Bir ülke düşünün. Son 20 yılda her sene ortalama yüzde 9 büyüsün, bir milyardan fazla nüfusa rağmen, 1000 kişiye düşen telefon sayısını 1990’da 6’dan 2000 yılında 178’e yükseltsin. Ve de ilk defa olarak yıllık milli gelirini 1 trilyon doların üzerine çıkarsın. Tabii ki Çin’den söz ettiğimi tahmin ettiniz. Bu kadar hızlı büyüme ve bu kadar büyük performans doğal olarak başka ülkelerin sırtından olmakta.. Günümüzde hiç bir ülke globalizasyon akımlarından izole değil. Bir ülkede olan diğer ülkeleri mutlaka etkiliyor. Ama söz konusu ülke Çin olunca , ister istemez bütün dünya etkileniyor. Çin ucuz işgücü ve düşük kur uygulaması ile birlikte Çok Uluslu Şirketlerin yatırımlarını emiyor. Başka bir değimle yabancı sermaye Çin’e kayıyor. 2002 senesinin ilk 10 ayında Çin’in düşük fiyatlı ihracat mallarında artış oranı yüzde 21 fakat dünya ticaretinin büyüme hızı sıfıra yakın. (2001’de yüzde 1 azalma, 2002’de yüzde 2 artış). Yabancı sermayenin Çin’e yerleşmesinin en güzel örneğini yine rakamlarda görmekteyiz. 2002’in ilk 10 ayında Çin’de yabancı sermaye yatırımları yüzde 20 artışla 46 milyar dolara ulaşırken, tüm dünyada yabancı sermaye yatırımları azalış gösterdi.
Çin’in bu şekilde hızlı büyümesini fazla tehlikeli bulmayan ekonomistler de bulunmakta. Bu ekonomistlere göre Çin bir zamanlar Japonya’nın, Güney Kore’nin, Meksika’nın geçtiği yollardan geçmekte. Ekonomik büyümenin bu aşamasında bu tür gelişmeler göstermesi doğal. Örneğin hızlı büyümesine rağmen Çin’in ekonomisi hala dünya ekonomisinin yüzde 3.5’unu oluşturmakta. ( ABD de yüzde 20’sini oluşturuyor). Serbest ticaret teorisine göre herkes en iyi yaptığı işi yaparsa serbest ticaretten bütün taraflar karlı çıkmakta. Bu teorinin genelde doğru çalıştığını kabul edebiliriz, ne var ki Çin’in salt büyüklüğü (1.3 milyar nüfus) bu ülkeye ayrı bir özellik katmakta. Bu özelliğin yanı sıra, günümüz dünya ekonomisi serbest ticaret teorisinin zorlandığı bir dönemde. Bugünkü gibi dünya ticaret hacminin genişlemediği ve ekonomik büyümenin gerçekleşmediği ortamlarda serbest ticaret teorileri çarpıklık yaratmakta. Son bir yıl içinde dünyada fiyatlar ve karlar baskı altında. Firmalar zorlanmakta. Bu tür ortamlarda, teoride düşük maliyetle üretim yapan firmaların hayatta kalması diğer firmaların yok olması gerekir. Buna benzer bir yaklaşım ülkeler için de geçerli olabilmekte. İşte bu noktada Çin enteresan bir rol oynamakta ve Çin’in diğer ülkelerin aleyhine yatırım ve işyeri kapması gündeme gelmekte.
Düşen fiyatların karları erittiği bir ortamda şirketler çalışanları işten çıkartmaya başlarlarsa ciddi ciddi deflasyon etkisi ile karşı karşıya kalabiliriz. Şirketlerin ve tüketicilerin harcamaları kısmaları talep eksikliğine yol açarak üretimi yavaşlatabilir. Ekonomi deflasyon sarmalına girebilir. Deflasyonun tıpkı enflasyonda olduğu gibi kendi kendini besleyen bir süreç olduğunu unutmamak gerekir. Genelde enflasyonla yaşayan bizler fiyatların düşmesini memnunlukla karşılarken aşırı fiyat düşmesinin yıkıcı rolünü unutmamak gerekir. Son 5 yılda Asya’da üretilen malların fiyatı yüzde 20 düştü. Eğer Asya ülkeleri yurt dışında kazandıkları dövizleri yine yurt dışında harcasalar serbest ticaret herkesin işine yarayacak. Ancak Japonya’nın öncülük ettiği ‘Asya tipi tasarruf’ nedeni ile Asya ülkeleri sürekli ticaret fazlası vermekte. Japonya’nın 500 milyar dolara yakın, Çin’in 260 milyar dolar, G. Kore’nin 120 milyar dolar ticaret fazlası bulunmakta. Dünya ticaretinin tıkırında işlemesi ve faydalı olması için Asya ülkelerinin ticaret fazlasını eritmeleri gerekmekte. Örneğin Çin’in milli parası renminbi’yi revalüe edip (değerini artırarak) ihraç mallarını pahalılaştırması, ithal mallarını ucuzlaştırması gerekmekte. Çin bunların aksine ihracat yolu ile büyümeyi tercih edip fiyat kırarak toplayabileceği en fazla yabancı sermayenin peşinde koşmakta. Elimde global rakamlar yok ama Amerika-Meksika sınırında ABD piyasası için üretim yapan fabrikaların kapanıp Çin’e taşındığını haber veren sayısız gazete haberi okudum.
Değerli okurlar Asya ülkelerinin ‘hep-bana, hep-bana’ psikolijisi ile yürüttüğü ekonomik politikalar dünyada ciddi bir deflasyon riski yaratmakta.
Geçtiğimiz günler içinde Çin Komünist partisi yumuşak bir geçişle yeni liderini seçti.Yeni lider Hu Jintao işadamı kökenli ve pratik çözümler arayışında olan bir kimse. Yaşı klasik komünist liderlere göre çok genç. 21.yüzyılın en önemli olgularından birisi Çin’in ülke olarak nasıl bir evrimden geçeceği. Eğer Çin kendi ekonomisini dünyaya kapalı tutup sadece ihraç yolu ile zenginleşmeye devam ederse, şimdi içinde bulunulan deflasyonist ortamlarda dünya ekonomisine ayak bağı olur. Çin gibi devasa bir ülke Türkiye gibi ihracat ve yabancı sermaye peşinde koşan bir çok ülkenin potansiyel kaynaklarını silip süpürür. Eğer bütün bunları komünist parti organizasyonu içinde gerçekleştirirse, Çin’e dünyanın kaynaklarını emen kızıl elektrik süpürgesi demekten başka bir şey elimizden gelmeyecek.
">
Bir ülke düşünün. Son 20 yılda her sene ortalama yüzde 9 büyüsün, bir milyardan fazla nüfusa rağmen, 1000 kişiye düşen telefon sayısını 1990’da 6’dan 2000 yılında 178’e yükseltsin. Ve de ilk defa olarak yıllık milli gelirini 1 trilyon doların üzerine çıkarsın. Tabii ki Çin’den söz ettiğimi tahmin ettiniz. Bu kadar hızlı büyüme ve bu kadar büyük performans doğal olarak başka ülkelerin sırtından olmakta.. Günümüzde hiç bir ülke globalizasyon akımlarından izole değil. Bir ülkede olan diğer ülkeleri mutlaka etkiliyor. Ama söz konusu ülke Çin olunca , ister istemez bütün dünya etkileniyor. Çin ucuz işgücü ve düşük kur uygulaması ile birlikte Çok Uluslu Şirketlerin yatırımlarını emiyor. Başka bir değimle yabancı sermaye Çin’e kayıyor. 2002 senesinin ilk 10 ayında Çin’in düşük fiyatlı ihracat mallarında artış oranı yüzde 21 fakat dünya ticaretinin büyüme hızı sıfıra yakın. (2001’de yüzde 1 azalma, 2002’de yüzde 2 artış). Yabancı sermayenin Çin’e yerleşmesinin en güzel örneğini yine rakamlarda görmekteyiz. 2002’in ilk 10 ayında Çin’de yabancı sermaye yatırımları yüzde 20 artışla 46 milyar dolara ulaşırken, tüm dünyada yabancı sermaye yatırımları azalış gösterdi.
Çin’in bu şekilde hızlı büyümesini fazla tehlikeli bulmayan ekonomistler de bulunmakta. Bu ekonomistlere göre Çin bir zamanlar Japonya’nın, Güney Kore’nin, Meksika’nın geçtiği yollardan geçmekte. Ekonomik büyümenin bu aşamasında bu tür gelişmeler göstermesi doğal. Örneğin hızlı büyümesine rağmen Çin’in ekonomisi hala dünya ekonomisinin yüzde 3.5’unu oluşturmakta. ( ABD de yüzde 20’sini oluşturuyor). Serbest ticaret teorisine göre herkes en iyi yaptığı işi yaparsa serbest ticaretten bütün taraflar karlı çıkmakta. Bu teorinin genelde doğru çalıştığını kabul edebiliriz, ne var ki Çin’in salt büyüklüğü (1.3 milyar nüfus) bu ülkeye ayrı bir özellik katmakta. Bu özelliğin yanı sıra, günümüz dünya ekonomisi serbest ticaret teorisinin zorlandığı bir dönemde. Bugünkü gibi dünya ticaret hacminin genişlemediği ve ekonomik büyümenin gerçekleşmediği ortamlarda serbest ticaret teorileri çarpıklık yaratmakta. Son bir yıl içinde dünyada fiyatlar ve karlar baskı altında. Firmalar zorlanmakta. Bu tür ortamlarda, teoride düşük maliyetle üretim yapan firmaların hayatta kalması diğer firmaların yok olması gerekir. Buna benzer bir yaklaşım ülkeler için de geçerli olabilmekte. İşte bu noktada Çin enteresan bir rol oynamakta ve Çin’in diğer ülkelerin aleyhine yatırım ve işyeri kapması gündeme gelmekte.
Düşen fiyatların karları erittiği bir ortamda şirketler çalışanları işten çıkartmaya başlarlarsa ciddi ciddi deflasyon etkisi ile karşı karşıya kalabiliriz. Şirketlerin ve tüketicilerin harcamaları kısmaları talep eksikliğine yol açarak üretimi yavaşlatabilir. Ekonomi deflasyon sarmalına girebilir. Deflasyonun tıpkı enflasyonda olduğu gibi kendi kendini besleyen bir süreç olduğunu unutmamak gerekir. Genelde enflasyonla yaşayan bizler fiyatların düşmesini memnunlukla karşılarken aşırı fiyat düşmesinin yıkıcı rolünü unutmamak gerekir. Son 5 yılda Asya’da üretilen malların fiyatı yüzde 20 düştü. Eğer Asya ülkeleri yurt dışında kazandıkları dövizleri yine yurt dışında harcasalar serbest ticaret herkesin işine yarayacak. Ancak Japonya’nın öncülük ettiği ‘Asya tipi tasarruf’ nedeni ile Asya ülkeleri sürekli ticaret fazlası vermekte. Japonya’nın 500 milyar dolara yakın, Çin’in 260 milyar dolar, G. Kore’nin 120 milyar dolar ticaret fazlası bulunmakta. Dünya ticaretinin tıkırında işlemesi ve faydalı olması için Asya ülkelerinin ticaret fazlasını eritmeleri gerekmekte. Örneğin Çin’in milli parası renminbi’yi revalüe edip (değerini artırarak) ihraç mallarını pahalılaştırması, ithal mallarını ucuzlaştırması gerekmekte. Çin bunların aksine ihracat yolu ile büyümeyi tercih edip fiyat kırarak toplayabileceği en fazla yabancı sermayenin peşinde koşmakta. Elimde global rakamlar yok ama Amerika-Meksika sınırında ABD piyasası için üretim yapan fabrikaların kapanıp Çin’e taşındığını haber veren sayısız gazete haberi okudum.
Değerli okurlar Asya ülkelerinin ‘hep-bana, hep-bana’ psikolijisi ile yürüttüğü ekonomik politikalar dünyada ciddi bir deflasyon riski yaratmakta.
Geçtiğimiz günler içinde Çin Komünist partisi yumuşak bir geçişle yeni liderini seçti.Yeni lider Hu Jintao işadamı kökenli ve pratik çözümler arayışında olan bir kimse. Yaşı klasik komünist liderlere göre çok genç. 21.yüzyılın en önemli olgularından birisi Çin’in ülke olarak nasıl bir evrimden geçeceği. Eğer Çin kendi ekonomisini dünyaya kapalı tutup sadece ihraç yolu ile zenginleşmeye devam ederse, şimdi içinde bulunulan deflasyonist ortamlarda dünya ekonomisine ayak bağı olur. Çin gibi devasa bir ülke Türkiye gibi ihracat ve yabancı sermaye peşinde koşan bir çok ülkenin potansiyel kaynaklarını silip süpürür. Eğer bütün bunları komünist parti organizasyonu içinde gerçekleştirirse, Çin’e dünyanın kaynaklarını emen kızıl elektrik süpürgesi demekten başka bir şey elimizden gelmeyecek.