Öncelikle, geçtiğimiz günlerde yaptığım, röportajım teknik bir hata nedeniyle yeniden köşemde yayınlanmış , bu yalnışlıktan dolayı okurlarımdan özür diliyorum. Fakat saygısız bir yorum gelmiş, diyor ki bana misafir rumuzlu kişi ; sıktınız artık, aynı röportajı yine yayınlamışsınız, böyle insandan, ne yazar olur, ne köşe yazarı. Cevap veriyorum, o zaman beğendiğiniz köşe yazarlarını okuyun, hiç de hayatınızdaki mutsuzlukların, agresyonların faturasını bana kesmeye çalışmayın..
Bu gün aslında, farklı bir üslupta yaşamın ‘ öteki’ yüzünden bahsetmek istiyordum, maalesef böyle bir başlangıç yapmak zorunda kaldım.
Aslında görmek istemediğimiz, yok saydığımız, hep toplum dışına ittiğimiz, hafife aldığımız , ötekileştirdiğimiz insanlardan bahsetmek istiyorum.
Aslında hep içimizde, yanı başımızda duran ama görmediğimiz, görmek istemediğimiz, tanımadığımız insanlardan.
Çocukluktan yetişkin olmaya geçen sürede, kendimizi birden yaşamın içinde buluyoruz, sonra önceleri nereden geldiğimizi sorgulamıyoruz, bütün dünyamız, evimiz, ailemiz içersinde dönmeye başlıyor, kimimiz güvenli bir aileye doğuyoruz, kimimizin de ne ebeveyni, ne sıcak bir yuvası, ne de ailesi oluyor.
Baştan kaybetmiş, çoktan ‘ ötekileşmiş’ oluyoruz… Oysa, zenginlik, fakirlik, güzellik, çirkinlik hepsi bize özel, yaşamın bize sunduğu armağanlar.
Yine de hayata tutunmaya çalışıyor, yaşamımızı bir şekilde devam ettirmeye çalışıyoruz.
Yaşam çarkını hep güçlü insanlar döndürüyor, kuralları onlar koyuyor, diğerleriyse bu çarka bir şekilde, bir tarafından tutunmaya çalışıyor.
Sadece en güçlüler yaşamda kalıp , çark dönmeye devam ediyor. Zayıf halkalar yavaş yavaş yaşamdan kopup gidiyor. Bazen hiç haberimiz bile olmadan. Maddi sıkıntıdan, ya da bilmediğimiz sebeplerden, ölüp giden insanları duyuyoruz. Ne yaşadılar, neden bu noktaya geldiler hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü sırlarıyla birlikte göçüp gidiyorlar.
Hayatta kalabilmek adına, güçlü olan, zayıf olanı itiyor, onu görmek istemiyor, ya da yardıma muhtaç birine; ‘Ben şimdi ilgilenemem Allah yardım etsin’ diyor. Çünkü aslında kendi zayıflıklarını görmesine neden oluyor ‘öteki’ insan.
Ego hep şöyle fısıldıyor; sen her zaman yaşamının efendisisin, en akıllı, en güzel sensin, senden daha iyisi yok ve her zaman böyle kal, hiç kimsenin senden daha iyi olmasına izin verme. Kendinden başka kimseyi umursama..
Yol senin yolun, karşına çıkıp senin yolundan geçmek isteyen olursa, sakın ona geçit verme..Herkes böyle demiyorum, ama maalesef böyle kötü insanlar da var diyorum.
Bu durum insanın kendine itiraf edebileceği bir durum değil tabii. Onun için bu duyguyu bastırmak adına pek çok gerekçeler üretiyor, sonunda kendi bile haklı olduğuna inanıyor.
Oysa bu kendine yaptığı en büyük kötülüklerden birisi oluyor. Vicdanı çoktan en ağır faturayı kesiyor ve eninde sonunda, gerçeklerle yüzleşip o cezayı ödüyor.
Başka insanları ezerek, aşağılayarak, küçümseyerek insan hiçbir zaman gerçekten huzura kavuşamayacak, hiç mutlu olmayacaktır. Ben bunun ruhsal bir yasa olduğuna inanıyorum.
Çünkü ‘öteki’ insana yansıttığı nefreti, duyarsızlığı her ne yaşıyorsa aslında kendinde hissettiği ve yüzleşemediği, nefret ettiği tarafı oluyor.
Aslında kendini ahlaksız bir insan olarak görüyor ama dışarıdan bakıldığında herkesi eleştiren ve ahlak dersi veren bir yapıya sahip oluyor.
Bir çok insanı bilmeden tanımadan, arkasından konuşup, iftiralar atıyor. Bu şekilde ahlaksızlık duygusunu kendi üzerinden uzaklaştırıyor. Ya da biri hakkında, cahil, eğitimsiz yaftasını yapıştırıyor, aslında kendini yetersiz görüyor ama öteki insanın öyle olduğunu söyleyerek, kendi eksiğini hafifletmeye çalışıyor. Daha böyle bir sürü örnekleme yapabilirim.
O duyguyu bastırırken, ortaya çıkan öfkesini başka insanlar üzerinden dindirmeye çalışıyor ama nafile…
Boş zamanlarımda bir sürü kediciklerle ilgili yaşanmış gerçek hikayeler okuyorum, köpeklerle de ilgili tabii , barınaklara gitmişliğim hatta tv programı bile çekmişliğim vardır.
Orada insanlar tarafından, dövülmüş, kulakları kesilmiş, kuyrukları kopartılmış, gözleri oyulmuş bir sürü sevgiye muhtaç hayvanın hikayesini okuyorum.
Tıpkı başka bir şekilde mağdur edilmiş insanlar gibi.
Bazen bekar kız arkadaşlarımın hikayelerini dinliyorum, içim acıyor. Defalarca, kendi durumlarını, zorluklarını bilen insanlar tarafından, duygusal olarak rencide edildiklerini anlatıyorlar.
Kadın halimde onları üzen insanları gidip sarsmak ve kendinize gelin demek istiyorum. Karşınızdaki bir insan, güçsüz olduğu için onu ezmeye hakkınız yok diyerek.
Eğer kimseye bir zararı yoksa, mesela ; sokak çocuklarını, özürlü insanları, maddi, manevi zorluk içinde olanları, şizofreni gibi toplum içinde rehabilite olacak insanları
‘ötekileştirmek’ yerine neden içimize alamıyoruz?
Neden onların yaşama tutunmaya çalışmasına olanak vermiyoruz, niçin işsiz insanları bu zaten makbul bir insan olsaydı, işsiz kalmazdı diye etiketliyoruz, neden onları küçümsüyoruz?
Yardıma muhtaç insanlara yardım edemiyoruz. Bu kadar mı zor karşılık beklemeden sevebilmek? O insanları sevmeden ve yardım etmeden ruhumuzun iyileşemeyeceği gerçeğini neden bir türlü kabul edemiyoruz?
">
Öncelikle, geçtiğimiz günlerde yaptığım, röportajım teknik bir hata nedeniyle yeniden köşemde yayınlanmış , bu yalnışlıktan dolayı okurlarımdan özür diliyorum. Fakat saygısız bir yorum gelmiş, diyor ki bana misafir rumuzlu kişi ; sıktınız artık, aynı röportajı yine yayınlamışsınız, böyle insandan, ne yazar olur, ne köşe yazarı. Cevap veriyorum, o zaman beğendiğiniz köşe yazarlarını okuyun, hiç de hayatınızdaki mutsuzlukların, agresyonların faturasını bana kesmeye çalışmayın..
Bu gün aslında, farklı bir üslupta yaşamın ‘ öteki’ yüzünden bahsetmek istiyordum, maalesef böyle bir başlangıç yapmak zorunda kaldım.
Aslında görmek istemediğimiz, yok saydığımız, hep toplum dışına ittiğimiz, hafife aldığımız , ötekileştirdiğimiz insanlardan bahsetmek istiyorum.
Aslında hep içimizde, yanı başımızda duran ama görmediğimiz, görmek istemediğimiz, tanımadığımız insanlardan.
Çocukluktan yetişkin olmaya geçen sürede, kendimizi birden yaşamın içinde buluyoruz, sonra önceleri nereden geldiğimizi sorgulamıyoruz, bütün dünyamız, evimiz, ailemiz içersinde dönmeye başlıyor, kimimiz güvenli bir aileye doğuyoruz, kimimizin de ne ebeveyni, ne sıcak bir yuvası, ne de ailesi oluyor.
Baştan kaybetmiş, çoktan ‘ ötekileşmiş’ oluyoruz… Oysa, zenginlik, fakirlik, güzellik, çirkinlik hepsi bize özel, yaşamın bize sunduğu armağanlar.
Yine de hayata tutunmaya çalışıyor, yaşamımızı bir şekilde devam ettirmeye çalışıyoruz.
Yaşam çarkını hep güçlü insanlar döndürüyor, kuralları onlar koyuyor, diğerleriyse bu çarka bir şekilde, bir tarafından tutunmaya çalışıyor.
Sadece en güçlüler yaşamda kalıp , çark dönmeye devam ediyor. Zayıf halkalar yavaş yavaş yaşamdan kopup gidiyor. Bazen hiç haberimiz bile olmadan. Maddi sıkıntıdan, ya da bilmediğimiz sebeplerden, ölüp giden insanları duyuyoruz. Ne yaşadılar, neden bu noktaya geldiler hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü sırlarıyla birlikte göçüp gidiyorlar.
Hayatta kalabilmek adına, güçlü olan, zayıf olanı itiyor, onu görmek istemiyor, ya da yardıma muhtaç birine; ‘Ben şimdi ilgilenemem Allah yardım etsin’ diyor. Çünkü aslında kendi zayıflıklarını görmesine neden oluyor ‘öteki’ insan.
Ego hep şöyle fısıldıyor; sen her zaman yaşamının efendisisin, en akıllı, en güzel sensin, senden daha iyisi yok ve her zaman böyle kal, hiç kimsenin senden daha iyi olmasına izin verme. Kendinden başka kimseyi umursama..
Yol senin yolun, karşına çıkıp senin yolundan geçmek isteyen olursa, sakın ona geçit verme..Herkes böyle demiyorum, ama maalesef böyle kötü insanlar da var diyorum.
Bu durum insanın kendine itiraf edebileceği bir durum değil tabii. Onun için bu duyguyu bastırmak adına pek çok gerekçeler üretiyor, sonunda kendi bile haklı olduğuna inanıyor.
Oysa bu kendine yaptığı en büyük kötülüklerden birisi oluyor. Vicdanı çoktan en ağır faturayı kesiyor ve eninde sonunda, gerçeklerle yüzleşip o cezayı ödüyor.
Başka insanları ezerek, aşağılayarak, küçümseyerek insan hiçbir zaman gerçekten huzura kavuşamayacak, hiç mutlu olmayacaktır. Ben bunun ruhsal bir yasa olduğuna inanıyorum.
Çünkü ‘öteki’ insana yansıttığı nefreti, duyarsızlığı her ne yaşıyorsa aslında kendinde hissettiği ve yüzleşemediği, nefret ettiği tarafı oluyor.
Aslında kendini ahlaksız bir insan olarak görüyor ama dışarıdan bakıldığında herkesi eleştiren ve ahlak dersi veren bir yapıya sahip oluyor.
Bir çok insanı bilmeden tanımadan, arkasından konuşup, iftiralar atıyor. Bu şekilde ahlaksızlık duygusunu kendi üzerinden uzaklaştırıyor. Ya da biri hakkında, cahil, eğitimsiz yaftasını yapıştırıyor, aslında kendini yetersiz görüyor ama öteki insanın öyle olduğunu söyleyerek, kendi eksiğini hafifletmeye çalışıyor. Daha böyle bir sürü örnekleme yapabilirim.
O duyguyu bastırırken, ortaya çıkan öfkesini başka insanlar üzerinden dindirmeye çalışıyor ama nafile…
Boş zamanlarımda bir sürü kediciklerle ilgili yaşanmış gerçek hikayeler okuyorum, köpeklerle de ilgili tabii , barınaklara gitmişliğim hatta tv programı bile çekmişliğim vardır.
Orada insanlar tarafından, dövülmüş, kulakları kesilmiş, kuyrukları kopartılmış, gözleri oyulmuş bir sürü sevgiye muhtaç hayvanın hikayesini okuyorum.
Tıpkı başka bir şekilde mağdur edilmiş insanlar gibi.
Bazen bekar kız arkadaşlarımın hikayelerini dinliyorum, içim acıyor. Defalarca, kendi durumlarını, zorluklarını bilen insanlar tarafından, duygusal olarak rencide edildiklerini anlatıyorlar.
Kadın halimde onları üzen insanları gidip sarsmak ve kendinize gelin demek istiyorum. Karşınızdaki bir insan, güçsüz olduğu için onu ezmeye hakkınız yok diyerek.
Eğer kimseye bir zararı yoksa, mesela ; sokak çocuklarını, özürlü insanları, maddi, manevi zorluk içinde olanları, şizofreni gibi toplum içinde rehabilite olacak insanları
‘ötekileştirmek’ yerine neden içimize alamıyoruz?
Neden onların yaşama tutunmaya çalışmasına olanak vermiyoruz, niçin işsiz insanları bu zaten makbul bir insan olsaydı, işsiz kalmazdı diye etiketliyoruz, neden onları küçümsüyoruz?
Yardıma muhtaç insanlara yardım edemiyoruz. Bu kadar mı zor karşılık beklemeden sevebilmek? O insanları sevmeden ve yardım etmeden ruhumuzun iyileşemeyeceği gerçeğini neden bir türlü kabul edemiyoruz?