Ukrayna savaşı dokuz ayı doldurdu, onuncu aya girdi; akan kan ve korkunç yıkım ne zaman duracak henüz belli değil.
Büyük ölçüde dezenformasyon kaynağına dönüşen Batı medyası sürekli olarak Rus ordusunun ne kadar büyük zaiyat verdiğini yazarken Ukrayna ordusunun kayıplarına hemen hiç değinmiyor.
Biz ise Rusya ve Ukrayna ordusunun kayıplarının birbirine yakın olduğunu, her bir ordudan günde ortalama 150-200 askerin öldüğünü, bunun yaklaşık iki misli kadar askerin ayrıca saf dışı kaldığını bu köşede defalarca yazdık. Buna göre her ordunun 1000 km uzunluğundaki cephede toplam zaiyatı ayda ortalama 15-16 bin asker oluyor.
İlk kez bir Batılı yetkili, ABD Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, kasım başında tarafların birbirine yakın ve her birinin bugüne dek 100 binden fazla zaiyat verdiğini açıkladı. Belli ki sekiz aylık verilerden söz ediyordu. Amerikalı generalin verileri bizim bu köşede defalarca verdiğimiz sayılarla çok büyük ölçüde çakışıyor.
Ancak Batı medyasının büyük kısmı General Milley’in açıklamasından sadece Rusya’nın zaiyatı kısmını verdi, Ukrayna’nın kayıplarına değinmedi!
Şok edici zayiat sayıları bir yönüyle savaşın ne denli kanlı geçtiğini gösterirken, diğer yönüyle Rusya’nın üçte birinden daha az nüfusa sahip Ukrayna’nın uzun sürecek bir savaşta dezavantajlı taraf oluğuna işaret ediyor.
* * *
Başkan Joe Biden’ın izlediği Rusya siyaseti kendi ülkesi Amerika’da, dış politika profesyonelleri ve uzmanları arsında geniş şekilde eleştiriliyor.
Öncelikle akla gelen isimler arasında George Kennan ile Amerika’nın gelmiş geçmiş en yetkin Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger’i sayabiliriz.
Şimdi hayatta olmayan Kennan, pek çok yorumcuya göre Amerika’nın yetiştirdiği bir numaralı Rusya uzmanı ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği karşısında Batı’yı zafere taşıyan ‘çevreleme’ (containment) stratejisinin mimarıdır. Soğuk Savaş sonrasında Rusya hedef alınarak yürütülen NATO’nun genişleme stratejisine sert eleştirilerle karşı çıkmıştı.
Aynı listeye, hepsi profesör unvanıyla önemli kurumlarda görev yapan John Mearsheimer, Jeffrey D. Sachs, Stepehen Walt, Anatol Lieven gibi pek çok değerli uzmanı katabiliriz.
Chicago Universite’sinde görev yapan Mearsheimer makale ve kitaplarında sadece Rusya’ya karşı değil, genel olarak ABD’nin agresif dış politikasını kapsamlı gerekçelere dayanarak eleştiriyor ve Washington’un artık itidal (restraint) siyasetine dönmesini öneriyor. Meraklılara, onun Yale Üniversitesi’nde verdiği ‘İtidal için Savunma’ (Case for Restraint) diye çevirebileceğimiz, bir milyon izleyici toplayan konferansın videosunu önerebiliriz.
Savaşın onuncu ayı vesilesiyle, Harvard Üniversitesi’nden Stephan Walt’ın “Ne demek ‘güvenlik ikilemi’, anlayan var mı?” başlığı ile yaz aylarında yayınlanan önemli bir makalesini aşağıda sunuyoruz.
Walt’ın makalesinin konusu olan uluslararası ilişkilerin temel kavramlarından ‘güvenlik ikilemi’ aynı zamanda, ‘güvenliğin bölünmezliği’ olarak da bilinir: Bir ülkenin güvenliği, başka bir ülke için güvensizlik yaratma pahasına olmamalıdır.
Veya güvenliğin bölünmezliği, Walt’ın incelediği güvenlik ikileminden türetilir diyebiliriz.
Walt’ın isabetle işaret ettiği gibi güvenlik ikilemi, adı üstünde bir ikilemdir ve kolay çözümü yoktur; o noktada devlet adamlığına ve empatiye ihtiyaç büyüktür.
Devlet adamının temel bir görevi barışı korumaktır.
Empati gücünü özellikle vurgulamak isterim. Önemli bir başka uluslararası ilişkiler kuramcısının işaret ettiği gibi, dış politikayı yürüten devlet adamı için en gerekli niteliklerden biri empati yeteneğidir, karşı tarafı doğru anlayabilmektir. Anlamak hak vermek değildir. Ama barış ve savaş arasındaki farkı yapabilir.
Walt’ın makalesini biraz kısaltarak aşağıda sunuyoruz.
* * *
Uluslararası siyaset ve dış politika hakkındaki akademik çalışmalar açısından ‘güvenlik ikilemi’, temel bir kavramdır… Güvenlik ikilemi, bir devletin kendini daha güvenli kılma eylemlerinin (silahlanma, askeri güçleri alarma geçirmek, yeni ittifaklar kurmak gibi), nasıl diğer devletler için daha az güvenlik ve aynı türden cevap verme eğilimi yarattığını anlatır. Sonuçta, her iki taraf için başlangıçtaki durumdan daha iyi olmayan ve giderek tırmanan bir düşmanlık sarmalı ortaya çıkar.
Üniversitede uluslararası ilişkiler konusunda başlangıç düzeyinde bir ders aldıysanız ve bu kavram hakkında size bilgi verilmediyse, ödediğiniz parayı okuldan geri isteyebilirsiniz. Ne var ki beni hep hayrete düşüren şey, dış politika ve güvenlik siyasetinden sorumlu kişilerin böylesine basit ve önemli bir kavramın farkında olmadığının sık sık ortaya çıkmasıdır – sadece Amerika’da değil, başka pek çok ülkede de.
Mesela NATO’nun kısa süre önce Twitter’da yayınladığı ve Rusya’nın ittifak hakkında ileri sürdüğü “efsanelere” cevap veren propaganda videosuna bakalım. Videoya göre NATO sadece bir savunma ittifakıdır ve Rusya’ya karşı hiçbir saldırgan amaç taşımaz. Bu teminatlar olgusal açıdan doğru olabilir; ancak güvenlik ikilemi, niçin Rusya’nın o teminatları muhtemelen tam öyle kabul etmeyeceğini ve NATO’nun doğuya genişlemesini bir tehdit olarak algılamakta geçerli nedenleri olabileceğini açıklar.
NATO’ya yeni üyeler almak o üyeleri daha güvenli yapabilir (zaten üye olmak istemelerinin nedeni bu); ancak Rusya’nın durumu o şekilde görmeyebileceği ve hiç hoş olmayan mukabil adımlar atabileceği aşikardır (Kırım’a el koymak veya Ukrayna’yı işgal etmek gibi). NATO yetkilileri Rusya’nın endişelerini hayal ürünü veya “efsane” olarak niteleyebilir; ama bu, o endişelerin tamamen saçma olduğunu veya Rusların gerçekten onlara inanmadığını göstermez. Dikkat çekecek ölçüde pek çok zeki, iyi eğitimli Batılı (kimi önde gelen eski diplomatlar dahil) kavrayamıyor ki, kendi yüce gönüllü niyetleri, başkaları tarafından tamamen şeffaf ve aşikar şekilde aynen öyle görülmüyor.
Veya, ABD ve Ortadoğu’daki en önemli dostları ile İran arasındaki derinden çatışmacı ve kuşkular üzerine kurulu ilişkiye bakalım. Amerikalı yetkililer belli ki İran’a katı yaptırımlar uygulamanın, rejim değişikliğiyle tehdit etmenin, nükleer altyapısına siber saldırılar düzenlemenin ve bölgesel karşı koalisyonlar oluşturmanın Amerika’yı ve yerel ortaklarını daha güvenli kılacağına inanıyor. Kendi açısından İsrail, İranlı bilim adamlarına suikastlar düzenlemenin güvenliğini artıracağını, Suudi Arabistan ise Yemen’e müdahale etmenin Riyad’ı daha güvenli kılacağını düşünüyor.
Temel uluslararası ilişkiler kuramı açısından hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde İran bu fiilleri kendine dönük tehdit olarak görüyor ve uygun bulduğu şekilde karşılık veriyor: Hizbullah’a arka çıkıyor, Yemen’de Husiler’i destekliyor, petrol tesislerine saldırılar düzenliyor ve en önemlisi, kendi uyuyan kapasitesini geliştirerek nükleer caydırıcılık inşa etmeye çalışıyor. Ancak İran’ın öngörülebilir karşı hamleleri, komşularının güvenlik endişelerini güçlendiriyor ve kendilerini daha az güven içinde hissetmesine yol açıyor, sarmalın daha sıkılaşmasına ve savaş riskinin artmasına yol açıyor…
Bütün bu vakalarda, taraflardan her birinin potansiyel güvenlik sorunu gördüğü bir durumun üstesinden gelmek için ortaya koyduğu çabalar, sadece diğer tarafın güvenlik kaygılarını şiddetlendirdi ve o nedenle karşı hamleler yapmasını tetikleyerek birinci tarafın başlangıçtaki endişelerini artırdı. Taraflardan her biri kendi yaptıklarını, diğer tarafın davranışları karşısında sadece savunmaya dönük tepkiler olarak görür ve “önce kim başladı” tartışmasına etkili bir yanıt bulabilmek kısa sürede olanaksız hale gelir.
Burada esas içgörü, saldırgan davranışların (güç kullanımı gibi), muhakkak habis veya saldırgan motivasyonlardan kaynaklanmadığı gerçeğidir. Ama liderler kendi amaçlarının tamamen savunmaya dönük olduğuna ve bu olgunun başkalarına aşikar görünmesi gerektiğine inanırlarsa (yukarıdaki NATO videosunun ima ettiği gibi), rakibin düşmanca tepkilerini açgözlülük, fıtri savaşçılık eğilimi veya habis bir yabancı liderin şeytanca ve amansız hırsının kanıtı olarak görmeye yatkın olur. Empati pencereden çıkıp gider ve diplomasi kısa sürede içinde kaba sözcükler yarıştırmaya dönüşür.
Kuşkusuz az sayıdaki dünya lideri bu problematiği anlamıştır ve güvenlik ikileminin öldürücü sonuçlarını hafifletmeye çalışan politikalar izlemiştir. Mesela ABD Başkanı John F. Kennedy ve Sovyet Başbakanı Nikita Hruşçev Küba füze krizinden sonra, gelecekteki çatışma riskini azaltmak için önemli ve başarılı bir çaba gösterdi; aralarında ünlü kırmızı telefon hattını kurdular ve nükleer silahların kontrolüne dönük ciddi çalışmalar başlattılar.
Obama yönetimi İran’la nükleer anlaşma yaparak benzer bir davranış gösterdi; anlaşmayı, İran’ın bomba yapımına giden yolunu tıkamanın ve ilişkileri zaman içinde iyileştirmeye dönük açılımın ilk adımı olarak gördü. Hesabın birinci kısmı tuttu ama Trump yönetiminin daha sonra verdiği anlaşmadan çıkma kararı tüm tarafları daha kötü duruma düşürdü…
Rusların 2014’te Kırım’a el koymasından sonra Başkan Barack Obama’nın Ukrayna’ya silah göndermeme kararı, güvenlik ikilemi mantığının benzer algılanmasını gösterir… Obama, Ukrayna’ya saldırı silahları göndermek Rusya’nın kaygılarını alevlendirebilir, Ukraynalıların Rusya’nın kazanımlarını geri alma çabalarını teşvik edebilir ve öylelikle daha geniş bir savaşı kışkırtabilir diye düşündü.
Trajik bir şekilde, Trump ve Biden yönetimleri Batılı silahların Kiev’e akışını hızlandırınca tam öyle oldu: Ukrayna’nın hızla Batı yörüngesine kaydığı korkusu Rusya’nın kaygılarını artırdı ve Putin hukuka aykırı, yüksek maliyetli ve şimdi uzayıp giden bir engelleme savaşı başlattı. Ukrayna’nın kendini savunma yeteneğinin iyileşmesine yardım etmek anlamlı olsa da, bunu Rusya’ya güvence sağlamak için pek bir çaba göstermeden yapmak savaş olasılığını artırdı.
Öyleyse güvenlik ikilemi mantığı, koşullara uyum sağlama politikası mı öngörüyor? Kesinlikle hayır. Adının ima ettiği gibi güvenlik ikilemi bir ikilemdir; çünkü devletler kendi güvenliklerini tek taraflı silahsızlanma yoluyla veya bir rakibe sürekli ödünler vererek de garanti edemez. Karşılıklı güvensizlik içinde bulunma düşmanca ilişkilerin çoğunda işin özünü oluşturur; ama dengeyi taraflardan birinin lehine bozan tavizler, o tarafın başa çıkılmaz avantaj kazanarak kendini sonsuza dek güvene almak amacıyla saldırgan tavırlara girmesine yol açabilir. Ne yazık ki, anarşik düzenin doğasında mevcut korunmasızlıklar için çabuk, kolay ve %100 güvenilir çözümler yoktur.
Ona karşılık hükümetler, bu problemleri devlet adamlığı, empati ve akıllı askeri politikalar ile yönetmeye çalışmalıdır…
Kaynak: halukozdalga.com
">Ukrayna savaşı dokuz ayı doldurdu, onuncu aya girdi; akan kan ve korkunç yıkım ne zaman duracak henüz belli değil.
Büyük ölçüde dezenformasyon kaynağına dönüşen Batı medyası sürekli olarak Rus ordusunun ne kadar büyük zaiyat verdiğini yazarken Ukrayna ordusunun kayıplarına hemen hiç değinmiyor.
Biz ise Rusya ve Ukrayna ordusunun kayıplarının birbirine yakın olduğunu, her bir ordudan günde ortalama 150-200 askerin öldüğünü, bunun yaklaşık iki misli kadar askerin ayrıca saf dışı kaldığını bu köşede defalarca yazdık. Buna göre her ordunun 1000 km uzunluğundaki cephede toplam zaiyatı ayda ortalama 15-16 bin asker oluyor.
İlk kez bir Batılı yetkili, ABD Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, kasım başında tarafların birbirine yakın ve her birinin bugüne dek 100 binden fazla zaiyat verdiğini açıkladı. Belli ki sekiz aylık verilerden söz ediyordu. Amerikalı generalin verileri bizim bu köşede defalarca verdiğimiz sayılarla çok büyük ölçüde çakışıyor.
Ancak Batı medyasının büyük kısmı General Milley’in açıklamasından sadece Rusya’nın zaiyatı kısmını verdi, Ukrayna’nın kayıplarına değinmedi!
Şok edici zayiat sayıları bir yönüyle savaşın ne denli kanlı geçtiğini gösterirken, diğer yönüyle Rusya’nın üçte birinden daha az nüfusa sahip Ukrayna’nın uzun sürecek bir savaşta dezavantajlı taraf oluğuna işaret ediyor.
* * *
Başkan Joe Biden’ın izlediği Rusya siyaseti kendi ülkesi Amerika’da, dış politika profesyonelleri ve uzmanları arsında geniş şekilde eleştiriliyor.
Öncelikle akla gelen isimler arasında George Kennan ile Amerika’nın gelmiş geçmiş en yetkin Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger’i sayabiliriz.
Şimdi hayatta olmayan Kennan, pek çok yorumcuya göre Amerika’nın yetiştirdiği bir numaralı Rusya uzmanı ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği karşısında Batı’yı zafere taşıyan ‘çevreleme’ (containment) stratejisinin mimarıdır. Soğuk Savaş sonrasında Rusya hedef alınarak yürütülen NATO’nun genişleme stratejisine sert eleştirilerle karşı çıkmıştı.
Aynı listeye, hepsi profesör unvanıyla önemli kurumlarda görev yapan John Mearsheimer, Jeffrey D. Sachs, Stepehen Walt, Anatol Lieven gibi pek çok değerli uzmanı katabiliriz.
Chicago Universite’sinde görev yapan Mearsheimer makale ve kitaplarında sadece Rusya’ya karşı değil, genel olarak ABD’nin agresif dış politikasını kapsamlı gerekçelere dayanarak eleştiriyor ve Washington’un artık itidal (restraint) siyasetine dönmesini öneriyor. Meraklılara, onun Yale Üniversitesi’nde verdiği ‘İtidal için Savunma’ (Case for Restraint) diye çevirebileceğimiz, bir milyon izleyici toplayan konferansın videosunu önerebiliriz.
Savaşın onuncu ayı vesilesiyle, Harvard Üniversitesi’nden Stephan Walt’ın “Ne demek ‘güvenlik ikilemi’, anlayan var mı?” başlığı ile yaz aylarında yayınlanan önemli bir makalesini aşağıda sunuyoruz.
Walt’ın makalesinin konusu olan uluslararası ilişkilerin temel kavramlarından ‘güvenlik ikilemi’ aynı zamanda, ‘güvenliğin bölünmezliği’ olarak da bilinir: Bir ülkenin güvenliği, başka bir ülke için güvensizlik yaratma pahasına olmamalıdır.
Veya güvenliğin bölünmezliği, Walt’ın incelediği güvenlik ikileminden türetilir diyebiliriz.
Walt’ın isabetle işaret ettiği gibi güvenlik ikilemi, adı üstünde bir ikilemdir ve kolay çözümü yoktur; o noktada devlet adamlığına ve empatiye ihtiyaç büyüktür.
Devlet adamının temel bir görevi barışı korumaktır.
Empati gücünü özellikle vurgulamak isterim. Önemli bir başka uluslararası ilişkiler kuramcısının işaret ettiği gibi, dış politikayı yürüten devlet adamı için en gerekli niteliklerden biri empati yeteneğidir, karşı tarafı doğru anlayabilmektir. Anlamak hak vermek değildir. Ama barış ve savaş arasındaki farkı yapabilir.
Walt’ın makalesini biraz kısaltarak aşağıda sunuyoruz.
* * *
Uluslararası siyaset ve dış politika hakkındaki akademik çalışmalar açısından ‘güvenlik ikilemi’, temel bir kavramdır… Güvenlik ikilemi, bir devletin kendini daha güvenli kılma eylemlerinin (silahlanma, askeri güçleri alarma geçirmek, yeni ittifaklar kurmak gibi), nasıl diğer devletler için daha az güvenlik ve aynı türden cevap verme eğilimi yarattığını anlatır. Sonuçta, her iki taraf için başlangıçtaki durumdan daha iyi olmayan ve giderek tırmanan bir düşmanlık sarmalı ortaya çıkar.
Üniversitede uluslararası ilişkiler konusunda başlangıç düzeyinde bir ders aldıysanız ve bu kavram hakkında size bilgi verilmediyse, ödediğiniz parayı okuldan geri isteyebilirsiniz. Ne var ki beni hep hayrete düşüren şey, dış politika ve güvenlik siyasetinden sorumlu kişilerin böylesine basit ve önemli bir kavramın farkında olmadığının sık sık ortaya çıkmasıdır – sadece Amerika’da değil, başka pek çok ülkede de.
Mesela NATO’nun kısa süre önce Twitter’da yayınladığı ve Rusya’nın ittifak hakkında ileri sürdüğü “efsanelere” cevap veren propaganda videosuna bakalım. Videoya göre NATO sadece bir savunma ittifakıdır ve Rusya’ya karşı hiçbir saldırgan amaç taşımaz. Bu teminatlar olgusal açıdan doğru olabilir; ancak güvenlik ikilemi, niçin Rusya’nın o teminatları muhtemelen tam öyle kabul etmeyeceğini ve NATO’nun doğuya genişlemesini bir tehdit olarak algılamakta geçerli nedenleri olabileceğini açıklar.
NATO’ya yeni üyeler almak o üyeleri daha güvenli yapabilir (zaten üye olmak istemelerinin nedeni bu); ancak Rusya’nın durumu o şekilde görmeyebileceği ve hiç hoş olmayan mukabil adımlar atabileceği aşikardır (Kırım’a el koymak veya Ukrayna’yı işgal etmek gibi). NATO yetkilileri Rusya’nın endişelerini hayal ürünü veya “efsane” olarak niteleyebilir; ama bu, o endişelerin tamamen saçma olduğunu veya Rusların gerçekten onlara inanmadığını göstermez. Dikkat çekecek ölçüde pek çok zeki, iyi eğitimli Batılı (kimi önde gelen eski diplomatlar dahil) kavrayamıyor ki, kendi yüce gönüllü niyetleri, başkaları tarafından tamamen şeffaf ve aşikar şekilde aynen öyle görülmüyor.
Veya, ABD ve Ortadoğu’daki en önemli dostları ile İran arasındaki derinden çatışmacı ve kuşkular üzerine kurulu ilişkiye bakalım. Amerikalı yetkililer belli ki İran’a katı yaptırımlar uygulamanın, rejim değişikliğiyle tehdit etmenin, nükleer altyapısına siber saldırılar düzenlemenin ve bölgesel karşı koalisyonlar oluşturmanın Amerika’yı ve yerel ortaklarını daha güvenli kılacağına inanıyor. Kendi açısından İsrail, İranlı bilim adamlarına suikastlar düzenlemenin güvenliğini artıracağını, Suudi Arabistan ise Yemen’e müdahale etmenin Riyad’ı daha güvenli kılacağını düşünüyor.
Temel uluslararası ilişkiler kuramı açısından hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde İran bu fiilleri kendine dönük tehdit olarak görüyor ve uygun bulduğu şekilde karşılık veriyor: Hizbullah’a arka çıkıyor, Yemen’de Husiler’i destekliyor, petrol tesislerine saldırılar düzenliyor ve en önemlisi, kendi uyuyan kapasitesini geliştirerek nükleer caydırıcılık inşa etmeye çalışıyor. Ancak İran’ın öngörülebilir karşı hamleleri, komşularının güvenlik endişelerini güçlendiriyor ve kendilerini daha az güven içinde hissetmesine yol açıyor, sarmalın daha sıkılaşmasına ve savaş riskinin artmasına yol açıyor…
Bütün bu vakalarda, taraflardan her birinin potansiyel güvenlik sorunu gördüğü bir durumun üstesinden gelmek için ortaya koyduğu çabalar, sadece diğer tarafın güvenlik kaygılarını şiddetlendirdi ve o nedenle karşı hamleler yapmasını tetikleyerek birinci tarafın başlangıçtaki endişelerini artırdı. Taraflardan her biri kendi yaptıklarını, diğer tarafın davranışları karşısında sadece savunmaya dönük tepkiler olarak görür ve “önce kim başladı” tartışmasına etkili bir yanıt bulabilmek kısa sürede olanaksız hale gelir.
Burada esas içgörü, saldırgan davranışların (güç kullanımı gibi), muhakkak habis veya saldırgan motivasyonlardan kaynaklanmadığı gerçeğidir. Ama liderler kendi amaçlarının tamamen savunmaya dönük olduğuna ve bu olgunun başkalarına aşikar görünmesi gerektiğine inanırlarsa (yukarıdaki NATO videosunun ima ettiği gibi), rakibin düşmanca tepkilerini açgözlülük, fıtri savaşçılık eğilimi veya habis bir yabancı liderin şeytanca ve amansız hırsının kanıtı olarak görmeye yatkın olur. Empati pencereden çıkıp gider ve diplomasi kısa sürede içinde kaba sözcükler yarıştırmaya dönüşür.
Kuşkusuz az sayıdaki dünya lideri bu problematiği anlamıştır ve güvenlik ikileminin öldürücü sonuçlarını hafifletmeye çalışan politikalar izlemiştir. Mesela ABD Başkanı John F. Kennedy ve Sovyet Başbakanı Nikita Hruşçev Küba füze krizinden sonra, gelecekteki çatışma riskini azaltmak için önemli ve başarılı bir çaba gösterdi; aralarında ünlü kırmızı telefon hattını kurdular ve nükleer silahların kontrolüne dönük ciddi çalışmalar başlattılar.
Obama yönetimi İran’la nükleer anlaşma yaparak benzer bir davranış gösterdi; anlaşmayı, İran’ın bomba yapımına giden yolunu tıkamanın ve ilişkileri zaman içinde iyileştirmeye dönük açılımın ilk adımı olarak gördü. Hesabın birinci kısmı tuttu ama Trump yönetiminin daha sonra verdiği anlaşmadan çıkma kararı tüm tarafları daha kötü duruma düşürdü…
Rusların 2014’te Kırım’a el koymasından sonra Başkan Barack Obama’nın Ukrayna’ya silah göndermeme kararı, güvenlik ikilemi mantığının benzer algılanmasını gösterir… Obama, Ukrayna’ya saldırı silahları göndermek Rusya’nın kaygılarını alevlendirebilir, Ukraynalıların Rusya’nın kazanımlarını geri alma çabalarını teşvik edebilir ve öylelikle daha geniş bir savaşı kışkırtabilir diye düşündü.
Trajik bir şekilde, Trump ve Biden yönetimleri Batılı silahların Kiev’e akışını hızlandırınca tam öyle oldu: Ukrayna’nın hızla Batı yörüngesine kaydığı korkusu Rusya’nın kaygılarını artırdı ve Putin hukuka aykırı, yüksek maliyetli ve şimdi uzayıp giden bir engelleme savaşı başlattı. Ukrayna’nın kendini savunma yeteneğinin iyileşmesine yardım etmek anlamlı olsa da, bunu Rusya’ya güvence sağlamak için pek bir çaba göstermeden yapmak savaş olasılığını artırdı.
Öyleyse güvenlik ikilemi mantığı, koşullara uyum sağlama politikası mı öngörüyor? Kesinlikle hayır. Adının ima ettiği gibi güvenlik ikilemi bir ikilemdir; çünkü devletler kendi güvenliklerini tek taraflı silahsızlanma yoluyla veya bir rakibe sürekli ödünler vererek de garanti edemez. Karşılıklı güvensizlik içinde bulunma düşmanca ilişkilerin çoğunda işin özünü oluşturur; ama dengeyi taraflardan birinin lehine bozan tavizler, o tarafın başa çıkılmaz avantaj kazanarak kendini sonsuza dek güvene almak amacıyla saldırgan tavırlara girmesine yol açabilir. Ne yazık ki, anarşik düzenin doğasında mevcut korunmasızlıklar için çabuk, kolay ve %100 güvenilir çözümler yoktur.
Ona karşılık hükümetler, bu problemleri devlet adamlığı, empati ve akıllı askeri politikalar ile yönetmeye çalışmalıdır…
Kaynak: halukozdalga.com