Rusya Avrupa’nın bir parçasıdır

Son dönemde Batı’da ve Ortadoğu’da dış ilişkiler sarpa sarınca...

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

Son dönemde Batı’da ve Ortadoğu’da dış ilişkiler sarpa sarınca, Türkiye’nin Rusya siyaseti nasıl olmalı sorusu bir kez daha güncellik kazandı.

Bu soruya iyi bir cevap verebilmek için, Rusya’ya biraz daha yakından bakmak faydalı olacaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dahi Rusya, açık arayla dünyanın en büyük ülkesi. Bunun yaklaşık dörtte üçünü Ural Dağları’nın doğusundaki uçsuz bucaksız topraklar oluşturuyor. Ama onu ortaya çıkaran tarihin geçtiği sahne, nüfusun yaklaşık %80’inin yaşadığı Avrupa tarafındaki Rusya’dır.

Ruslar için en zor varoluşsal soru, Batı’ya mı Doğu’ya mı ait olduklarıdır. Oxford Üniversitesi Rusya uzmanı Ronald Hingley’in güzel özetlediği gibi, yüzyıllardır tartışılan bu soruya henüz Rusların kendisi dahil hiç kimse cevap verebilmiş değildir.

Öte yandan Rus tarihi hangi dönemden itibaren ele alınırsa alınsın, Avrupa’nın bir parçası olduğu görülecektir.

9. yüzyılda ilk Rus devletini Kiev’de (Kiev Rus) kuranlar, Kuzey Avrupa’dan gelen Vikingler idi. Yani bugün Ukrayna’nın başkenti olan Kiev, bir süre önce Putin’in de işaret ettiği gibi, tüm Rus şehirlerinin anasıdır.

15. yüzyılda Türkler İstanbul’u alınca, Roma İmparatorluğu’nun iki büyük başkenti de ortadan kalkmış oldu. Bunun üzerine Rus Çar’ı Moskova’yı, üçüncü ve nihai Roma ilan etti. Avrupa’yı Ruslar kurtaracaktı. 

Ama tersi oldu, Rusya Avrupa’nın gerisinde kaldı.

Rusya’nın Avrupa’nın önde gelen güçlerinden biri olarak ortaya çıkışının mimarı, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde müthiş bir kararlılık ve adeta insanüstü gayretle derin reformlar gerçekleştiren Büyük Petro’dur (1).

Ortaçağ’dan kalma köhne sosyal ve siyasal sistemleri değiştiren, sivil ve askeri kurumları Avrupa’yı örnek alarak sıfırdan inşa eden Petro’nun yaptığının bugünkü dilde karşılığı, kültür devrimidir. Mevcut Rus sistem ve kurumlarının pek çoğunun kökleri Büyük Petro reformlarına dayanır.

Petro, Kuzey Savaşı sonunda İsveç’ten aldığı Baltık Denizi sahilinde, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden birini kurmaya karar verdi. St. Petersburg’u Avrupa’dan getirdiği mimar ve mühendislere yaptırdı.

Aynı yüzyılın sonlarında bu kez Çariçe Büyük Katerina, Türklerden önce Kırım’ı sonra Karadeniz’in kuzey sahilindeki diğer toprakları alınca, Hacıbey adlı küçük kasabanın bulunduğu yere, yine Avrupa’dan mimarlar getirerek Odesa’yı kurdu. İtalya’nın ünlü Napoli limanı örnek alınacak, ama Odesa daha güzel olacaktı.

Osmanlı’nın 18. yüzyıl sonlarında bu toprakları kaybederek yaşadığı travma, Ruslar’ın Karadeniz’e doğru iki yüzyılı aşkın bir süre boyunca sürdürdüğü müthiş baskılamanın sonucudur. 1792’ye kadar her biri ortalama üç-dört yıl süren yedi büyük Osmanlı-Rus savaşı, Avrupa tarihinin en uzun çatışmalarından biridir. Osmanlı tüm gücünü son damlasına kadar harekete geçirdi, kahramanca direndi, ama başaramadı. Bunun ana nedeni, modernleşme reformları yolunda Rusya’nın gerisinde kalmasıydı.

Askeri dengeler açısından hemen işaret edelim ki, o dönemde yaptığı savaşların çoğunu kaybetse de, başa baş savaşan ve bazılarını kazanan Türkiye’nin, bugün artık Rusya’ya karşı bir savaşı kazanma şansı yok.  

Rusların Avrupa’yı yakalamak için yoğun reformlar yaptığı 18. yüzyıl, 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi altında kapandı. Avrupa’da yeni bir yüzyılla beraber artık yeni bir devlet-toplum-birey modeli ortaya çıkıyordu.

Ama Rusya’da baskıcı Çarlık rejimi, 19. yüzyıl boyunca yer yer zulmü artarak devam etti. Avrupa’nın geride bıraktığı ‘eski rejim’ Rusya’da sürüyordu (aydınlanmış despot yönetimi).

19. yüzyıl Rus edebiyatının altın çağıdır. Tek bir yüzyıl içinde Çehov, Dostoyevski, Gogol, Puşkin, Tolstoy, Turgenev gibi devlerin dünya kültürüne armağan edilmesinin başka örneği var mıdır, bilmiyorum.

Rus düşünce tarihi açısından ise 19. yüzyıl, hayli farklı ideolojilerin yoğun şekilde tartışıldığı dikkat çekici bir çeşitlilik gösterir. Her türlü önyargıdan kurtulmayı öneren Nihilizm, halkçılığı savunan Narodnizm, Slav veya Ortodoks köklere dönüş peşinde koşan milliyetçilik, devlet dahil her türlü otorite yıkılırsa halkın kendiliğinden doğru toplumsal modeli bulacağını savunan Anarşizm, Marksizm, vs. (2).

Ancak bu akımların hepsinin ortak bir hedefi vardı: Geri kalmış Rusya’nın Avrupa’yı yakalaması ve geçmesi. Tartışılan, hedefe ulaşmanın farklı yöntemleri idi.

Daha sonra 20. yüzyılın başında iktidarı ele geçirecek Marksistler içindeki Bolşevik ve Menşevik kanatlar için de durum öyleydi. Amaç Rusya’nın Avrupa’yı yakalamasıydı; ama Rusya önce bir burjuva devrimi mi yaşamalı, yoksa doğrudan bir sonraki aşama olan sosyalizme mi geçmeliydi?

Marksistler içinde üçüncü yolu oluşturan Troçkistler ise, Rusya’daki gelişmeleri Avrupa’dan soyutlamanın mümkün olmadığını, Rusya öncülüğünde Avrupa’yla beraber sosyalizme geçmek gerektiğini savunuyordu.

Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Araştırma Direktörü Prof. Iver B. Neumann’ın, Rusya’nın son 300 yılı için yaptığı özet şöyle:

“Rus devleti 18. yüzyılı Avrupa modellerini kopya ederek, 19. yüzyılı Avrupa’nın terk ettiği eski rejimi temsil ederek, 20. yüzyılı Avrupa’nın kendisinin kullanmadığı Avrupa sosyalist modelini deneyerek geçirdi” (3).

Sovyetler’in dağılması ve Ukrayna krizi

1985’te göreve gelen Mihail Gorbaçov’un başlattığı reformlar sonunda, Sovyet sistemi hızla içe doğru göçerek çöktü. Gorbaçov o dönemde ‘ortak Avrupa evi’ kavramını kullanmaya başlamıştı ve şunları söylüyordu:

“Batı’da kimileri Sovyetler Birliği’ni Avrupa’dan dışlamak istiyor. Ancak bu tür oyunlar tarihi ve coğrafi gerçekleri değiştiremez. Biz Avrupalıyız. Rusya, Avrupa tarihinin organik bir parçasıdır” (4).

Rusya’ya Marksist ideoloji gözlüğüyle bakanlar Gorbaçov’un bu sözlerini yadırgayabilir. Ama daha geniş bir tarih penceresinden bakılırsa anlamak daha kolay olacaktır.

Gelişmeler başlangıçta Gorbaçov’un öngördüğü doğrultuda oldu. Sovyetler’in siyasi ve ekonomik ittifak yapıları Varşova Paktı ve Comecon dağıldı. Sovyetler Birliği’nden, biri Rusya Federasyonu olmak üzere 15 bağımsız ülke çıktı.

Rusya hızlı bir özelleştirme ve demokrasi süreci başlattı. IMF ve Avrupa Konsey’i gibi kurumlara üye oldu, Avrupa Birliği’yle yakın ilişiler kurmaya çalıştı. BM’nin Yugoslavya için aldığı yaptırım kararını destekledi ve Bosna Barış Gücü’ne asker verdi. Bir ara Brüksel’de ve Moskova’da, Rusya’nın NATO üyeliği dahi konuşuluyordu.

Sonra işler tersine döndü, Batı’da şahinlerin görüşü ağırlık kazandı. Sovyet sisteminden ayrılan ülkeler teker teker AB ve NATO üyesi yapılırken, Rusya dışlandı. Ukrayna kırılma noktası oldu.

O nedenle, Türkiye’yi başta Kırım olmak üzere değişik nedenlerle yakından ilgilendiren, ama Ankara’nın az ilgilendiği Ukrayna krizini doğru tahlil etmek önem taşıyor. 

Rusya 2014’de Kırım’ı askeri güç kullanarak ilhak etti, Ukrayna’nın doğusunu (Donbas) fiilen kendi denetimi altına aldı ve Batı-Rus uzlaşması yerini, ne zaman son bulacağı belirsiz şiddetli bir çatışmaya bıraktı.

Batı’da yaygın görüşe göre bu durumun tek sorumlusu, imparatorluk dürtüleri ve saldırganlığı asla son bulmayacak olan Rusya’dır. Putin de, 21. yüzyılın gerçeklerinden kopmuş, yayılmacı ve paranoyak bir liderdir.

Kırım’ı işgal eden Rusya’nın tutumu elbet onaylanamaz. Geçmişin yayılmacı eğilimleriyle henüz tam olarak hesaplaşmadığı da doğrudur. Ancak ABD ve AB’nin son yıllardaki en büyük gaflarından biri, izledikleri Ukrayna politikasıdır ve sonuçtan Rusya’dan daha fazla sorumludurlar (5).

Ukrayna’da nüfusu, biri Batı yanlısı Ukrayna milliyetçileri, diğeri ağırlıklı olarak Rusça konuşan ve Rusya’yla asla hasım olmak istemeyen iki büyük grup oluşturuyor. Ülkenin kaderini belirleyecek önemli konularda, bu iki grubun uzlaşması şart.

Bunun olmazsa olmaz ön koşulu, Batı’nın Rusya’yla uzlaşmasıdır. Doğru yaklaşım Ukrayna’yı, Rusya’yla çatışma nedeni değil, işbirliği alanı olarak görmektir. Aksi takdirde Ukrayna’nın bütünlüğünü korumak mümkün değildir.

Ukrayna’nın NATO üyesi olması gerekmiyor. Eğer parçalanmadan AB üyesi olacaksa, bunun yolu da AB-Rusya uzlaşması ve işbirliğinden geçiyor.

Ne var ki Batı, Rusya’nın girişim ve önerilerine kulak tıkadı, tek taraflı olarak Ukrayna’yı NATO ve AB üyesi yapma yolunda adımlar atmaya başladı. Kiev’de beğenmedikleri hükümetin sokak protestolarıyla devrilmesine açık destek verdiler (Euro-meydan gösterileri). Bunun üzerine Putin, rütbe taşımayan askerlerini gönderdi ve üç gün süren pürüzsüz bir operasyonla, nüfusun %60’ı Rus olan  Kırım’ı Ukrayna’dan kopardı.

Batılı siyasal karar vericiler Ukrayna’nın şartlarını daha yakından dikkate alsalar, Ukrayna 1991’de bağımsızlık kazandıktan sonra Rusya’nın izlediği Kırım siyasetini göz önünde bulundursalar, belki daha farklı hareket ederlerdi.

Avrupa-Rusya uzlaşması şimdi daha zor ve önce Ukrayna sorununu çözmek gerekiyor. Bunun yolu yukarıda özetlenen yaklaşım. Avrupa-Rusya uzlaşması nihayet bir gün sağlanınca, merkezi ve sembolü olarak Kiev’den daha uygun bir yer bulunamayacaktır. Tıpkı, yüzyıllar süren Fransa-Almanya uzlaşmasının merkezi olarak Brüksel’in seçildiği gibi. 

Tabii Batı’da tüm çevreler izlenen Ukrayna siyasetini desteklemiş değil. Burada, 20. yüzyılın en güçlü uluslararası ilişkiler yeteneklerinden ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’e işaret etmek isterim. Kissinger bir dizi makalede, aşağı yukarı burada işaret etiğimiz doğrultuda Batı’nın izlediği Ukrayna siyasetini eleştirdi. Bir yazısında, Putin’in “ciddi bir stratejist” olduğuna işaret ettikten sonra, Batı’nın doğru düzgün bir Rusya siyasetine sahip olmayışını veciz sözlerle ifade ediyordu:

“Vladimir Putin’i şeytanlaştırmak bir siyaset değildir; siyaset olmayışının bir mazeretidir” (6).

Bu arka plan sunumundan sonra, gelecek yazımızda Türkiye’nin nasıl bir Rusya siyaseti izlemesi gerektiğini ele alacağız.

……………………

(1)- Büyük Petro’nun Türkçe’de adı Deli Petro diye geçer. Niçin böyle ifade edildiğini bilmiyorum, ikna edici bir gerekçe olduğunu sanmıyorum. Doğru olan, bütün dillerde olduğu gibi, Rusça adı Büyük Petro’yu kullanmaktır (Pyotr Veliki).

(2)- 19. yüzyıl Rusya düşünce tarihi üzerine kapsayıcı bir Türkçe kaynak, Etyen Mahcupyan’ın üç uzun makalesidir. “Rusya’da Düşünce ve Siyaset”, Toplumcu Düşün, sayı 8, 9 ve 11, 1979.

(3)- “Russia and the Idea of Europe”, s. 1-2, Routledge, 1996. Prof. Neumann aynı zamanda London School of Economics’de Uluslararası İlişkiler profesörü olarak görev yapıyor.

(4)- Prof. Ivar Neumann, y.a.g.e., s. 162.

(5)- Batı’nın izlediği sakat Ukrayna siyasetini ayrıntılı olarak inceleyen bir çalışma, ABD Chicago Üniversitesi’nde görev yapan etkili uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. John Mersheimer’ın makalesidir. ”Ukrayna krizi niçin Batı’nın hatası?”, Foreign Affairs, Eylül/Ekim 1994.

(6)- The Washington Post, 5 Mart 2014.

">

Son dönemde Batı’da ve Ortadoğu’da dış ilişkiler sarpa sarınca, Türkiye’nin Rusya siyaseti nasıl olmalı sorusu bir kez daha güncellik kazandı.

Bu soruya iyi bir cevap verebilmek için, Rusya’ya biraz daha yakından bakmak faydalı olacaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dahi Rusya, açık arayla dünyanın en büyük ülkesi. Bunun yaklaşık dörtte üçünü Ural Dağları’nın doğusundaki uçsuz bucaksız topraklar oluşturuyor. Ama onu ortaya çıkaran tarihin geçtiği sahne, nüfusun yaklaşık %80’inin yaşadığı Avrupa tarafındaki Rusya’dır.

Ruslar için en zor varoluşsal soru, Batı’ya mı Doğu’ya mı ait olduklarıdır. Oxford Üniversitesi Rusya uzmanı Ronald Hingley’in güzel özetlediği gibi, yüzyıllardır tartışılan bu soruya henüz Rusların kendisi dahil hiç kimse cevap verebilmiş değildir.

Öte yandan Rus tarihi hangi dönemden itibaren ele alınırsa alınsın, Avrupa’nın bir parçası olduğu görülecektir.

9. yüzyılda ilk Rus devletini Kiev’de (Kiev Rus) kuranlar, Kuzey Avrupa’dan gelen Vikingler idi. Yani bugün Ukrayna’nın başkenti olan Kiev, bir süre önce Putin’in de işaret ettiği gibi, tüm Rus şehirlerinin anasıdır.

15. yüzyılda Türkler İstanbul’u alınca, Roma İmparatorluğu’nun iki büyük başkenti de ortadan kalkmış oldu. Bunun üzerine Rus Çar’ı Moskova’yı, üçüncü ve nihai Roma ilan etti. Avrupa’yı Ruslar kurtaracaktı. 

Ama tersi oldu, Rusya Avrupa’nın gerisinde kaldı.

Rusya’nın Avrupa’nın önde gelen güçlerinden biri olarak ortaya çıkışının mimarı, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde müthiş bir kararlılık ve adeta insanüstü gayretle derin reformlar gerçekleştiren Büyük Petro’dur (1).

Ortaçağ’dan kalma köhne sosyal ve siyasal sistemleri değiştiren, sivil ve askeri kurumları Avrupa’yı örnek alarak sıfırdan inşa eden Petro’nun yaptığının bugünkü dilde karşılığı, kültür devrimidir. Mevcut Rus sistem ve kurumlarının pek çoğunun kökleri Büyük Petro reformlarına dayanır.

Petro, Kuzey Savaşı sonunda İsveç’ten aldığı Baltık Denizi sahilinde, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden birini kurmaya karar verdi. St. Petersburg’u Avrupa’dan getirdiği mimar ve mühendislere yaptırdı.

Aynı yüzyılın sonlarında bu kez Çariçe Büyük Katerina, Türklerden önce Kırım’ı sonra Karadeniz’in kuzey sahilindeki diğer toprakları alınca, Hacıbey adlı küçük kasabanın bulunduğu yere, yine Avrupa’dan mimarlar getirerek Odesa’yı kurdu. İtalya’nın ünlü Napoli limanı örnek alınacak, ama Odesa daha güzel olacaktı.

Osmanlı’nın 18. yüzyıl sonlarında bu toprakları kaybederek yaşadığı travma, Ruslar’ın Karadeniz’e doğru iki yüzyılı aşkın bir süre boyunca sürdürdüğü müthiş baskılamanın sonucudur. 1792’ye kadar her biri ortalama üç-dört yıl süren yedi büyük Osmanlı-Rus savaşı, Avrupa tarihinin en uzun çatışmalarından biridir. Osmanlı tüm gücünü son damlasına kadar harekete geçirdi, kahramanca direndi, ama başaramadı. Bunun ana nedeni, modernleşme reformları yolunda Rusya’nın gerisinde kalmasıydı.

Askeri dengeler açısından hemen işaret edelim ki, o dönemde yaptığı savaşların çoğunu kaybetse de, başa baş savaşan ve bazılarını kazanan Türkiye’nin, bugün artık Rusya’ya karşı bir savaşı kazanma şansı yok.  

Rusların Avrupa’yı yakalamak için yoğun reformlar yaptığı 18. yüzyıl, 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi altında kapandı. Avrupa’da yeni bir yüzyılla beraber artık yeni bir devlet-toplum-birey modeli ortaya çıkıyordu.

Ama Rusya’da baskıcı Çarlık rejimi, 19. yüzyıl boyunca yer yer zulmü artarak devam etti. Avrupa’nın geride bıraktığı ‘eski rejim’ Rusya’da sürüyordu (aydınlanmış despot yönetimi).

19. yüzyıl Rus edebiyatının altın çağıdır. Tek bir yüzyıl içinde Çehov, Dostoyevski, Gogol, Puşkin, Tolstoy, Turgenev gibi devlerin dünya kültürüne armağan edilmesinin başka örneği var mıdır, bilmiyorum.

Rus düşünce tarihi açısından ise 19. yüzyıl, hayli farklı ideolojilerin yoğun şekilde tartışıldığı dikkat çekici bir çeşitlilik gösterir. Her türlü önyargıdan kurtulmayı öneren Nihilizm, halkçılığı savunan Narodnizm, Slav veya Ortodoks köklere dönüş peşinde koşan milliyetçilik, devlet dahil her türlü otorite yıkılırsa halkın kendiliğinden doğru toplumsal modeli bulacağını savunan Anarşizm, Marksizm, vs. (2).

Ancak bu akımların hepsinin ortak bir hedefi vardı: Geri kalmış Rusya’nın Avrupa’yı yakalaması ve geçmesi. Tartışılan, hedefe ulaşmanın farklı yöntemleri idi.

Daha sonra 20. yüzyılın başında iktidarı ele geçirecek Marksistler içindeki Bolşevik ve Menşevik kanatlar için de durum öyleydi. Amaç Rusya’nın Avrupa’yı yakalamasıydı; ama Rusya önce bir burjuva devrimi mi yaşamalı, yoksa doğrudan bir sonraki aşama olan sosyalizme mi geçmeliydi?

Marksistler içinde üçüncü yolu oluşturan Troçkistler ise, Rusya’daki gelişmeleri Avrupa’dan soyutlamanın mümkün olmadığını, Rusya öncülüğünde Avrupa’yla beraber sosyalizme geçmek gerektiğini savunuyordu.

Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Araştırma Direktörü Prof. Iver B. Neumann’ın, Rusya’nın son 300 yılı için yaptığı özet şöyle:

“Rus devleti 18. yüzyılı Avrupa modellerini kopya ederek, 19. yüzyılı Avrupa’nın terk ettiği eski rejimi temsil ederek, 20. yüzyılı Avrupa’nın kendisinin kullanmadığı Avrupa sosyalist modelini deneyerek geçirdi” (3).

Sovyetler’in dağılması ve Ukrayna krizi

1985’te göreve gelen Mihail Gorbaçov’un başlattığı reformlar sonunda, Sovyet sistemi hızla içe doğru göçerek çöktü. Gorbaçov o dönemde ‘ortak Avrupa evi’ kavramını kullanmaya başlamıştı ve şunları söylüyordu:

“Batı’da kimileri Sovyetler Birliği’ni Avrupa’dan dışlamak istiyor. Ancak bu tür oyunlar tarihi ve coğrafi gerçekleri değiştiremez. Biz Avrupalıyız. Rusya, Avrupa tarihinin organik bir parçasıdır” (4).

Rusya’ya Marksist ideoloji gözlüğüyle bakanlar Gorbaçov’un bu sözlerini yadırgayabilir. Ama daha geniş bir tarih penceresinden bakılırsa anlamak daha kolay olacaktır.

Gelişmeler başlangıçta Gorbaçov’un öngördüğü doğrultuda oldu. Sovyetler’in siyasi ve ekonomik ittifak yapıları Varşova Paktı ve Comecon dağıldı. Sovyetler Birliği’nden, biri Rusya Federasyonu olmak üzere 15 bağımsız ülke çıktı.

Rusya hızlı bir özelleştirme ve demokrasi süreci başlattı. IMF ve Avrupa Konsey’i gibi kurumlara üye oldu, Avrupa Birliği’yle yakın ilişiler kurmaya çalıştı. BM’nin Yugoslavya için aldığı yaptırım kararını destekledi ve Bosna Barış Gücü’ne asker verdi. Bir ara Brüksel’de ve Moskova’da, Rusya’nın NATO üyeliği dahi konuşuluyordu.

Sonra işler tersine döndü, Batı’da şahinlerin görüşü ağırlık kazandı. Sovyet sisteminden ayrılan ülkeler teker teker AB ve NATO üyesi yapılırken, Rusya dışlandı. Ukrayna kırılma noktası oldu.

O nedenle, Türkiye’yi başta Kırım olmak üzere değişik nedenlerle yakından ilgilendiren, ama Ankara’nın az ilgilendiği Ukrayna krizini doğru tahlil etmek önem taşıyor. 

Rusya 2014’de Kırım’ı askeri güç kullanarak ilhak etti, Ukrayna’nın doğusunu (Donbas) fiilen kendi denetimi altına aldı ve Batı-Rus uzlaşması yerini, ne zaman son bulacağı belirsiz şiddetli bir çatışmaya bıraktı.

Batı’da yaygın görüşe göre bu durumun tek sorumlusu, imparatorluk dürtüleri ve saldırganlığı asla son bulmayacak olan Rusya’dır. Putin de, 21. yüzyılın gerçeklerinden kopmuş, yayılmacı ve paranoyak bir liderdir.

Kırım’ı işgal eden Rusya’nın tutumu elbet onaylanamaz. Geçmişin yayılmacı eğilimleriyle henüz tam olarak hesaplaşmadığı da doğrudur. Ancak ABD ve AB’nin son yıllardaki en büyük gaflarından biri, izledikleri Ukrayna politikasıdır ve sonuçtan Rusya’dan daha fazla sorumludurlar (5).

Ukrayna’da nüfusu, biri Batı yanlısı Ukrayna milliyetçileri, diğeri ağırlıklı olarak Rusça konuşan ve Rusya’yla asla hasım olmak istemeyen iki büyük grup oluşturuyor. Ülkenin kaderini belirleyecek önemli konularda, bu iki grubun uzlaşması şart.

Bunun olmazsa olmaz ön koşulu, Batı’nın Rusya’yla uzlaşmasıdır. Doğru yaklaşım Ukrayna’yı, Rusya’yla çatışma nedeni değil, işbirliği alanı olarak görmektir. Aksi takdirde Ukrayna’nın bütünlüğünü korumak mümkün değildir.

Ukrayna’nın NATO üyesi olması gerekmiyor. Eğer parçalanmadan AB üyesi olacaksa, bunun yolu da AB-Rusya uzlaşması ve işbirliğinden geçiyor.

Ne var ki Batı, Rusya’nın girişim ve önerilerine kulak tıkadı, tek taraflı olarak Ukrayna’yı NATO ve AB üyesi yapma yolunda adımlar atmaya başladı. Kiev’de beğenmedikleri hükümetin sokak protestolarıyla devrilmesine açık destek verdiler (Euro-meydan gösterileri). Bunun üzerine Putin, rütbe taşımayan askerlerini gönderdi ve üç gün süren pürüzsüz bir operasyonla, nüfusun %60’ı Rus olan  Kırım’ı Ukrayna’dan kopardı.

Batılı siyasal karar vericiler Ukrayna’nın şartlarını daha yakından dikkate alsalar, Ukrayna 1991’de bağımsızlık kazandıktan sonra Rusya’nın izlediği Kırım siyasetini göz önünde bulundursalar, belki daha farklı hareket ederlerdi.

Avrupa-Rusya uzlaşması şimdi daha zor ve önce Ukrayna sorununu çözmek gerekiyor. Bunun yolu yukarıda özetlenen yaklaşım. Avrupa-Rusya uzlaşması nihayet bir gün sağlanınca, merkezi ve sembolü olarak Kiev’den daha uygun bir yer bulunamayacaktır. Tıpkı, yüzyıllar süren Fransa-Almanya uzlaşmasının merkezi olarak Brüksel’in seçildiği gibi. 

Tabii Batı’da tüm çevreler izlenen Ukrayna siyasetini desteklemiş değil. Burada, 20. yüzyılın en güçlü uluslararası ilişkiler yeteneklerinden ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’e işaret etmek isterim. Kissinger bir dizi makalede, aşağı yukarı burada işaret etiğimiz doğrultuda Batı’nın izlediği Ukrayna siyasetini eleştirdi. Bir yazısında, Putin’in “ciddi bir stratejist” olduğuna işaret ettikten sonra, Batı’nın doğru düzgün bir Rusya siyasetine sahip olmayışını veciz sözlerle ifade ediyordu:

“Vladimir Putin’i şeytanlaştırmak bir siyaset değildir; siyaset olmayışının bir mazeretidir” (6).

Bu arka plan sunumundan sonra, gelecek yazımızda Türkiye’nin nasıl bir Rusya siyaseti izlemesi gerektiğini ele alacağız.

……………………

(1)- Büyük Petro’nun Türkçe’de adı Deli Petro diye geçer. Niçin böyle ifade edildiğini bilmiyorum, ikna edici bir gerekçe olduğunu sanmıyorum. Doğru olan, bütün dillerde olduğu gibi, Rusça adı Büyük Petro’yu kullanmaktır (Pyotr Veliki).

(2)- 19. yüzyıl Rusya düşünce tarihi üzerine kapsayıcı bir Türkçe kaynak, Etyen Mahcupyan’ın üç uzun makalesidir. “Rusya’da Düşünce ve Siyaset”, Toplumcu Düşün, sayı 8, 9 ve 11, 1979.

(3)- “Russia and the Idea of Europe”, s. 1-2, Routledge, 1996. Prof. Neumann aynı zamanda London School of Economics’de Uluslararası İlişkiler profesörü olarak görev yapıyor.

(4)- Prof. Ivar Neumann, y.a.g.e., s. 162.

(5)- Batı’nın izlediği sakat Ukrayna siyasetini ayrıntılı olarak inceleyen bir çalışma, ABD Chicago Üniversitesi’nde görev yapan etkili uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. John Mersheimer’ın makalesidir. ”Ukrayna krizi niçin Batı’nın hatası?”, Foreign Affairs, Eylül/Ekim 1994.

(6)- The Washington Post, 5 Mart 2014.

Tüm yazılarını göster