12 Haziran Türkiye tarihinin belki de en önemli seçimlerinden biriydi. Birkaç tatsız ve Hopa’daki dramatik olayın dışında, genelde barış içinde bir kampanya dönemi geçti. Meydanlarda söylenilen artık meydanlarda kalmalı, ama halkın sorunlarının çözümüne ilişkin vaatlerin yerine getirilmesi ortada yerde bırakılmamalı; iktidar ve muhalefetin de katkıları ile yaşama aktarılmalıdır. Halk görevini yapmış, geniş bir katılım sağlanmıştır. Şimdi görev, siyasetçinindir…
Her seçimde yalnız partiler ve adaylar değil, demokrasinin kıvamı da sınava girer...
“12 Haziran ve partiler” başlıklı yazımda belirttiğim gibi; adil, dürüst, huzur içinde ikmal edilen ve sonuçları vakarla karşılanan seçim sınavında, her şeyden önce, demokrasi kazanır.
Demokrasi, seçime zemin sağlar, seçim, demokrasiye güç kattığı oranda işlevseldir; işe yarar.
Demokrasi, gerçekte siyasal görüş olarak “azlıkta” olanların da bir gün çoğunluğa erişebilmelerini teminat altına alan rejimdir. İktidar ile muhalefet arasında bu doğal “yer değiştirme potansiyeli”, partiler yasası, propaganda kuralları ve kitle iletişim olanaklarıyla belirginleşir.
Çağdaş demokrasilerde sayısal çokluktan önemli olan katılımcılıktır…
“Katılım”;“temsili sistemin ‘seçim’ momenti dışında da işlerliği”, Millet adına denetim ve Devletin devamlılığının denetimi açısından elzemdir. TBMM ve yerel yönetimlerin çalışma / ihtisas komisyonları ile yerel düzeyde karar alma süreçlerine katılımın esasları Anayasa çerçevesinde ve yasalarla tadat edilen bir durumdur. Öte yanda, yakın gelecekte daha da fazla başvurulacağını tahmin ettiğim halkoylamaları benim “katılım’ın çekirdeğindeki dinamik” olarak tabir edebileceğim olgu açısından çok önemlidir. Bu olgu, yerli yerinde ve kendi sınırları içinde değerlendirilirse, demokrasiye de daha çok katkı sağlanabilir...
“Çoğunlukçuluk” yerine çoğulculuk anlayışı…
Katılımcılık ilkesiyle örtüşen bir “çoğulculuk anlayışı” ise, çağdaş demokrasi alfabesinin “A”sı gibidir… O nedenle çoğulculuğa ve katılımcılığa her zaman önem verilmeli ve özen gösterilmelidir ki, demokratik standartlarının yükseltilmesine ilişkin özlemler, karşılık bulabilsin… Çoğulculuk anlayışı, hem yukarıda belirtmeye çalıştığım, sistemin devamlılığı içinde iktidar-muhalefet nöbet değişimine katkı sağlayacak, hem de ne denli azlıkta olursa olsun demokratik değerler içinde kaldığı sürece her türlü görüşün ve tüm seçmenlerin, hizmet sunumunda, sorun çözümünde eşit sayıldığı / eşit kılındığı bir durumdur. Siyasetin yükseldiği her seçim dönemi aynı zamanda sistemin çoğulculuk ve katılımcılık özlemlerinin irdelendiği dönemlerdendir. Bu yazıda burada, işte bu nedenle bir kez daha işlenmiştir.
Başkanlık Sistemi tartışmaları…
Fakat bir yanda bu “özlem”lerle karşı karşıyayız, diğer yandaysa, Türkiye için hiç de olumlu olamayacağını yıllar önceden yazdığım Başkanlık Sistemi tartışmalarının odağındayız. Ve de toplumsal uzlaşmayı en çok gerektiren, Anayasa yenilenmesi arayışlarının da eşiğindeyiz.
Özellikle Başkanlık Sistemi tartışmaları, salt bugünün konusu da olmayıp, yıllardır yapılagelmektedir. Fakat bir gerçeklik de orta yerde durmaktadır: Verili koşullarda Başkanlık Sistemi, yetkilerin tek adamda toplanmasına, o da adeta bir tür “monarşik demokrasi” algısına yol açabilir. Bizde ise, demokrasiyi getiren devrim monarşiden zorunlu bir kopuşun tarihidir. Unutulmasın ki, bu topraklarda, matbaa fetvayla yasaklanmış, harf devrimi cephelerden kazanılmış, sendikal hak kavramının zemini, -maalesef- bir ara dönemden sonra yaşamımıza girebilmiştir… Aradan geçen yıllar boyunca, otoriterliğin eğimi, üreten kesimlerin örgütlenmesindeki gerilemeler, toplumun moral değerlerindeki erozyon, her boydan her kurumdan tek adama yetki göçermesi olasılığına karşılık meşruiyetimizin olgunlaşma eşiğini düşürmüştür.
Daha da ötede, Dünya’da otoriter eğilimlerin arttığı, bölgemizde demokrasinin kanlı baharlara kaldığı bir devranda, bırakalım tarihin deneyimini bir yana, sistemin işlerliğinin sınanması-denenmesi kadar pahalı bir bedel düşünülemez. O nedenle, Başkanlık, ya da Yarı-Başkanlık sistemi yerine, güçler ayrımına dayanan sistemimizi ve temsili demokrasimizi katılımcılık boyutuyla daha da geliştirmemiz, Türkiye’mizin hayrına ve yararına olacaktır.
“Kürt Sorunu”, ya da “Güneydoğu Sorunu”…
Bu seçim kampanyasının üzerinde çokça durulan bir başka konusu, “Kürt Sorunu”, ya da
“Güneydoğu Sorunu” olmuştur. Terminolojide bile taban tabana zıt kimi akımlar ve adaylar ister istemez bu tartışmaya katılmışlardır. İster bireysel ister topluluksal olsun hak ve sorumluluklar anlamında demokrasi ve ekonomi tezlerinin iç içe sentezlendiği bir çağdayız. Bu nedenle bu ‘sorun’ ne salt ekonomiyle ne de salt ‘demokrasiyle’ ilgilidir. Tıpkı, sadece ülkemizin Güneydoğusuyla ilgili olmayıp, bütün bir Türkiye’yi ilgilendirdiği gibi; sorunun etkili çözümü de; geniş bir toplumsal uzlaşıya bağlı olsa gerekir.
Türkiye’nin Güneydoğusu’nda milli gelir ortalamaların bir hayli altında yoğunlaşmaktadır. Doğrudur.. On yıllarca uygulanan Olağanüstü Hal, geride yakılan köyler, yıkılan umutlar bırakmıştır. Bu da doğru ve çok acıdır.. Devlet gücünü kötüye kullananların yol açtığı yıkım, yer yer devlete fatura edilmektedir. O da doğrudur; bilinmektedir.. Terörün tırmanma çevrimiyle çakışan ve kültürel hakların kullanımında yasakçılık refleksiyle yanıtlanan, idare-i maslahat ile kaybedilen yıllar vardır; bu da doğrudur!..
Fakat bütün bu doğruların yanında, kamu yatırımcılığı, GAP’ın tamamlanması, hayvancılığın canlandırılması, tarımda endüstrileşmenin planlanması, maden rezervlerinin işletmeye alınması, turizmin çeşitlendirilmesi, serbest bölgelerin ihyası ve sınır ticaretinin akışkanlığı gibi uygulamalarla o sorunların, ekonomik açıdan aşılabileceği ve -ulusal bütünlüğü gözeten şekilde kültürel hakların kullanımının önündeki engellerin sabırla ayıklanmaya devam edilerek de- toplumsal barışa, o arada ‘demokrasi’ye katkı yapılabilecek doğru politikaların uygulanabileceği de bir gerçekliktir.
Ben buna “Doğu’ya Doğru Politikalar” diyorum. Bu anlamda, sorunun çözümünde: “Gaffar Okkan” benzeri halkını yanına almasını bilen ve güven veren idarecilerin bölgede daha çok sayıda görevlendirilmesi, şehit ve gazilerimize sahip çıkılması, terör örgütünün finansal kaynaklarının kurutulması, öte yanda, yöre halkının –her türlü güçlüğe karşın- Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunun asla unutulmaması, sorunları açık yüreklilikle tartışırken, bu konunun olası bir yabancı karışmacılığına kapatılması, toprak reformunun mutlaka savunulması ve uygulanacağına dair devlet sözü verilmesi de önerilebilir.
Partilerin “ekonomik dili”…
12 Haziran’da, vatandaşı karar noktasına taşıyacak en önemli unsurlardan biri, partilerin ekonomik dili olmuştur. Büyük kentler için ulaştırma, orta büyüklükteki kentler için sanayi bölgeleri ve büyümeye aday kentler içinse, alt yapı yatırımlarının bugünü ve yarını seçmen nezdinde tartılmıştır. Ekonomi-siyasetinin başat konusu olarak işsizlik ve sosyal yardımların kaynak temini seçmen algısına sunulmuştur. Artan ve ağırlaşan borçlar ile tırmanan cari açık kimse için sır değildir ve ama kampanya sırasında genel ekonomiden yani “nedenlerden” başlanması yerine gündelik yaşamı ilgilendiren vaatlerle oy kazanılmaya çalışılması bir ölçüde doğaldır. İktidar partisi bu dilin geçerli kodları açısından deneyimlidir ancak bu ne ilk ne de son seçimdir…
Türkiye, gelir dağılımı adaletsizliği, vergi dağılımındaki dengesiz yükler, sıcak paranın tasallutu, üretime dayanmayan bir büyüme, yeni bir fenomen olarak “durgunluk içinde enflasyonsuzluk” kavramının etkisi altındadır. Eğitim ile sanayinin bağı adeta kopmuş, her dört çocuktan birinin yatağa aç girdiği bir yerde, aile planlaması kavramı, hastanelerin kapısının herkese açık olmasının albenisi içinde eriyip gitmiştir. Şimdi özellikle ana muhalefete düşen görev, iktidarın seçim vaatlerinin tutulması açısından denetlenmesi kadar gelecek ilk seçimler için düşünsel ve söylemsel hazırlıklarını geliştirmesidir.
Yeni bir dünya için siyasetin dili ve düşüncesi…
Bütün bu koşullarda, yaşama sosyal pencereden bakanların insancıl sol bir dünyanın umut rüzgarlarını halka / seçmenle daha fazla paylaşması beklenir… Programının geçerliğiyle, söylemdeki bir’liğiyle, siyasetindeki tutarlılığıyla, böyle bir umut yükseltilebilirse, Avrupa’yı savaş sonrası kalkındıran, eski Doğu Bloku ülkelerinde gerçek demokrasinin yolunu açan, İskandinav ülkelerinde emekçi haklarını anayasal düzeyde bağıtlayan bir benzer -ve ama ülkemize özgü- sosyal demokrat iktidarın yükselişi de sağlanabilir.
Bu yolda ve uğurda, siyasetin dili ve düşüncesi, on üç yıldır yazmaya söylemeye çalıştığım gibi;
-insan odaklı, toplumsal olmalı,
-eşit işe eşit ücreti liyakatle birlikte arkalamalı,
-vergi adaletini istihdam üzerindeki vergi yükünü indirmekle bir arada savunmalı,
-tüm eğitim kademelerinin ilke olarak parasız olacağı,
-birinci basamak sağlık hizmetlerinin ücretsiz sunulacağı,
-kamu+özel sektör yatırımcılığının bir diğerine feda edilmeyeceği,
-madenlerimizin halkın yararına değerlendirileceği,
-haksız özelleştirmelerin geri alınacağı,
-Atatürk Orman Çiftliği, Et Balık Kurumlarına ve halkçı tarım anlayışına sahip çıkılacağı,
-genetiğiyle oynanmış gıda ticaretine izin verilmeyeceği,
-kredi kartları ve faizleriyle ailelerin, esnafın, “soyulmasına” engel olunacağı,
-Gümrük Birliği anlaşmasının gözden geçirilerek,
-toprak reformunun yapılacağı, söz-verimleri geliştirilebilir…
Seçim barajları…
Bu seçimlere giderken bir başka olgu, Dünya’nın en yüksek seçim barajlarından birisinin ( % 10 barajı) geçerliğini koruması olmuştur. Yıllardır onca söz verilmesine karşın bu, bir türlü değiştirilmemiştir. “Temsilde Adalet- Yönetimde İstikrar” adına 12 Eylül Anayasası’nca da vaaz edilen bu koşul, toplumda karşılığı bulunan fikir akımlarının kaçınılmaz olarak “diğer” partilerin listelerinde kısmen yansıması bağlamında, hem o partileri baskı altına alabilen hem de partiler lehinde tercihte bulunan seçmenin iradesini kısmen çarpıtan sonuçlar doğurmuştur. Gerçekten hemen her yasama dönemi, parlamentoya seçimle giren parti sayısından daha çok sayıda parlamentoda temsil edilen parti olgusuyla tamamlanmaktadır. Eğer % 10 barajı, Kürt(çü) kökenli siyasetçilerin partileriyle Meclis’e girmesini engellemek “işleviyle” açıklanıyorsa, bunun fiilen işe yaramadığı bir kez daha deneyimle sabit olmuştur. Bununla birlikte, % 10 barajının gerçekten yükselen ve gönülden geçen kimi siyasi akımların denenmesi konusundaysa, bir anlamda sisteme engel olduğu artık anlaşılmalıdır.
Siyasal Partiler Yasası…
Öte yandan seçim barajları gibi Siyasal Partiler Yasası’nda da düzenlenmesi gereken bir dolu madde vardır. Gerçi kimi Partiler, yasaların kendilerine tanıdığı olanaklar çerçevesinde daha demokratik bir iç işleyiş için düzenlemeler yapmaktadırlar. Fakat, bu alandaki “inisiyatif”, “Genel Başkan adaylığı için divan önünde belli sayıda açık imza verilmesi” benzeri uygulamalarla ya da ön seçimlerin ötelenmesini adeta alışkanlık haline getiren kimi yönelimler, hakim denetiminde ön seçimlere değğin yaşanılan zafiyetler, disiplin mekanizmasının keyfi uygulamalarıyla dolu daha başka nice olumsuz örneklerle de karşımıza çıkabilmektedir. O nedenle, 12 Haziran’dan sonra yapılabilecek ilk işlerden biri siyasal parti işleyişinden başlayarak demokratikleşme adımlarının atılmasıdır.
Demokratik hak ve özgürlükler…
Toplantı ve gösteri hakları dahil demokratik taleplerin dillendirilmesi önündeki yasal ve fiili engellerin aşılması, sendikal hakların geliştirilmesi ve çalışan kesimlerin örgütlülüğünün özendirilmesi açısından yapılabilecek bir dolu düzenleme vardır. Vatandaşların haklarının geliştirilmesi Anayasa değişikliği lafzında daha genel düzenlemeler kadar önemli sayılabilir ve hayatın akışkanlığı içinde bu yönde atılacak olumlu adımlar, Anayasa değişikliği gündeme geldiğinde o çok arzu edilen konsensüs kıvamının artmasına katkı sağlayabilir. 12 Haziran’da bunlar kısmen ele alınmışsa da, dış siyaset tartışmaları gibi bir büyük ölçüde geri planda kalmıştır.
Dış politikada gelişmeler ve dinamikler…
Gerçekten, bu 12 Haziran seçim sürecinde de, dış politikada gelişmeler ve dinamiklerin şu veya bu nedenle siyasetin gündeminde yeterince yer almadığı görülmüştür. Oysa, bölgemiz başta Dünya’da çok önemli gelişmeler yaşanmakta; Irak, Suriye ve kimi Arap ülkelerinde sorunlar sürmekte, Orta Asya Türki Cumhuriyetleri ile ilişkilerimizin güçlendirilmesi, Kıbrıs gibi konularda önemli olgular bizi bekler görünmektedir. Dış siyasetin iç siyasete malzeme edilmemesi gereği ile Türkiye’yi yönetmeye talip olan siyasetin belli bir dış politika ufuk çizgisini halkımızla paylaşması arasında elbet fark vardır; ancak bu alanda ve anlamda meydanlarda –birkaç istisna dışında- yeterince aydınlatma yapılamadığı anlaşılmaktadır.
Ortak özlemler, ortak sorumluluklar…
12 Haziran seçimleri temelinde akla gelen ilk değerlendirmeler bunlar. Bir seçim daha sona ermiş ve onca sorunu ve bir dolu olanaklarıyla Türkiye, tekrar, geleceğe giden zorlu yolunda yürümeye yönelmiştir. Ekonomisiyle, demokrasisiyle, toplumsal yaşamıyla güçlenen, yenilenen, ilerleyen bir ülke sanırım, hepimizin ortak özlemidir. İster muhalefet ister iktidar olunsun, bu özleme koşut çabaları sergilemekten hepimiz, her zamankinden daha çok sorumluyuz. Bir gazetemizin hemen seçimlerden önceki başlığı anlamlıydı: “Seçebilmek ne güzel”. Evet, halkın temsilcilerini seçebilmesi, “seçilmiş olmaktan öte” hepimizin paylaşması gereken gerçekten büyük bir nimettir ve hepimize düşen görev; demokrasiyi daha da geliştirerek, onun değerini bilmek ve hakkını vermektir…
">12 Haziran Türkiye tarihinin belki de en önemli seçimlerinden biriydi. Birkaç tatsız ve Hopa’daki dramatik olayın dışında, genelde barış içinde bir kampanya dönemi geçti. Meydanlarda söylenilen artık meydanlarda kalmalı, ama halkın sorunlarının çözümüne ilişkin vaatlerin yerine getirilmesi ortada yerde bırakılmamalı; iktidar ve muhalefetin de katkıları ile yaşama aktarılmalıdır. Halk görevini yapmış, geniş bir katılım sağlanmıştır. Şimdi görev, siyasetçinindir…
Her seçimde yalnız partiler ve adaylar değil, demokrasinin kıvamı da sınava girer...
“12 Haziran ve partiler” başlıklı yazımda belirttiğim gibi; adil, dürüst, huzur içinde ikmal edilen ve sonuçları vakarla karşılanan seçim sınavında, her şeyden önce, demokrasi kazanır.
Demokrasi, seçime zemin sağlar, seçim, demokrasiye güç kattığı oranda işlevseldir; işe yarar.
Demokrasi, gerçekte siyasal görüş olarak “azlıkta” olanların da bir gün çoğunluğa erişebilmelerini teminat altına alan rejimdir. İktidar ile muhalefet arasında bu doğal “yer değiştirme potansiyeli”, partiler yasası, propaganda kuralları ve kitle iletişim olanaklarıyla belirginleşir.
Çağdaş demokrasilerde sayısal çokluktan önemli olan katılımcılıktır…
“Katılım”;“temsili sistemin ‘seçim’ momenti dışında da işlerliği”, Millet adına denetim ve Devletin devamlılığının denetimi açısından elzemdir. TBMM ve yerel yönetimlerin çalışma / ihtisas komisyonları ile yerel düzeyde karar alma süreçlerine katılımın esasları Anayasa çerçevesinde ve yasalarla tadat edilen bir durumdur. Öte yanda, yakın gelecekte daha da fazla başvurulacağını tahmin ettiğim halkoylamaları benim “katılım’ın çekirdeğindeki dinamik” olarak tabir edebileceğim olgu açısından çok önemlidir. Bu olgu, yerli yerinde ve kendi sınırları içinde değerlendirilirse, demokrasiye de daha çok katkı sağlanabilir...
“Çoğunlukçuluk” yerine çoğulculuk anlayışı…
Katılımcılık ilkesiyle örtüşen bir “çoğulculuk anlayışı” ise, çağdaş demokrasi alfabesinin “A”sı gibidir… O nedenle çoğulculuğa ve katılımcılığa her zaman önem verilmeli ve özen gösterilmelidir ki, demokratik standartlarının yükseltilmesine ilişkin özlemler, karşılık bulabilsin… Çoğulculuk anlayışı, hem yukarıda belirtmeye çalıştığım, sistemin devamlılığı içinde iktidar-muhalefet nöbet değişimine katkı sağlayacak, hem de ne denli azlıkta olursa olsun demokratik değerler içinde kaldığı sürece her türlü görüşün ve tüm seçmenlerin, hizmet sunumunda, sorun çözümünde eşit sayıldığı / eşit kılındığı bir durumdur. Siyasetin yükseldiği her seçim dönemi aynı zamanda sistemin çoğulculuk ve katılımcılık özlemlerinin irdelendiği dönemlerdendir. Bu yazıda burada, işte bu nedenle bir kez daha işlenmiştir.
Başkanlık Sistemi tartışmaları…
Fakat bir yanda bu “özlem”lerle karşı karşıyayız, diğer yandaysa, Türkiye için hiç de olumlu olamayacağını yıllar önceden yazdığım Başkanlık Sistemi tartışmalarının odağındayız. Ve de toplumsal uzlaşmayı en çok gerektiren, Anayasa yenilenmesi arayışlarının da eşiğindeyiz.
Özellikle Başkanlık Sistemi tartışmaları, salt bugünün konusu da olmayıp, yıllardır yapılagelmektedir. Fakat bir gerçeklik de orta yerde durmaktadır: Verili koşullarda Başkanlık Sistemi, yetkilerin tek adamda toplanmasına, o da adeta bir tür “monarşik demokrasi” algısına yol açabilir. Bizde ise, demokrasiyi getiren devrim monarşiden zorunlu bir kopuşun tarihidir. Unutulmasın ki, bu topraklarda, matbaa fetvayla yasaklanmış, harf devrimi cephelerden kazanılmış, sendikal hak kavramının zemini, -maalesef- bir ara dönemden sonra yaşamımıza girebilmiştir… Aradan geçen yıllar boyunca, otoriterliğin eğimi, üreten kesimlerin örgütlenmesindeki gerilemeler, toplumun moral değerlerindeki erozyon, her boydan her kurumdan tek adama yetki göçermesi olasılığına karşılık meşruiyetimizin olgunlaşma eşiğini düşürmüştür.
Daha da ötede, Dünya’da otoriter eğilimlerin arttığı, bölgemizde demokrasinin kanlı baharlara kaldığı bir devranda, bırakalım tarihin deneyimini bir yana, sistemin işlerliğinin sınanması-denenmesi kadar pahalı bir bedel düşünülemez. O nedenle, Başkanlık, ya da Yarı-Başkanlık sistemi yerine, güçler ayrımına dayanan sistemimizi ve temsili demokrasimizi katılımcılık boyutuyla daha da geliştirmemiz, Türkiye’mizin hayrına ve yararına olacaktır.
“Kürt Sorunu”, ya da “Güneydoğu Sorunu”…
Bu seçim kampanyasının üzerinde çokça durulan bir başka konusu, “Kürt Sorunu”, ya da
“Güneydoğu Sorunu” olmuştur. Terminolojide bile taban tabana zıt kimi akımlar ve adaylar ister istemez bu tartışmaya katılmışlardır. İster bireysel ister topluluksal olsun hak ve sorumluluklar anlamında demokrasi ve ekonomi tezlerinin iç içe sentezlendiği bir çağdayız. Bu nedenle bu ‘sorun’ ne salt ekonomiyle ne de salt ‘demokrasiyle’ ilgilidir. Tıpkı, sadece ülkemizin Güneydoğusuyla ilgili olmayıp, bütün bir Türkiye’yi ilgilendirdiği gibi; sorunun etkili çözümü de; geniş bir toplumsal uzlaşıya bağlı olsa gerekir.
Türkiye’nin Güneydoğusu’nda milli gelir ortalamaların bir hayli altında yoğunlaşmaktadır. Doğrudur.. On yıllarca uygulanan Olağanüstü Hal, geride yakılan köyler, yıkılan umutlar bırakmıştır. Bu da doğru ve çok acıdır.. Devlet gücünü kötüye kullananların yol açtığı yıkım, yer yer devlete fatura edilmektedir. O da doğrudur; bilinmektedir.. Terörün tırmanma çevrimiyle çakışan ve kültürel hakların kullanımında yasakçılık refleksiyle yanıtlanan, idare-i maslahat ile kaybedilen yıllar vardır; bu da doğrudur!..
Fakat bütün bu doğruların yanında, kamu yatırımcılığı, GAP’ın tamamlanması, hayvancılığın canlandırılması, tarımda endüstrileşmenin planlanması, maden rezervlerinin işletmeye alınması, turizmin çeşitlendirilmesi, serbest bölgelerin ihyası ve sınır ticaretinin akışkanlığı gibi uygulamalarla o sorunların, ekonomik açıdan aşılabileceği ve -ulusal bütünlüğü gözeten şekilde kültürel hakların kullanımının önündeki engellerin sabırla ayıklanmaya devam edilerek de- toplumsal barışa, o arada ‘demokrasi’ye katkı yapılabilecek doğru politikaların uygulanabileceği de bir gerçekliktir.
Ben buna “Doğu’ya Doğru Politikalar” diyorum. Bu anlamda, sorunun çözümünde: “Gaffar Okkan” benzeri halkını yanına almasını bilen ve güven veren idarecilerin bölgede daha çok sayıda görevlendirilmesi, şehit ve gazilerimize sahip çıkılması, terör örgütünün finansal kaynaklarının kurutulması, öte yanda, yöre halkının –her türlü güçlüğe karşın- Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunun asla unutulmaması, sorunları açık yüreklilikle tartışırken, bu konunun olası bir yabancı karışmacılığına kapatılması, toprak reformunun mutlaka savunulması ve uygulanacağına dair devlet sözü verilmesi de önerilebilir.
Partilerin “ekonomik dili”…
12 Haziran’da, vatandaşı karar noktasına taşıyacak en önemli unsurlardan biri, partilerin ekonomik dili olmuştur. Büyük kentler için ulaştırma, orta büyüklükteki kentler için sanayi bölgeleri ve büyümeye aday kentler içinse, alt yapı yatırımlarının bugünü ve yarını seçmen nezdinde tartılmıştır. Ekonomi-siyasetinin başat konusu olarak işsizlik ve sosyal yardımların kaynak temini seçmen algısına sunulmuştur. Artan ve ağırlaşan borçlar ile tırmanan cari açık kimse için sır değildir ve ama kampanya sırasında genel ekonomiden yani “nedenlerden” başlanması yerine gündelik yaşamı ilgilendiren vaatlerle oy kazanılmaya çalışılması bir ölçüde doğaldır. İktidar partisi bu dilin geçerli kodları açısından deneyimlidir ancak bu ne ilk ne de son seçimdir…
Türkiye, gelir dağılımı adaletsizliği, vergi dağılımındaki dengesiz yükler, sıcak paranın tasallutu, üretime dayanmayan bir büyüme, yeni bir fenomen olarak “durgunluk içinde enflasyonsuzluk” kavramının etkisi altındadır. Eğitim ile sanayinin bağı adeta kopmuş, her dört çocuktan birinin yatağa aç girdiği bir yerde, aile planlaması kavramı, hastanelerin kapısının herkese açık olmasının albenisi içinde eriyip gitmiştir. Şimdi özellikle ana muhalefete düşen görev, iktidarın seçim vaatlerinin tutulması açısından denetlenmesi kadar gelecek ilk seçimler için düşünsel ve söylemsel hazırlıklarını geliştirmesidir.
Yeni bir dünya için siyasetin dili ve düşüncesi…
Bütün bu koşullarda, yaşama sosyal pencereden bakanların insancıl sol bir dünyanın umut rüzgarlarını halka / seçmenle daha fazla paylaşması beklenir… Programının geçerliğiyle, söylemdeki bir’liğiyle, siyasetindeki tutarlılığıyla, böyle bir umut yükseltilebilirse, Avrupa’yı savaş sonrası kalkındıran, eski Doğu Bloku ülkelerinde gerçek demokrasinin yolunu açan, İskandinav ülkelerinde emekçi haklarını anayasal düzeyde bağıtlayan bir benzer -ve ama ülkemize özgü- sosyal demokrat iktidarın yükselişi de sağlanabilir.
Bu yolda ve uğurda, siyasetin dili ve düşüncesi, on üç yıldır yazmaya söylemeye çalıştığım gibi;
-insan odaklı, toplumsal olmalı,
-eşit işe eşit ücreti liyakatle birlikte arkalamalı,
-vergi adaletini istihdam üzerindeki vergi yükünü indirmekle bir arada savunmalı,
-tüm eğitim kademelerinin ilke olarak parasız olacağı,
-birinci basamak sağlık hizmetlerinin ücretsiz sunulacağı,
-kamu+özel sektör yatırımcılığının bir diğerine feda edilmeyeceği,
-madenlerimizin halkın yararına değerlendirileceği,
-haksız özelleştirmelerin geri alınacağı,
-Atatürk Orman Çiftliği, Et Balık Kurumlarına ve halkçı tarım anlayışına sahip çıkılacağı,
-genetiğiyle oynanmış gıda ticaretine izin verilmeyeceği,
-kredi kartları ve faizleriyle ailelerin, esnafın, “soyulmasına” engel olunacağı,
-Gümrük Birliği anlaşmasının gözden geçirilerek,
-toprak reformunun yapılacağı, söz-verimleri geliştirilebilir…
Seçim barajları…
Bu seçimlere giderken bir başka olgu, Dünya’nın en yüksek seçim barajlarından birisinin ( % 10 barajı) geçerliğini koruması olmuştur. Yıllardır onca söz verilmesine karşın bu, bir türlü değiştirilmemiştir. “Temsilde Adalet- Yönetimde İstikrar” adına 12 Eylül Anayasası’nca da vaaz edilen bu koşul, toplumda karşılığı bulunan fikir akımlarının kaçınılmaz olarak “diğer” partilerin listelerinde kısmen yansıması bağlamında, hem o partileri baskı altına alabilen hem de partiler lehinde tercihte bulunan seçmenin iradesini kısmen çarpıtan sonuçlar doğurmuştur. Gerçekten hemen her yasama dönemi, parlamentoya seçimle giren parti sayısından daha çok sayıda parlamentoda temsil edilen parti olgusuyla tamamlanmaktadır. Eğer % 10 barajı, Kürt(çü) kökenli siyasetçilerin partileriyle Meclis’e girmesini engellemek “işleviyle” açıklanıyorsa, bunun fiilen işe yaramadığı bir kez daha deneyimle sabit olmuştur. Bununla birlikte, % 10 barajının gerçekten yükselen ve gönülden geçen kimi siyasi akımların denenmesi konusundaysa, bir anlamda sisteme engel olduğu artık anlaşılmalıdır.
Siyasal Partiler Yasası…
Öte yandan seçim barajları gibi Siyasal Partiler Yasası’nda da düzenlenmesi gereken bir dolu madde vardır. Gerçi kimi Partiler, yasaların kendilerine tanıdığı olanaklar çerçevesinde daha demokratik bir iç işleyiş için düzenlemeler yapmaktadırlar. Fakat, bu alandaki “inisiyatif”, “Genel Başkan adaylığı için divan önünde belli sayıda açık imza verilmesi” benzeri uygulamalarla ya da ön seçimlerin ötelenmesini adeta alışkanlık haline getiren kimi yönelimler, hakim denetiminde ön seçimlere değğin yaşanılan zafiyetler, disiplin mekanizmasının keyfi uygulamalarıyla dolu daha başka nice olumsuz örneklerle de karşımıza çıkabilmektedir. O nedenle, 12 Haziran’dan sonra yapılabilecek ilk işlerden biri siyasal parti işleyişinden başlayarak demokratikleşme adımlarının atılmasıdır.
Demokratik hak ve özgürlükler…
Toplantı ve gösteri hakları dahil demokratik taleplerin dillendirilmesi önündeki yasal ve fiili engellerin aşılması, sendikal hakların geliştirilmesi ve çalışan kesimlerin örgütlülüğünün özendirilmesi açısından yapılabilecek bir dolu düzenleme vardır. Vatandaşların haklarının geliştirilmesi Anayasa değişikliği lafzında daha genel düzenlemeler kadar önemli sayılabilir ve hayatın akışkanlığı içinde bu yönde atılacak olumlu adımlar, Anayasa değişikliği gündeme geldiğinde o çok arzu edilen konsensüs kıvamının artmasına katkı sağlayabilir. 12 Haziran’da bunlar kısmen ele alınmışsa da, dış siyaset tartışmaları gibi bir büyük ölçüde geri planda kalmıştır.
Dış politikada gelişmeler ve dinamikler…
Gerçekten, bu 12 Haziran seçim sürecinde de, dış politikada gelişmeler ve dinamiklerin şu veya bu nedenle siyasetin gündeminde yeterince yer almadığı görülmüştür. Oysa, bölgemiz başta Dünya’da çok önemli gelişmeler yaşanmakta; Irak, Suriye ve kimi Arap ülkelerinde sorunlar sürmekte, Orta Asya Türki Cumhuriyetleri ile ilişkilerimizin güçlendirilmesi, Kıbrıs gibi konularda önemli olgular bizi bekler görünmektedir. Dış siyasetin iç siyasete malzeme edilmemesi gereği ile Türkiye’yi yönetmeye talip olan siyasetin belli bir dış politika ufuk çizgisini halkımızla paylaşması arasında elbet fark vardır; ancak bu alanda ve anlamda meydanlarda –birkaç istisna dışında- yeterince aydınlatma yapılamadığı anlaşılmaktadır.
Ortak özlemler, ortak sorumluluklar…
12 Haziran seçimleri temelinde akla gelen ilk değerlendirmeler bunlar. Bir seçim daha sona ermiş ve onca sorunu ve bir dolu olanaklarıyla Türkiye, tekrar, geleceğe giden zorlu yolunda yürümeye yönelmiştir. Ekonomisiyle, demokrasisiyle, toplumsal yaşamıyla güçlenen, yenilenen, ilerleyen bir ülke sanırım, hepimizin ortak özlemidir. İster muhalefet ister iktidar olunsun, bu özleme koşut çabaları sergilemekten hepimiz, her zamankinden daha çok sorumluyuz. Bir gazetemizin hemen seçimlerden önceki başlığı anlamlıydı: “Seçebilmek ne güzel”. Evet, halkın temsilcilerini seçebilmesi, “seçilmiş olmaktan öte” hepimizin paylaşması gereken gerçekten büyük bir nimettir ve hepimize düşen görev; demokrasiyi daha da geliştirerek, onun değerini bilmek ve hakkını vermektir…