CHP'de güncel deyimle "sular durulmadı".
Dün gece (8 Kasım 2010, Star TV’de) Uğur Dündar gazeteciliğiyle Deniz Baykal'ı konuşturdu…
Ben, geri dönme eğilimi sezinledim.
Elbette siyasette kendini tanımlamak, aday olmak herkesin hakkıdır.
Ancak, o arada toplumun da hakları ve beklentileri var...
O beklentiler, bir siyasi parti kendi iç düzenine dönmüşken de geçerlidir. Partili de seçmen de hem partiden duymak hem de partide ülkeyi ve dünyayı bulmak ister.
Türkiye'de Siyasi Partiler Yasası'nda demokratikleşme ve barajların yüzde beş hatta üçler düzeyine düşmesi nedense gündemde yok. Her seçimde yüzde yirmilere yakın "sandığa gitmeme" biraz da bundan.
( O arada önceki yönetimlerde CHP'de adeta yüzde 20 bandına endekslenmiş ve ortaya ilginç bir durum çıkmıştı: CHP'de ancak kök seçmeni sayılacak yüzde 20’lik bir kitle kadar büyüklük yaratabilir!..)
Öte yandan, yerleşmiş demokratik sistemlerde, herhangi bir siyasi partinin yönetimine kimlerin geleceği yıllar öncesi kestirilir. Bu nas değildir ama özellikle de sol partiler için Kıt'ada bir gelenektir.
Kuşkusuz yenilenme ihtiyaçları zamanla belirir. Ülkenin de yerkürenin de etkilendiği değişimlerden o partiler / siyasiler de paylarını alırlar, bunu kadrolarında yansıtana kadar da arayış devam eder.
Seçim başarımı da çok nesnel bir ayraçtır. Burada standart: bir öncede aldığı oyun anlamlı şekilde altına düşenin, görevini selefine bırakmasıdır. Bu, CHP dahil bugüne kadar ne kadar geçerlidir, tartışılır.
Fakat asıl üzerinde düşünülmesi gereken, kadrosal yenilenme ihtiyacını karşılayacak kişilerin parti eğitimiyle ve hakça yarışmalarla gerçek bir değişimi karşılama olanakları ve özellikle de genel başkan ve yönetim kurulu düzeyindeki değişimin ülkenin ve dünyanın dinamiklerini karşılama düzeyidir.
Bunun yerine, yönetime gelmek, salt partinin oy başarımına bağlanırsa seçmen nezdinde bir tür bölünmüşlük algısı hakim olur. Parti gücünü değerlendiremeyebilir. Bu da partiye zarar verir.
Milliyet blog’da değindiğim gibi: “… Deniz Baykal ayrılmasaydı da, Partide bir değişim ihtiyacı olduğu açıktı. Gerçekten bunu Deniz Bey de kabul ediyor. Kendi inanışına göre, Parti Meclisi'nin seçtiği Merkez Yönetim Kurulu + "Güçlü" Genel Sekreterlik yerine, 2008'de, Parti Meclisinden Genel Başkanca 13 yardımcısı ve "İdari işlere" yoğunlaşan Genel Sekreterlik, formülünü sahipleniyor..
İşte bu değişikliğin Mayıs 2010'da Kemal Kılıçdaroğlu'nu seçen 33. Kurultay'da, biraz da muğlak bir yönelimle ötelenmesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını doğal olarak harekete geçirmiş ve Tüzüğün uygulanması partiye anımsatılmıştır.”
Kılıçdaroğlu, tamamlayıcı değişimini, bu olumsuzluğu olanağa çevirerek yaptı, eskinin devamından yana görülen Önder Sav ve arkadaşlarını yönetim dışı bıraktı. Bu 9 Kasım 2010 günü, aday adayı olma hakkımı kullandığım 2002 seçimlerinden sonra ve sonrasında da salt düşüncelerimi anlatmaya çalıştığım için, beni 2006’da Yüksek Disiplin Kurulu’nun karşısına çıkaran süreci de hüzünle anımsadım…
Bunlar bir yana…
Belki her şeyden daha önemli olan parti içinde demokratik disiplin mekanizması ve Tüzüksel işleyiş ile ülke genelinde oy barajlarının istikrara ket vurmayacak ama demokrasinin de temsil kapasitesini artıracak şekilde düzenlenmesidir, ki, birincisi büyük ölçüde şimdiden Kılıçdaroğlu'nun elindedir ve artık her iki olgu da kendilerinin yönetim anlayışlarının sözverimleridir.
Kemal Beyin bunları başarması ve CHP'nin en iyi sonucu alması için desteklenmesi de sanırım partililik borcudur.
Değişime, yenileşmeye giden yolda elbirliğiyle çalışılması herhangi bir makamdan daha önemli değildir. CHP'nde örneğin, son referandumda, "örgütler sandık başlarında etkisiz kaldı" yakınmalarını ortadan kaldırmak ve sendikası, sivil toplumuyla halka ulaşmak için, yürünecek daha çok yol vardır. O arada düşünce temeline dayanan açılımlara da “kurumsal özgürlükçü” ortamın sağlanması partinin büyüme stratejisine oturması bağlamında yaşamsaldır.
İç suların dinginliği kadar, dış sularda birlikte aynı gemide yol almak, o gemiyi demokrasisi güçlenen, ekonomisi gelişen, toplumsal yaşamı yenilenen limanlara çıkarmak, herkesin ortak sorumluluğu ve önceliği değil midir?
">
CHP'de güncel deyimle "sular durulmadı".
Dün gece (8 Kasım 2010, Star TV’de) Uğur Dündar gazeteciliğiyle Deniz Baykal'ı konuşturdu…
Ben, geri dönme eğilimi sezinledim.
Elbette siyasette kendini tanımlamak, aday olmak herkesin hakkıdır.
Ancak, o arada toplumun da hakları ve beklentileri var...
O beklentiler, bir siyasi parti kendi iç düzenine dönmüşken de geçerlidir. Partili de seçmen de hem partiden duymak hem de partide ülkeyi ve dünyayı bulmak ister.
Türkiye'de Siyasi Partiler Yasası'nda demokratikleşme ve barajların yüzde beş hatta üçler düzeyine düşmesi nedense gündemde yok. Her seçimde yüzde yirmilere yakın "sandığa gitmeme" biraz da bundan.
( O arada önceki yönetimlerde CHP'de adeta yüzde 20 bandına endekslenmiş ve ortaya ilginç bir durum çıkmıştı: CHP'de ancak kök seçmeni sayılacak yüzde 20’lik bir kitle kadar büyüklük yaratabilir!..)
Öte yandan, yerleşmiş demokratik sistemlerde, herhangi bir siyasi partinin yönetimine kimlerin geleceği yıllar öncesi kestirilir. Bu nas değildir ama özellikle de sol partiler için Kıt'ada bir gelenektir.
Kuşkusuz yenilenme ihtiyaçları zamanla belirir. Ülkenin de yerkürenin de etkilendiği değişimlerden o partiler / siyasiler de paylarını alırlar, bunu kadrolarında yansıtana kadar da arayış devam eder.
Seçim başarımı da çok nesnel bir ayraçtır. Burada standart: bir öncede aldığı oyun anlamlı şekilde altına düşenin, görevini selefine bırakmasıdır. Bu, CHP dahil bugüne kadar ne kadar geçerlidir, tartışılır.
Fakat asıl üzerinde düşünülmesi gereken, kadrosal yenilenme ihtiyacını karşılayacak kişilerin parti eğitimiyle ve hakça yarışmalarla gerçek bir değişimi karşılama olanakları ve özellikle de genel başkan ve yönetim kurulu düzeyindeki değişimin ülkenin ve dünyanın dinamiklerini karşılama düzeyidir.
Bunun yerine, yönetime gelmek, salt partinin oy başarımına bağlanırsa seçmen nezdinde bir tür bölünmüşlük algısı hakim olur. Parti gücünü değerlendiremeyebilir. Bu da partiye zarar verir.
Milliyet blog’da değindiğim gibi: “… Deniz Baykal ayrılmasaydı da, Partide bir değişim ihtiyacı olduğu açıktı. Gerçekten bunu Deniz Bey de kabul ediyor. Kendi inanışına göre, Parti Meclisi'nin seçtiği Merkez Yönetim Kurulu + "Güçlü" Genel Sekreterlik yerine, 2008'de, Parti Meclisinden Genel Başkanca 13 yardımcısı ve "İdari işlere" yoğunlaşan Genel Sekreterlik, formülünü sahipleniyor..
İşte bu değişikliğin Mayıs 2010'da Kemal Kılıçdaroğlu'nu seçen 33. Kurultay'da, biraz da muğlak bir yönelimle ötelenmesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığını doğal olarak harekete geçirmiş ve Tüzüğün uygulanması partiye anımsatılmıştır.”
Kılıçdaroğlu, tamamlayıcı değişimini, bu olumsuzluğu olanağa çevirerek yaptı, eskinin devamından yana görülen Önder Sav ve arkadaşlarını yönetim dışı bıraktı. Bu 9 Kasım 2010 günü, aday adayı olma hakkımı kullandığım 2002 seçimlerinden sonra ve sonrasında da salt düşüncelerimi anlatmaya çalıştığım için, beni 2006’da Yüksek Disiplin Kurulu’nun karşısına çıkaran süreci de hüzünle anımsadım…
Bunlar bir yana…
Belki her şeyden daha önemli olan parti içinde demokratik disiplin mekanizması ve Tüzüksel işleyiş ile ülke genelinde oy barajlarının istikrara ket vurmayacak ama demokrasinin de temsil kapasitesini artıracak şekilde düzenlenmesidir, ki, birincisi büyük ölçüde şimdiden Kılıçdaroğlu'nun elindedir ve artık her iki olgu da kendilerinin yönetim anlayışlarının sözverimleridir.
Kemal Beyin bunları başarması ve CHP'nin en iyi sonucu alması için desteklenmesi de sanırım partililik borcudur.
Değişime, yenileşmeye giden yolda elbirliğiyle çalışılması herhangi bir makamdan daha önemli değildir. CHP'nde örneğin, son referandumda, "örgütler sandık başlarında etkisiz kaldı" yakınmalarını ortadan kaldırmak ve sendikası, sivil toplumuyla halka ulaşmak için, yürünecek daha çok yol vardır. O arada düşünce temeline dayanan açılımlara da “kurumsal özgürlükçü” ortamın sağlanması partinin büyüme stratejisine oturması bağlamında yaşamsaldır.
İç suların dinginliği kadar, dış sularda birlikte aynı gemide yol almak, o gemiyi demokrasisi güçlenen, ekonomisi gelişen, toplumsal yaşamı yenilenen limanlara çıkarmak, herkesin ortak sorumluluğu ve önceliği değil midir?