Şimdi laikliği bir kez daha konuşma zamanı

Sabah Gazetesi’nde belli ki “tesadüf” olmayan bir yazı üzerinden...

Necdet Saraç saracnecdet@hotmail.com

Sabah Gazetesi’nde belli ki “tesadüf” olmayan bir yazı üzerinden başlayan tartışmaya, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün “aynı maklubeye kaşık sallama” çıkışı ile bir kez daha gündeme “Paralel Devlet Yapılanması” tartışması oturdu…

Arkasından Balyoz mağdurlarından emekli Albay Hakim Ahmet Zeki Üçok “yargıda halen 2221 FETÖ’cü ya da FETÖ sempatizanı var” dedi ve tartışmayı derinleştirdi…

Temmuz ayında FETÖ ile bağlantılı iddiasıyla yargıdan 9 hakim-savcının ihraç edildiği, hemen hemen her gün yeni bir “FETÖ operasyonunu” duyduğumuz bir ortamda bu gelişmeleri yalnızca “AKP içi bir hesaplaşma” olarak düşünmek gerçekçi olmaz. Bu tartışmanın iktidardaki kavgayı büyüteceği, AKP’deki çözülmeyi hızlandıracağı kesin ancak bu konuda asıl tartışılması gereken en önemli başlığı, cemaatlerin, tarikatların devletle olan ilişkileri ve laiklik mesesidir…

CEMAATLER ARASINDA POLİTİK FARK NE?

Garip bir biçimde neredeyse “herkes” laiklik gibi hayati bir gerçeği “pas” geçiyor, gündeme getirmekten açıkça kaçıyor…

Devlet, adına bazen tarikat, bazen cemaat, bazen de vakıf denilen dini örgütlenmelerle o kadar iç içe geçmiş ki, darbe girişiminden bu yana üç yıldır süren FETÖ operasyonu bir türlü bitmiyor…

Üç yılın sonunda, 200 bine yakın gözaltı, tutuklama, ihraca rağmen FETÖ’nün “siyasi ayağı” halen ortaya çıkmadı!
AKP’lilerin kendi telaffuz ettikleri ve zengin FETÖ’cüleri koruma altına aldığı iddia edilen “FETÖ borsası” da ortaya çıkmadı!

Böyle bir ortamda yargıda yeni bir paralel örgütlenme sürpriz olmaz, çünkü, orta yerde bir kriter yok… Kimin eli kimin cebinde belirsiz…
Fettullah Gülen ile Adnan Oktar arasında ya da Menzir Tarikatı arasında veya Nurettin Yıldız “Hocaefendi” arasında veya Fesli Kadir Mısırlıoğlu arasında veya Cüppeli Ahmet Hoca arasında ne fark var?
Saydığım, sayamadığın onlarca tarikat, yüzlerce tarikat kolu arasında hangi politik fark var?
Hatta ve hatta kamunun olanaklarıyla son yıllarda devasa bir kuruma dönüşen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bunlardan farkı nedir?
Bunların siyasi tercihleri birbirlerinden çok mu farklı?
Dini yorumları birbirlerinden çok mu farklı?
Bunların hepsinin birbirleriyle siyasi akraba oluşları, seçimlerde ağırlıklı olarak aynı partiyi veya benzer partileri tercih etmeleri tesadüf mü?
Hepsinin teker teker devletin kurumlarına nüfuz etme çabaları da mı tesadüf?
Bunların hepsi “Hocaefendi” değil mi?
Fettullah Gülen’in darbeci olması bu sorulardaki ana gerçekliği ortadan kaldırır mı?

1950’lerden bu yana “Yeşil Kuşak” projesiyle başlayan, 12 Eylül 1980 darbesiyle zirve yapan süreçten sonra, tarikatlar, cemaatler 2002’den bu yana AKP iktidarıyla devlete tam anlamıyla nüfuz etmediler mi?

KERAMETTEN MEHDİLİĞE UZANMAK TESADÜF DEĞİL

FETÖ yalnızca bu sürecin, yani devletin dincileşmesinin, siyasal İslamın etkisi altına girmesinin ortaya çıkardığı bir sonuç…

Fettullah Gülen’in 12 Eylül darbesi sonrası yayınlanan “yakalanacaklar listesinde” yer aldığını, Bursa’da gözaltına alındığını ancak gözaltına alan askerlerin “bu kadar komünistle uğraşıyoruz, bir de masum Müslümanlarla uğraşmanın anlamı yok” diyerek kendisini serbest bıraktığını, 6 yıl elini kolunu sallayarak dolaştığını ve bunu bir “keramet” olarak sunduğunu, bu “keramet”in sonraki yıllarda “Mehdi”liğe uzandığını, 1986 yılında Özal’ın yönlendirmesiyle Burdur’da “teslim olduğu” ve bir gün sonra İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca serbest bırakıldığını, 1980’lerde önce Özal’ın, sonra Demirel’in, sonrasında Ecevit’in de desteğini aldığını,  yurtdışında örgütlenmesinin önünün açıldığını, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2003’te bütün büyükelçiliklere “Gülen cemaati ile temas ve işbirliği” talimatı verdiğini, Gülen’in 2002’den itibaren AKP iktidarının ortağı olduğunu, “Türkçe Olimpiyatları”na yapılan güzellemeleri ve Erdoğan’ın “ne istediniz de vermedik” dediğini bilmiyor muyuz?

Bunların hepsi biliniyor ama “herkesin bildiği şeyin halen sır olarak kabul edildiği” garip bir Türkiye gerçeği maalesef sürüyor…

Lafı daha uzatmaya gerek yok, işin özeti şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, cemaatlerle ve tarikatlarla, dini örgütlenmelerle arasına kalın bir çizgi koymadığı sürece devletin dini örgütlenmelerden kurtulması mümkün değildir!

Din, devletin kurumsal yapısı dışına çıkartılmadan, laiklik yeniden hatırlanmadan ve uygulamaya konmadan, bazen dernek, bazen vakıf adı altında devletin, belediyelerin yani kamunun olanakları dini örgütlenmelere sunuldukça yalnızca isimler değişir. Bugün adı “FETÖ” olanın adı yarın “MEZÖ”, öbür gün başka bir şey olur…

Bu konuda 1950’lerden bu yana solcuların, demokratların, devrimcilerin uyarılırını dikkat almayanlar, bütün dertleri tasaları sol, laiklik ve cumhuriyet düşmanlığı olanlar, önce “Yeşil Kuşağa”, sonra BOP’a, sonra da “Ilımlı İslam’a” güzelleme yaptılar…

DİNDEN DEMOKRASİ ÇIKMAZ

Daha 1980’li yıllarda, 1984’de, 85’de Meclis’te bu konuda uyarılar yapan Kamer Genç’i, Seyfi Oktay’ı “bunlar mezhep hezeyanları ile hareket ediyorlar, müslümandan kimseye zarar gelmez” diyerek neredeyse linç etmeye kalktılar…

Yaşayarak öğrendik ki, hem ülkemizde, hem de bölgemizde, siyasi iktidarlar dini referanslarla hareket ettiği sürece, toplumu dizayn etme çabası artıyor, toplum dini referanslara göre bölünüyor, kutuplaşma çatışmayı, çatışmalar da ölümleri beraberinde getiriyor. Buna rağmen, iktidar isteyen dinden de, milliyetçi yaklaşımlardan da demokrasi çıkmayacağı ısrarla görülmek istenmiyor, sorun burada…

Laik ya da seküler bir sistemde, insanlar istediği gibi inanır ya da inanmaz, ibadet eder ya da etmez. İsteyen inanç gurubu, kendi inancını istediği gibi öğretir. Kılık-kıyafetler sorgulanmaz. İnsanlar Alevi, Sünni, Hristiyan, Zerdüşt  veya bir başka inançtan olduğu ya da inançsız olduğu için horlanmaz, aşağılanmaz, mahalle baskısı yaşamaz. Devlet bütün inançlara eşit mesafede durarak hakemlik yapar. Şiddet yoksa inanca karışmaz, tarif etmez! Devlet, sağlık gibi, turizm gibi, spor gibi birçok bakanlığın bütçesinden daha çok bir bütçeyi dini alana ayırmaz, kamunun olanağını dine sunmaz!

Ülkemizde laiklik kağıt üzerinde kalıp, fikren terk edildiği için bunların tam tersi yapılıyor ve farklı inanç grupları arasındaki ayırım da, gerilim de devlet eliyle büyütülüyor. Görevlendirmelerde de, işe alımlarda da dini referansları kullanıyor. Dini söylemler devletin tepesine, siyasi parti liderlerine hakim oluyor. “Yurttaş hakkı” kavramı “kul hakkı” kavramı ile yer değiştiriyor!

Bütün bunlardan dolayı, çok acil yeni bir mutabakata, yeni bir toplumsal sözleşmeye yeni laik ve demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacımız var. Bu Anayasa, tekçilik ve otorite üzerine değil eşit yurttaşlık, liyakat, laiklik ve özgürlükler üzerine kurulmalı, devlet inançlar ve kimlikler karşısında yalnızca “hakem” rolü üstlenmeli…

Bu olmadığı sürece FETÖ’lerin sonu gelmez!

21 Eylül 2019, İstanbul
Necdet Saraç

">

Sabah Gazetesi’nde belli ki “tesadüf” olmayan bir yazı üzerinden başlayan tartışmaya, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün “aynı maklubeye kaşık sallama” çıkışı ile bir kez daha gündeme “Paralel Devlet Yapılanması” tartışması oturdu…

Arkasından Balyoz mağdurlarından emekli Albay Hakim Ahmet Zeki Üçok “yargıda halen 2221 FETÖ’cü ya da FETÖ sempatizanı var” dedi ve tartışmayı derinleştirdi…

Temmuz ayında FETÖ ile bağlantılı iddiasıyla yargıdan 9 hakim-savcının ihraç edildiği, hemen hemen her gün yeni bir “FETÖ operasyonunu” duyduğumuz bir ortamda bu gelişmeleri yalnızca “AKP içi bir hesaplaşma” olarak düşünmek gerçekçi olmaz. Bu tartışmanın iktidardaki kavgayı büyüteceği, AKP’deki çözülmeyi hızlandıracağı kesin ancak bu konuda asıl tartışılması gereken en önemli başlığı, cemaatlerin, tarikatların devletle olan ilişkileri ve laiklik mesesidir…

CEMAATLER ARASINDA POLİTİK FARK NE?

Garip bir biçimde neredeyse “herkes” laiklik gibi hayati bir gerçeği “pas” geçiyor, gündeme getirmekten açıkça kaçıyor…

Devlet, adına bazen tarikat, bazen cemaat, bazen de vakıf denilen dini örgütlenmelerle o kadar iç içe geçmiş ki, darbe girişiminden bu yana üç yıldır süren FETÖ operasyonu bir türlü bitmiyor…

Üç yılın sonunda, 200 bine yakın gözaltı, tutuklama, ihraca rağmen FETÖ’nün “siyasi ayağı” halen ortaya çıkmadı!
AKP’lilerin kendi telaffuz ettikleri ve zengin FETÖ’cüleri koruma altına aldığı iddia edilen “FETÖ borsası” da ortaya çıkmadı!

Böyle bir ortamda yargıda yeni bir paralel örgütlenme sürpriz olmaz, çünkü, orta yerde bir kriter yok… Kimin eli kimin cebinde belirsiz…
Fettullah Gülen ile Adnan Oktar arasında ya da Menzir Tarikatı arasında veya Nurettin Yıldız “Hocaefendi” arasında veya Fesli Kadir Mısırlıoğlu arasında veya Cüppeli Ahmet Hoca arasında ne fark var?
Saydığım, sayamadığın onlarca tarikat, yüzlerce tarikat kolu arasında hangi politik fark var?
Hatta ve hatta kamunun olanaklarıyla son yıllarda devasa bir kuruma dönüşen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bunlardan farkı nedir?
Bunların siyasi tercihleri birbirlerinden çok mu farklı?
Dini yorumları birbirlerinden çok mu farklı?
Bunların hepsinin birbirleriyle siyasi akraba oluşları, seçimlerde ağırlıklı olarak aynı partiyi veya benzer partileri tercih etmeleri tesadüf mü?
Hepsinin teker teker devletin kurumlarına nüfuz etme çabaları da mı tesadüf?
Bunların hepsi “Hocaefendi” değil mi?
Fettullah Gülen’in darbeci olması bu sorulardaki ana gerçekliği ortadan kaldırır mı?

1950’lerden bu yana “Yeşil Kuşak” projesiyle başlayan, 12 Eylül 1980 darbesiyle zirve yapan süreçten sonra, tarikatlar, cemaatler 2002’den bu yana AKP iktidarıyla devlete tam anlamıyla nüfuz etmediler mi?

KERAMETTEN MEHDİLİĞE UZANMAK TESADÜF DEĞİL

FETÖ yalnızca bu sürecin, yani devletin dincileşmesinin, siyasal İslamın etkisi altına girmesinin ortaya çıkardığı bir sonuç…

Fettullah Gülen’in 12 Eylül darbesi sonrası yayınlanan “yakalanacaklar listesinde” yer aldığını, Bursa’da gözaltına alındığını ancak gözaltına alan askerlerin “bu kadar komünistle uğraşıyoruz, bir de masum Müslümanlarla uğraşmanın anlamı yok” diyerek kendisini serbest bıraktığını, 6 yıl elini kolunu sallayarak dolaştığını ve bunu bir “keramet” olarak sunduğunu, bu “keramet”in sonraki yıllarda “Mehdi”liğe uzandığını, 1986 yılında Özal’ın yönlendirmesiyle Burdur’da “teslim olduğu” ve bir gün sonra İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca serbest bırakıldığını, 1980’lerde önce Özal’ın, sonra Demirel’in, sonrasında Ecevit’in de desteğini aldığını,  yurtdışında örgütlenmesinin önünün açıldığını, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2003’te bütün büyükelçiliklere “Gülen cemaati ile temas ve işbirliği” talimatı verdiğini, Gülen’in 2002’den itibaren AKP iktidarının ortağı olduğunu, “Türkçe Olimpiyatları”na yapılan güzellemeleri ve Erdoğan’ın “ne istediniz de vermedik” dediğini bilmiyor muyuz?

Bunların hepsi biliniyor ama “herkesin bildiği şeyin halen sır olarak kabul edildiği” garip bir Türkiye gerçeği maalesef sürüyor…

Lafı daha uzatmaya gerek yok, işin özeti şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, cemaatlerle ve tarikatlarla, dini örgütlenmelerle arasına kalın bir çizgi koymadığı sürece devletin dini örgütlenmelerden kurtulması mümkün değildir!

Din, devletin kurumsal yapısı dışına çıkartılmadan, laiklik yeniden hatırlanmadan ve uygulamaya konmadan, bazen dernek, bazen vakıf adı altında devletin, belediyelerin yani kamunun olanakları dini örgütlenmelere sunuldukça yalnızca isimler değişir. Bugün adı “FETÖ” olanın adı yarın “MEZÖ”, öbür gün başka bir şey olur…

Bu konuda 1950’lerden bu yana solcuların, demokratların, devrimcilerin uyarılırını dikkat almayanlar, bütün dertleri tasaları sol, laiklik ve cumhuriyet düşmanlığı olanlar, önce “Yeşil Kuşağa”, sonra BOP’a, sonra da “Ilımlı İslam’a” güzelleme yaptılar…

DİNDEN DEMOKRASİ ÇIKMAZ

Daha 1980’li yıllarda, 1984’de, 85’de Meclis’te bu konuda uyarılar yapan Kamer Genç’i, Seyfi Oktay’ı “bunlar mezhep hezeyanları ile hareket ediyorlar, müslümandan kimseye zarar gelmez” diyerek neredeyse linç etmeye kalktılar…

Yaşayarak öğrendik ki, hem ülkemizde, hem de bölgemizde, siyasi iktidarlar dini referanslarla hareket ettiği sürece, toplumu dizayn etme çabası artıyor, toplum dini referanslara göre bölünüyor, kutuplaşma çatışmayı, çatışmalar da ölümleri beraberinde getiriyor. Buna rağmen, iktidar isteyen dinden de, milliyetçi yaklaşımlardan da demokrasi çıkmayacağı ısrarla görülmek istenmiyor, sorun burada…

Laik ya da seküler bir sistemde, insanlar istediği gibi inanır ya da inanmaz, ibadet eder ya da etmez. İsteyen inanç gurubu, kendi inancını istediği gibi öğretir. Kılık-kıyafetler sorgulanmaz. İnsanlar Alevi, Sünni, Hristiyan, Zerdüşt  veya bir başka inançtan olduğu ya da inançsız olduğu için horlanmaz, aşağılanmaz, mahalle baskısı yaşamaz. Devlet bütün inançlara eşit mesafede durarak hakemlik yapar. Şiddet yoksa inanca karışmaz, tarif etmez! Devlet, sağlık gibi, turizm gibi, spor gibi birçok bakanlığın bütçesinden daha çok bir bütçeyi dini alana ayırmaz, kamunun olanağını dine sunmaz!

Ülkemizde laiklik kağıt üzerinde kalıp, fikren terk edildiği için bunların tam tersi yapılıyor ve farklı inanç grupları arasındaki ayırım da, gerilim de devlet eliyle büyütülüyor. Görevlendirmelerde de, işe alımlarda da dini referansları kullanıyor. Dini söylemler devletin tepesine, siyasi parti liderlerine hakim oluyor. “Yurttaş hakkı” kavramı “kul hakkı” kavramı ile yer değiştiriyor!

Bütün bunlardan dolayı, çok acil yeni bir mutabakata, yeni bir toplumsal sözleşmeye yeni laik ve demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacımız var. Bu Anayasa, tekçilik ve otorite üzerine değil eşit yurttaşlık, liyakat, laiklik ve özgürlükler üzerine kurulmalı, devlet inançlar ve kimlikler karşısında yalnızca “hakem” rolü üstlenmeli…

Bu olmadığı sürece FETÖ’lerin sonu gelmez!

21 Eylül 2019, İstanbul
Necdet Saraç

Tüm yazılarını göster