1800’lerin küresel süper gücü, üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu o dönmede pek çok birinci sınıf devlet adamı çıkardı.
Bunlardan biri, değişik hükümetlerde on yıllarca görev yapmış Lord Palmerson’dur. Şu sözleri bugün bile sıkça hatırlanır: “Sonsuz müttefiklerimiz ve sonsuz düşmanlarımız yoktur. Çıkarlarımız sonsuz ve süreklidir, bizim görevimiz o çıkarları kollamaktır.”
Palmerston’un sözleri, uluslararası ilişkilerde ‘reel siyaset okulu’ adıyla bilinen anlayışın erken tarihteki veciz bir ifadesidir. O anlayışın bazı temel ilkeleri şunlardır: Uluslararası ilişkilerin ana oyuncusu devletlerdir, devletler rasyonel kararlar alan varlıklardır, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler.
Suriye’de 2011’den bugüne neredeyse sürekli yanlış üstüne yanlış yapan ve Türkiye’nin çıkarlarına büyük zarar veren AKP iktidarı şimdi iyice sıkıştı ve büyük bir çark ederek, Esed rejimiyle işbirliğine hazırlanıyor.
Yandaş medya yazarları Palmerston’un sözlerini bu muazzam dönüşü doğrulamak için kullanıyor. Sonsuz dostluk veya düşmanlık olmaz demiş, biz de düne kadar düşman bellediğimiz Esed’le artık dost olmak istiyormuşuz.
Daha şaşırtıcı olan, medyadaki kimi muhalif yazarlar bile Pamerston’un sözlerinin Türkiye’nin dış politikasını mükemmel anlattığını ileri sürüyor. Hayret!
Palmerston, ideolojik saplantılar üzerine kurulu, en basit temel analizleri beceremeyen ve o nedenle ülke çıkarlarına ağır zarar veren bir politikayı hiç önermedi. Tam tersine her zaman rasyonel, iyi hesaplanmış ve ülke çıkarlarını en önde tutan bir dış politikayı savundu. O sözler de bu anlayışı yansıtır.
Reel siyaset ustası Palmerston’un veciz ifadesini, akıl dışı ve ideolojik dış politikadan dönmek zorunda kalmanın gerekçesi olarak gösterenler, belli ki o sözleri hiç anlamamış.
Eğer Palmerston mezarından AKP’nin Suriye siyasetini ve o bağlamda yapılan yorumları izliyorsa, herhalde kahkahalarla gülüyordur.
* * *
Mart 2011’de başlayan ayaklanmalardan kısa süre sonra, Ağustos 2011’den itibaren AKP’li karar vericiler hiç tecrübe sahibi olmadıkları, akıl dışı ve Türkiye’nin çıkarları açısından büyük riskler taşıyan bir siyaset benimsedi: Şam’da askeri yoldan rejim değişikliği.
Uluslararası hukuk yönü bir tarafa, başka bir ülkede rejim değişikliği siyaseti iki ön koşul gerektirir: Mevcut rejim devrildikten sonra yerine geçebilecek güçlü bir muhalefetin varlığı ve o muhalefetin sizin ülkenizin çıkarları açısından daha iyi bir seçenek oluşturması.
Suriye’de bu iki ön koşul da yoktu. O nedenle Şam’da rejim değişikliği akıl dışı ve Türkiye’nin çıkarları açısından yüksek riskli bir tercihti.
Yanlışın nedeni, AKP’nin Suriye gerçeklerinden kopuk ideolojik hayalleri ve basit analizleri becerememesi idi. Şam’da İhvan iktidarı beklentisi içindeydiler.
Esed rejimi Rusya ve İran’ın desteği sayesinde hayatta kaldı ama, üzerinde az durulan ve en az onlar kadar önemli bir başka husus, tüm direnen grupları arkasında toplayacak, liderlik yapacak bir muhalefetin olmamasıydı.
Mesela İran’da Humeyni hareketi -şartlar çok farklı olsa da- tam bunu yaparak ve muhalif grupları birleştirerek Şah rejimini devirmeyi başarmıştı.
Esed rejimi bir ara her an gidebilecek kadar zor durumlara düştü, pek ala devrilebilirdi. Ama o durumda, değişik milis gruplar arasında daha kanlı bir iktidar savaşı başlayacak, sonunda muhtemelen en fanatik ve hunhar çetelerden biri zafere ulaşacak, ülke parçalanacaktı. Bu olasılıkların hiçbiri Türkiye’nin çıkarına değildi.
AKP’nin ikinci vahim hatası, Başkan Barack Obama döneminde ABD’nin kuyruğuna takılmak oldu. Bu büyük bir tutarsızlıktı, çünkü Esed’in devrilmesini istiyorlardı ama Obama yönetiminin hiç öyle bir amacı yoktu.
Reel siyaset izleyen ABD yukarıda işaret ettiğimiz soruları soruyordu: Esed’den sonra kim gelir ve yeni rejim çıkarlarımız için daha iyi olur mu?
Sorularına olumlu yanıt bulamayan Washington’un siyaseti Esed’i devirmek değildi; rejim ve cihatçı selefi milislerin birbirini kırmasını, iki tarafın azami ölçüde kan kaybederek zayıf düşmesini, kanlı savaşın olabildiğince sürüp gitmesini istiyordu. Tıpkı 1980’lerde Irak-İran savaşında yaptıkları gibi.
Bu siyaset gizli değildi. Mesela bir ara Obama’nın zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan’la kamuoyu önündeki tartıştığını izledik. Esed’in devrilmesini desteklemek için ondan sonra kim gelecek bilmek isteriz diyen Obama’ya karşı Erdoğan, halk kimi seçerse Esed sonrasında o iktidara gelir görüşünü savunuyordu.
Obama’nın yaklaşımı daha gerçekçiydi. İç savaşlardan sonra yeni iktidar seçimle belirlenmez, iktidarı deviren silahlı güç onun yerine geçer.
Obama yönetimi o siyaset gereği, bütün ısrarlara rağmen muhalefete ağır silah vermedi. Başka kanallardan gelebilecek ağır silah akışını engellemek amacıyla Suriye sınırına CIA ajanları yığdı.
Neticede AKP iktidarı, şuursuz ve Türkiye’nin çıkarlarıyla hiç bağdaşmaz şekilde, yıllarca ABD’nin Suriye’yi istikrarsızlaştırma siyasetine hizmet etti.
Ocak 2017’de Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve başlaması Suriye’de bir dönüm noktasıydı. Trump’ın ilk işlerinden biri, savaşan milislere verilen silah, eğitim dahil her türlü yardımı durdurmak oldu. Böylece Esed rejiminin kalıcı olduğu kesinleşti. Suudi Arabistan, Katar ve batılı ülkeler Esed rejimine karşı yıkıcı faaliyetlere son verdi.
AKP üçüncü büyük yanlışı o dönemde yaptı. Rejim değişikliği siyasetinden vazgeçmek yerine aynı hedefi vites yükselterek sürdürdü. Ama artık Türkiye o çabayı sürdüren tek ülkeydi.
AKP iktidarı, tüm dış desteğe rağmen rejimi devirme savaşında beceriksizliği kanıtlanmış Özgür Suriye Ordusu adlı yapıyı Suriye Milli Ordusu adı altında kanatları altına aldı. Suriye’nin dört ayrı bölgesine askeri harekât düzenlendi.
Halbuki bugün aradığı Esed’le uzlaşma çizgisine kolaylıkla 2017’de gelebilirdi. Türkiye’nin çıkarları bunu gerektiriyordu.
Askeri harekâtların amacı olarak sınırda PKK’nın kontrol ettiği bir oluşumun engellenmesi gösteriliyor.
Suriye sınırında PKK’nın kontrol ettiği bir yapı elbet Türkiye’nin çıkarına değildir. Ama bunun doğru ve sürdürülebilir yolu, Şam hükümetinin ülke toprakları üzerinde egemenliğini tesis etmesidir. Rejimi devirmeye ve zayıflatmaya çalışmak değildir.
Bunları araba devrildikten sonra söylüyor değilim. Rejim değiştirme projesinin niçin yanlış olduğunu ve Suriye’de en çok zarar görecek ülkenin Türkiye olacağını 2011’den bu yana defalarca yazdım.
Bugün gelinen noktada AKP’nin Suriye siyaseti tıkanmıştır; siyasal ve ekonomik açıdan sürdürülebilir değildir.
Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı, diğer üst düzey sözcüler dahil pek çok AKP’li yetkilinin son günlerde birden peş peşe açıkladığı Esed’le uzlaşma isteği, mevcut siyasetin sürdürülebilir olmadığını artık iktidarın da kabul ettiğini gösteriyor.
Çok geç de olsa Cumhuriyet tarihinin en büyük dış politika yanlışından dönmek doğrudur. Ancak bu dönüş için Palmerston’un veciz sözcükleri değil, iyi hesap yapamayanlara söylenen basmakalıp ‘yanlışın neresinden dönersen kârdır’ ifadesi kullanılabilir.
Gelinen noktada Suriye’de şimdi neler yapılmalı? Buna karşılık AKP ne istiyor ve seçimlere kadar bazı sonuçlar alabilir mi?
Bu kritik soruları gelecek yazıda ele alacağız.
">1800’lerin küresel süper gücü, üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu o dönmede pek çok birinci sınıf devlet adamı çıkardı.
Bunlardan biri, değişik hükümetlerde on yıllarca görev yapmış Lord Palmerson’dur. Şu sözleri bugün bile sıkça hatırlanır: “Sonsuz müttefiklerimiz ve sonsuz düşmanlarımız yoktur. Çıkarlarımız sonsuz ve süreklidir, bizim görevimiz o çıkarları kollamaktır.”
Palmerston’un sözleri, uluslararası ilişkilerde ‘reel siyaset okulu’ adıyla bilinen anlayışın erken tarihteki veciz bir ifadesidir. O anlayışın bazı temel ilkeleri şunlardır: Uluslararası ilişkilerin ana oyuncusu devletlerdir, devletler rasyonel kararlar alan varlıklardır, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler.
Suriye’de 2011’den bugüne neredeyse sürekli yanlış üstüne yanlış yapan ve Türkiye’nin çıkarlarına büyük zarar veren AKP iktidarı şimdi iyice sıkıştı ve büyük bir çark ederek, Esed rejimiyle işbirliğine hazırlanıyor.
Yandaş medya yazarları Palmerston’un sözlerini bu muazzam dönüşü doğrulamak için kullanıyor. Sonsuz dostluk veya düşmanlık olmaz demiş, biz de düne kadar düşman bellediğimiz Esed’le artık dost olmak istiyormuşuz.
Daha şaşırtıcı olan, medyadaki kimi muhalif yazarlar bile Pamerston’un sözlerinin Türkiye’nin dış politikasını mükemmel anlattığını ileri sürüyor. Hayret!
Palmerston, ideolojik saplantılar üzerine kurulu, en basit temel analizleri beceremeyen ve o nedenle ülke çıkarlarına ağır zarar veren bir politikayı hiç önermedi. Tam tersine her zaman rasyonel, iyi hesaplanmış ve ülke çıkarlarını en önde tutan bir dış politikayı savundu. O sözler de bu anlayışı yansıtır.
Reel siyaset ustası Palmerston’un veciz ifadesini, akıl dışı ve ideolojik dış politikadan dönmek zorunda kalmanın gerekçesi olarak gösterenler, belli ki o sözleri hiç anlamamış.
Eğer Palmerston mezarından AKP’nin Suriye siyasetini ve o bağlamda yapılan yorumları izliyorsa, herhalde kahkahalarla gülüyordur.
* * *
Mart 2011’de başlayan ayaklanmalardan kısa süre sonra, Ağustos 2011’den itibaren AKP’li karar vericiler hiç tecrübe sahibi olmadıkları, akıl dışı ve Türkiye’nin çıkarları açısından büyük riskler taşıyan bir siyaset benimsedi: Şam’da askeri yoldan rejim değişikliği.
Uluslararası hukuk yönü bir tarafa, başka bir ülkede rejim değişikliği siyaseti iki ön koşul gerektirir: Mevcut rejim devrildikten sonra yerine geçebilecek güçlü bir muhalefetin varlığı ve o muhalefetin sizin ülkenizin çıkarları açısından daha iyi bir seçenek oluşturması.
Suriye’de bu iki ön koşul da yoktu. O nedenle Şam’da rejim değişikliği akıl dışı ve Türkiye’nin çıkarları açısından yüksek riskli bir tercihti.
Yanlışın nedeni, AKP’nin Suriye gerçeklerinden kopuk ideolojik hayalleri ve basit analizleri becerememesi idi. Şam’da İhvan iktidarı beklentisi içindeydiler.
Esed rejimi Rusya ve İran’ın desteği sayesinde hayatta kaldı ama, üzerinde az durulan ve en az onlar kadar önemli bir başka husus, tüm direnen grupları arkasında toplayacak, liderlik yapacak bir muhalefetin olmamasıydı.
Mesela İran’da Humeyni hareketi -şartlar çok farklı olsa da- tam bunu yaparak ve muhalif grupları birleştirerek Şah rejimini devirmeyi başarmıştı.
Esed rejimi bir ara her an gidebilecek kadar zor durumlara düştü, pek ala devrilebilirdi. Ama o durumda, değişik milis gruplar arasında daha kanlı bir iktidar savaşı başlayacak, sonunda muhtemelen en fanatik ve hunhar çetelerden biri zafere ulaşacak, ülke parçalanacaktı. Bu olasılıkların hiçbiri Türkiye’nin çıkarına değildi.
AKP’nin ikinci vahim hatası, Başkan Barack Obama döneminde ABD’nin kuyruğuna takılmak oldu. Bu büyük bir tutarsızlıktı, çünkü Esed’in devrilmesini istiyorlardı ama Obama yönetiminin hiç öyle bir amacı yoktu.
Reel siyaset izleyen ABD yukarıda işaret ettiğimiz soruları soruyordu: Esed’den sonra kim gelir ve yeni rejim çıkarlarımız için daha iyi olur mu?
Sorularına olumlu yanıt bulamayan Washington’un siyaseti Esed’i devirmek değildi; rejim ve cihatçı selefi milislerin birbirini kırmasını, iki tarafın azami ölçüde kan kaybederek zayıf düşmesini, kanlı savaşın olabildiğince sürüp gitmesini istiyordu. Tıpkı 1980’lerde Irak-İran savaşında yaptıkları gibi.
Bu siyaset gizli değildi. Mesela bir ara Obama’nın zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan’la kamuoyu önündeki tartıştığını izledik. Esed’in devrilmesini desteklemek için ondan sonra kim gelecek bilmek isteriz diyen Obama’ya karşı Erdoğan, halk kimi seçerse Esed sonrasında o iktidara gelir görüşünü savunuyordu.
Obama’nın yaklaşımı daha gerçekçiydi. İç savaşlardan sonra yeni iktidar seçimle belirlenmez, iktidarı deviren silahlı güç onun yerine geçer.
Obama yönetimi o siyaset gereği, bütün ısrarlara rağmen muhalefete ağır silah vermedi. Başka kanallardan gelebilecek ağır silah akışını engellemek amacıyla Suriye sınırına CIA ajanları yığdı.
Neticede AKP iktidarı, şuursuz ve Türkiye’nin çıkarlarıyla hiç bağdaşmaz şekilde, yıllarca ABD’nin Suriye’yi istikrarsızlaştırma siyasetine hizmet etti.
Ocak 2017’de Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak göreve başlaması Suriye’de bir dönüm noktasıydı. Trump’ın ilk işlerinden biri, savaşan milislere verilen silah, eğitim dahil her türlü yardımı durdurmak oldu. Böylece Esed rejiminin kalıcı olduğu kesinleşti. Suudi Arabistan, Katar ve batılı ülkeler Esed rejimine karşı yıkıcı faaliyetlere son verdi.
AKP üçüncü büyük yanlışı o dönemde yaptı. Rejim değişikliği siyasetinden vazgeçmek yerine aynı hedefi vites yükselterek sürdürdü. Ama artık Türkiye o çabayı sürdüren tek ülkeydi.
AKP iktidarı, tüm dış desteğe rağmen rejimi devirme savaşında beceriksizliği kanıtlanmış Özgür Suriye Ordusu adlı yapıyı Suriye Milli Ordusu adı altında kanatları altına aldı. Suriye’nin dört ayrı bölgesine askeri harekât düzenlendi.
Halbuki bugün aradığı Esed’le uzlaşma çizgisine kolaylıkla 2017’de gelebilirdi. Türkiye’nin çıkarları bunu gerektiriyordu.
Askeri harekâtların amacı olarak sınırda PKK’nın kontrol ettiği bir oluşumun engellenmesi gösteriliyor.
Suriye sınırında PKK’nın kontrol ettiği bir yapı elbet Türkiye’nin çıkarına değildir. Ama bunun doğru ve sürdürülebilir yolu, Şam hükümetinin ülke toprakları üzerinde egemenliğini tesis etmesidir. Rejimi devirmeye ve zayıflatmaya çalışmak değildir.
Bunları araba devrildikten sonra söylüyor değilim. Rejim değiştirme projesinin niçin yanlış olduğunu ve Suriye’de en çok zarar görecek ülkenin Türkiye olacağını 2011’den bu yana defalarca yazdım.
Bugün gelinen noktada AKP’nin Suriye siyaseti tıkanmıştır; siyasal ve ekonomik açıdan sürdürülebilir değildir.
Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı, diğer üst düzey sözcüler dahil pek çok AKP’li yetkilinin son günlerde birden peş peşe açıkladığı Esed’le uzlaşma isteği, mevcut siyasetin sürdürülebilir olmadığını artık iktidarın da kabul ettiğini gösteriyor.
Çok geç de olsa Cumhuriyet tarihinin en büyük dış politika yanlışından dönmek doğrudur. Ancak bu dönüş için Palmerston’un veciz sözcükleri değil, iyi hesap yapamayanlara söylenen basmakalıp ‘yanlışın neresinden dönersen kârdır’ ifadesi kullanılabilir.
Gelinen noktada Suriye’de şimdi neler yapılmalı? Buna karşılık AKP ne istiyor ve seçimlere kadar bazı sonuçlar alabilir mi?
Bu kritik soruları gelecek yazıda ele alacağız.