Muazzez Çığ Röportajı

Muazzez İlmiye Çığ. Muhteşem bir Cumhuriyet kadını.   Gözlerinden adeta zeka...

Ebru Eğinlioğlu eeginlioglu@gmail.com

Muazzez İlmiye Çığ. Muhteşem bir Cumhuriyet kadını.

 

Gözlerinden adeta zeka pırıltıları fışkırıyor. Bir o kadar sıcak, dingin,  samimi ve aynı zamanda da mütevazı.

 

Röportajlarımı hazırlarken , fotoğraflarımızı çeken ve  konuk daveti konusunda bana yardımcı olan  arkadaşım kendisini  aradıktan 5 dak. sonra geri dönüyor ve Ebru hanım, az önce Muazzez hanım’ la  görüştüm, bizi şu gün sonra şuraya bekliyor diyor.

 

Şaşırıyorum tabii, o yoğunluğunun arasında ne çabuk bize dönüverdi diye..

Her neyse, İtiraf edeyim çok heyecanlanıyorum. Çünkü Türkiye’ nin ilk kadın sümerologu ve çeşitli Anadolu uygarlıkları, özellikle de Sümer’ ler  konusunda, dünyada da önem taşıyan çalışmalara imza atmış bir akademisyen.

13 kitabı var diye biliyordum. Meğerse çoktan 4 kitap daha eklenip 17 kitap olmuş ve 18. yi yazıyormuş.

Tabii  engin bilgi ve birikimi sayesinde.

 

Hani  bir laf vardır. Hanımlara yaş sorulmaz diye. Neden olduğunu hep düşünürdüm.  Muazzez hanıma bakınca  bu lafın bazı insanlar için ne kadar yerinde olduğunu anlıyorsunuz.  Adeta hiç ihtiyarlamamış, hiç yaş almamış. Gayet hızlı ve düzgün cümlelerle konuşuyor.

  

Sırrını sormaya çekiniyorum. Keşke ben de ileride böyle olsam diye imreniyorum.

Belki de sır;  sürekli bir şeyler üretmekte. Elle tutulur, insanlara faydası olan şeyler üretmekte. Demek insan ne kadar olumlu düşünürse, gerçekten topluma faydalı işler yaparsa. O zaman ihtiyarlamaya fırsat bulamıyor her halde. En gerçek örneğini ise yaşam enerjisini hiç kaybetmemiş, bu  saygıdeğer hanımefendiye bakınca anlıyorsunuz.

 

Televizyon programı yapıyor, yeni kitabını  hazırlıyor, makaleler kaleme alıyor, araya röportajlar sığdırıyor. Daha bitmedi bilgisayar kullanıyor ve e.mail adresinden güncel olaylarla ilgili bilgiler yağıyor, onları kontrol ediyor. Maşallah diyorum. Başka da söyleyecek laf bulamıyorum.

 

Röportajın en keyifli zamanı, bittikten sonraki hali..Yani benim bu satırları yazdığım zamanı..

Öncesinde, öyle bir süreç işliyor ki. Adeta doğum sancısı çeker gibisiniz.

Röportaj yapmak istediğiniz konuğunuzu belirliyorsunuz, sonra o konukla ilgili davet çalışmaları başlıyor. Tabii her istediğiniz konuk röportaj teklifinizi kabul edecek diye bir şey yok, programı uymuyor, zamanı yetmiyor v.s .

 

Ama ettikten sonra da , benim için  o sancılı dediğim süreç başlıyor.

Konuğunuzla  ilgili tüm bilgiler, röportajlar tek tek elden geçiyor, gündemle ilgili bir konuksa, gündemle örtüşen konularda sorular hazırlanıyor.

Bazen hazırlıklı gitmek daha iyi bazen de doğaçlama olanı daha keyifli olabiliyor. Bu tamamen, konuğunuzla aranızdaki iletişime bağlı, bazen hazırladığınız sorulardan hiç birini sormuyorsunuz, bazen hepsini, bazen de tamamen farklı bir yöne gidiyorsunuz. Denizde rüzgara kendini bırakmış giden bir  yelkenli gibi.

 

İşte , bana bu haller çok büyük heyecan ve mutluluk veriyor.

 

Röportaj bittikten ve konuğumun yanından ayrıldıktan sonra , deşifre sürecine kadar geçen zamanda, tüm ayrıntıları aklımda tutuyorum, sanki oradan hiç ayrılmamış gibi.

 

Eve gelip, kayıt cihazımı  açtığım andan itibaren, yerimden kalkmadan bir üç saat nasıl akıp geçiyor, gerçekten farkında olmuyorum.

 

O süreçte yaşamdan neler kaçırmışım, yağmur mu yağmış, fırtına mı çıkmış? Hiç beni ilgilendirmiyor.

 

Bittiği anda ise bu sefer başka bir heyecan içimi kaplıyor ama ilkinden biraz daha farklı.

Bu  sefer acaba nasıl oldu, iyi bir röportaj mı,   beğenildi mi,   gibi soruların yanıtlarını   merak ediyorum.

 

Geçtiğimiz günlerde, Serdar Turgut’ un bir konuşmasını  dinlemiştim.

Diyordu ki Turgut; benim okurlarım, benden ya nefret ederler, ya da çok severler. İkisinin arası yoktur.  Bir yazar için olabilecek en iyi şey budur. Yoksa öbür türlü kimse sizi umursamıyor olurdu. Bu da  o yazarın kötü bir yazar olduğunu gösterirdi .

İlk başlarda itiraz ediyordum ama zamanla aslında ne kadar doğru bir söz olduğunu şimdi  daha iyi anlıyorum,  gerçekten  de aynen dediği gibi…

Hem beğenenler, hem eleştirenler, hem eleştirinin dozunu biraz kaçıranlar  oluyor.

Belki de bizim yaptığımız  mesleği,  böylesi  sevilesi yapan, heyecanlı kılan, tadı, tuzu, biberi de bu özellikleri olsa gerek…  

">

Muazzez İlmiye Çığ. Muhteşem bir Cumhuriyet kadını.

 

Gözlerinden adeta zeka pırıltıları fışkırıyor. Bir o kadar sıcak, dingin,  samimi ve aynı zamanda da mütevazı.

 

Röportajlarımı hazırlarken , fotoğraflarımızı çeken ve  konuk daveti konusunda bana yardımcı olan  arkadaşım kendisini  aradıktan 5 dak. sonra geri dönüyor ve Ebru hanım, az önce Muazzez hanım’ la  görüştüm, bizi şu gün sonra şuraya bekliyor diyor.

 

Şaşırıyorum tabii, o yoğunluğunun arasında ne çabuk bize dönüverdi diye..

Her neyse, İtiraf edeyim çok heyecanlanıyorum. Çünkü Türkiye’ nin ilk kadın sümerologu ve çeşitli Anadolu uygarlıkları, özellikle de Sümer’ ler  konusunda, dünyada da önem taşıyan çalışmalara imza atmış bir akademisyen.

13 kitabı var diye biliyordum. Meğerse çoktan 4 kitap daha eklenip 17 kitap olmuş ve 18. yi yazıyormuş.

Tabii  engin bilgi ve birikimi sayesinde.

 

Hani  bir laf vardır. Hanımlara yaş sorulmaz diye. Neden olduğunu hep düşünürdüm.  Muazzez hanıma bakınca  bu lafın bazı insanlar için ne kadar yerinde olduğunu anlıyorsunuz.  Adeta hiç ihtiyarlamamış, hiç yaş almamış. Gayet hızlı ve düzgün cümlelerle konuşuyor.

  

Sırrını sormaya çekiniyorum. Keşke ben de ileride böyle olsam diye imreniyorum.

Belki de sır;  sürekli bir şeyler üretmekte. Elle tutulur, insanlara faydası olan şeyler üretmekte. Demek insan ne kadar olumlu düşünürse, gerçekten topluma faydalı işler yaparsa. O zaman ihtiyarlamaya fırsat bulamıyor her halde. En gerçek örneğini ise yaşam enerjisini hiç kaybetmemiş, bu  saygıdeğer hanımefendiye bakınca anlıyorsunuz.

 

Televizyon programı yapıyor, yeni kitabını  hazırlıyor, makaleler kaleme alıyor, araya röportajlar sığdırıyor. Daha bitmedi bilgisayar kullanıyor ve e.mail adresinden güncel olaylarla ilgili bilgiler yağıyor, onları kontrol ediyor. Maşallah diyorum. Başka da söyleyecek laf bulamıyorum.

 

Röportajın en keyifli zamanı, bittikten sonraki hali..Yani benim bu satırları yazdığım zamanı..

Öncesinde, öyle bir süreç işliyor ki. Adeta doğum sancısı çeker gibisiniz.

Röportaj yapmak istediğiniz konuğunuzu belirliyorsunuz, sonra o konukla ilgili davet çalışmaları başlıyor. Tabii her istediğiniz konuk röportaj teklifinizi kabul edecek diye bir şey yok, programı uymuyor, zamanı yetmiyor v.s .

 

Ama ettikten sonra da , benim için  o sancılı dediğim süreç başlıyor.

Konuğunuzla  ilgili tüm bilgiler, röportajlar tek tek elden geçiyor, gündemle ilgili bir konuksa, gündemle örtüşen konularda sorular hazırlanıyor.

Bazen hazırlıklı gitmek daha iyi bazen de doğaçlama olanı daha keyifli olabiliyor. Bu tamamen, konuğunuzla aranızdaki iletişime bağlı, bazen hazırladığınız sorulardan hiç birini sormuyorsunuz, bazen hepsini, bazen de tamamen farklı bir yöne gidiyorsunuz. Denizde rüzgara kendini bırakmış giden bir  yelkenli gibi.

 

İşte , bana bu haller çok büyük heyecan ve mutluluk veriyor.

 

Röportaj bittikten ve konuğumun yanından ayrıldıktan sonra , deşifre sürecine kadar geçen zamanda, tüm ayrıntıları aklımda tutuyorum, sanki oradan hiç ayrılmamış gibi.

 

Eve gelip, kayıt cihazımı  açtığım andan itibaren, yerimden kalkmadan bir üç saat nasıl akıp geçiyor, gerçekten farkında olmuyorum.

 

O süreçte yaşamdan neler kaçırmışım, yağmur mu yağmış, fırtına mı çıkmış? Hiç beni ilgilendirmiyor.

 

Bittiği anda ise bu sefer başka bir heyecan içimi kaplıyor ama ilkinden biraz daha farklı.

Bu  sefer acaba nasıl oldu, iyi bir röportaj mı,   beğenildi mi,   gibi soruların yanıtlarını   merak ediyorum.

 

Geçtiğimiz günlerde, Serdar Turgut’ un bir konuşmasını  dinlemiştim.

Diyordu ki Turgut; benim okurlarım, benden ya nefret ederler, ya da çok severler. İkisinin arası yoktur.  Bir yazar için olabilecek en iyi şey budur. Yoksa öbür türlü kimse sizi umursamıyor olurdu. Bu da  o yazarın kötü bir yazar olduğunu gösterirdi .

İlk başlarda itiraz ediyordum ama zamanla aslında ne kadar doğru bir söz olduğunu şimdi  daha iyi anlıyorum,  gerçekten  de aynen dediği gibi…

Hem beğenenler, hem eleştirenler, hem eleştirinin dozunu biraz kaçıranlar  oluyor.

Belki de bizim yaptığımız  mesleği,  böylesi  sevilesi yapan, heyecanlı kılan, tadı, tuzu, biberi de bu özellikleri olsa gerek…  

Tüm yazılarını göster