlerin hazırlanmasında görüş ve önerileriyle katkı sağlayan Sayın Serhat Şabab’a teşekkürlerimi sunarım.
( Kaynak )