“Kabe’nin etrafına dikilen gökdelenler hangi medeniyetin mimari anlayışını sergilemektedir? Bu anlayışın kutsal topraklarımızı dahi esir aldığını ve kirlettiğini neden görmüyoruz?” Abdülbaki Erdoğmuş, İslamsız Müslümanlık, s. 104
Müslüman çoğunlukların yaşadığı ülkeler sosyal, ekonomik ve siyasal göstergeler açısından bugün Batılı ülkelerin o denli gerisinde ki, kıyaslamalar artık neredeyse anlamsız. Müslüman ülkeler şimdi dünya ortalamasının dahi büyük ölçüde gerisinde.
Dünya Bankası verilerine göre, dünyada kişi başına düşen gelir 10.900 dolar (2020). Petrol zengini Arap dünyasında 5,600 dolar, dünya ortalamasının yaklaşık yarısı.
Arap olmayan Müslüman ülkelerin durumu daha vahim. Toplam nüfusu bir milyara yakın Arap olmayan en büyük beş Müslüman ülkede kişi başı gelir 2400 dolar, dünya ortalamasının dörtte biri bile değil.
Otoriter rejimlerin yaygınlığı, kişi hak ve özgürlükleri, yolsuzluklar, bağımsız hukuk düzeni, bilime katkı veya başka hangi ölçütü esas alırsanız alın Müslüman ülkelerin durumu yürekler acısı.
Müslüman ülkeler arasında biraz daha iyi verilere sahip Türkiye’de dahi, başta ekonomi ve hukuk düzeni, hemen tüm göstergeler dünya ortalamasının altında. Daha önce sakladığı Siyasal İslamcı yüzünü son on yıldır ortaya çıkaran AKP iktidarında daha da kötüye gidiyor. Yaşadığı çok yönlü derin krizden nasıl çıkacak, henüz belli değil.
Müslüman ülkelerin başarısızlığı ve din arasında nasıl bir ilişki olabilir? Umut verici bir husus, araştırmacılarımızın bu sorunsalı ele alan çalışmalarda son yıllarda dikkat çekici bir artış var.
Ahmet Kuru 2019’da yayınlanan “İslam, Otoriterlik ve Azgelişmişlik: Küresel ve Tarihsel Bir Kıyaslama” adlı kitabında bu soruya cevap arıyor.
Müslüman ülkelerin 8. ve 12. yüzyıllar arasında pek çok alanda Batılı ülkelerin ilerisinde olduğunu vurgulayan Kuru, sorunun İslam’dan değil 11. yüzyıldan itibaren adım adım ortaya çıkan Devlet-Ulema ittifakından kaynaklandığını ayrıntılı tarihi süreç içinde anlatıyor. Bu ittifak, erken İslam dönemindeki bağımsız konumundan farklı olarak, ulemanın siyasal iktidarların vesayeti altına girmesi ve devletin siyasi tercihleri yönünde din yorumlarının egemen olması sonucunu doğurdu.
Mustafa Akyol’un 2021’de yayınlanan “Müslüman Zihnini Yeniden Açmak – Akla, Özgürlüğe ve Hoşgörüye Dönüş” başlıklı kitabı aynı sorunsalı inceliyor.
Akyol, İslam uygarlığının bir zamanlar dünyada en önde olduğunu Müslümanların gururla hatırladığını, ama çok azının hâlâ süren İslam dünyasının büyük krizi hakkında etkili açıklamalar getirebildiğine işaret eder.
Kelam, fıkıh, ahlak ve İslam ilahiyatının tarihi süreç içindeki değişimin anlatan Akyol’a göre çözüm, politik amaçlar nedeniyle sapılan dogmatizm yolunu terk etmekten ve İslam uygarlığını bir zamanlar başarılı kılan özgürlük, hoşgörü, akıl gibi evrensel değerlere geri dönmekten geçiyor.
Amerika’da yaşayan iki akademisyen Kuru ve Akyol’un pek çok dile çevrilen kitapları ne yazık ki henüz Türkçe okurlarla buluşabilmiş değil.
Uzun süredir Amerika’da yaşayan ve İslam ülkeleri ekonomisi alanında önde gelen uzmanlardan Timur Kuran’ın 2010’da yayınlanmış önemli çalışması “Yollar Ayrılırken: Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü” adıyla 2018’de Türkçe yayınlandı.
Kuran’a göre Ortadoğu İslam ülkelerinin iktisadi az gelişmişliğinin nedeni sömürgecilik veya İslam’ın kapitalizmle uyuşmazlığı değil, İslami hukuk uygulamalarının modern ekonominin en hayati unsurları özel sermaye birikimi, şirketler, büyük üretim birimleri gibi oluşumları engellemesi.
* * *
İslam dünyasının sorunlarını irdeleyen son dikkat çekici çalışma, medyadaki üretken yayınlarından tanıdığımız ilahiyatçı ve siyasetçi Abdülbaki Erdoğmuş’un geçen ay çıkan “İslamsız Müslümanlık” kitabı oldu.
Erdoğmuş, Müslüman dünyanın yaşadığı derin sorunları çarpıcı ifadelerle anlatıyor, büyük krizin nedenlerine işaret ediyor ve çözüm yolları öneriyor.
Bugün Müslüman ülkeler Peygamber’e inmiş adalet, rahmet ve akıl üstüne kurulu evrensel bir din olan İslam’ı değil, tarihi gelişmeler sonunda iktidara gelen seçkinlerin çıkarlarına hizmet amacıyla yeniden yorumlanmış bir dini yaşıyor; Erdoğmuş buna ‘Müslümanlık’ diyor.
Bir başka ifadeyle Müslümanlık, tarih içinde ortaya çıkan reel dinin adı. Ama o artık Allah’ın dini İslam’dan farklıdır. “Zaman içinde öyle garip ‘İslam’lar ortaya çıkmıştır ki, İslam dininin özü ve asıl mesajı arada kaybolmuştur” (s.15). “İslamsız Müslümanlık” işte bunun adıdır.
Ancak Erdoğmuş bağnazlık ve fanatizm tuzağına düşmüyor; İslamsız Müslümanlığı yaşayanları tekfir etmiyor, din dışına çıkmakla, inkarcılık veya inançsızlıkla suçlamıyor. Onları da “bir çeşit Müslümanlık” olarak görüyor: “Ancak bu, asla İslam değildir” (s.13).
Erdoğmuş sık sık İslam’ın evrensel niteliğini vurguluyor: Kuran “İslam ve kainat kitabıdır” (s.22). Öyleyse evrensel geçerli değerler üzerine oturmalıdır.
Önemli bir başka husus, evet, emperyalist devletlerin sömürü araçlarından biri “savaş ve terör” politikalarıdır. Müslüman dünya bundan bolca payını almıştır. Ama Müslümanlar kendi iç sorunlarını dış etkenlere bağlama kolaycılığına kaçmamalıdır: “Öncelikle aynayı kendi yüzümüze tutmalı ve kendimizle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz” (s.55).
İslamsız Müslümanlık ne zaman ortaya çıktı? Müslüman toplumu kim yönetecek çekişmesi Peygamber’in vefatından hemen sonra başladı, tartışmalar Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden sonra adım adım derinleşti, yaygınlaştı, iç savaşlara dönüştü ve ayrışmalar tarih boyunca devam etti. Hepsinin üstü dini kılıflarla örtülerek sorgulamadan uzak tutuldu. Halbuki söz konusu olan dünyevi ve siyasi bir rekabetti. Hz. Ebubekir’den sonra gelen üç halifeden hiç birinin yatağında eceliyle ölmediğini biliyoruz.
Süreç içinde en sarsıcı ve kalıcı izler bırakan çatışma, Emmevi lideri Yezid’e bağlı ordunun Peygamber’in torunu Hüseyin b. Ali’yi ve ona bağlı küçük birliğin tamamını Kerbela’da katledilmesi oldu.
Tarih boyunca yaşanan kanlı iktidar kavgalarını ve ayrışmaları meşru kılmak için kullanılan gerekçelerin başında dini yorumlar geliyordu; böylece İslam’dan uzak ve “tarihten çıkan” bir Müslümanlık kök saldı.
Erdoğmuş’a göre tarihten çıkan Müslümanlık siyasal mücadelelere göre şekillenirken militarizm, fetihçilik, bağnazlık, fanatizm, din ve vicdan hürriyetinden uzaklaşma, aşiretçilik, milliyetçilik, vs. gibi nitelikler taşır hale geldi. Siyasetin veya değişik dar çıkarların aleti ve aracına dönüştü. Kitabın ikinci bölümünde tarih boyunca yaşanan o dönüşüm bol örnekler ve çarpıcı ifadelerle anlatılıyor.
Mesela Peygamber ”bir kez dahi saldırı savaşı yapmadığı halde… İslam, kılıç kuşanmış cihatçı, fetihçi, savaşçı, akıncı ve militarist bir anlayışa dönüştü… Kuran’da Hudeybiye Anlaşması için gelen sureye ‘fetih’ denilmiştir. Hiçbir savaşa veya savaş ile elde edilmiş zafere ‘fetih’ denilmemiştir… Yaşamı boyunca tek bir insana tokat dahi atmamış, küfür ve hakaret etmemiş yüce ahlak ve merhamet sahibi bir peygamberi ‘kılıç kuşanmış’ devamlı hazır bekleyen, fetih hareketleri düzenleyen, cepheden cepheye koşan bir ordu komutanı, bir devlet başkanı olarak tanımlamak nasıl bir iman ve ruh halidir?” (s.86-88).
“İrtidat nedeniyle bir insanın öldürülmesi hükmü Kuran’ın hiçbir ayetinde geçmemektedir ve bu konuda Peygamber’in hiçbir uygulaması olmamıştır… Ne yazık ki… İslam’ın bir hükmü olarak ‘mürtedin/irtidat edenin (dinden dönenin) katli vaciptir’ inanç ve uygulamaları geçerliliğini korumaktadır… Günümüzde aynı gerekçelerle yani ‘tekfir’ veya ‘irtidat’ gerekçesiyle binlerce Müslüman katledilmektedir” (s.95).
Bugün geldiğimiz yerde Müslüman ülkeler açısından sonuç, çok yönlü hüsran ve İŞİD’le beraber anılan bir İslam’dır.
Erdoğmuş’un önerdiği çıkış yolu İslam’ın akıl, bilgi, ahlak, hikmet, hak, hukuk gibi evrensel değerlerine dönüşünü sağlayacak büyük yüzleşmeden geçiyor. Sorun İslam’da değil Müslümanlardan kaynaklanıyor.
“Doğu’nun, özellikle Müslüman dünyasının bir değişime ve aydınlanmaya ihtiyacı olduğu çok açıktır… Biz Müslümanlar bilmeliyiz ki, ruhlarımızı, aklımızı özgürleştirmedikçe dindarlığımız sahte kalacaktır… İslam’ın muhatabı kainatla uyumlu, akleden, tefekkür eden, irade sahibi özgür insandır” (s.106-121).
Okurken önemli bulduğum yerlerin altını çizer, yan tarafına not düşerim. Erdoğmuş’un kitabını okurken neredeyse her sayfasında bol bol altını çizdiğim pasajlar oldu. Kitap, Türkiye ve dünyayı daha iyi anlayabilmek açısından ufuk açıcı bir katkı oluşturuyor. Tasavvuf, Diyanet’in ve din adamlarımızın durumu gibi yer veremediğimiz diğer tartışmaları umarım okurlarımız kendileri keşfeder.
Ahmet Kuru, Mustafa Akyol, Timur Kuran ve Abdulbaki Erdoğmuş’un dört değerli çalışması ortak bir zemine oturuyor. Dördü de farklı perspektiflerden İslam dünyasının yaşadığı derin krizi irdeliyor.
Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu zor durumdan çıkış ancak kendi gayretleriyle mümkün. İlk adım sorunlarının kaynağını doğru teşhis etmekten geçiyor.
Geriden gelen Batı’nın İslam dünyasını nasıl sadece birkaç yüzyıl içinde açık ara geride bıraktığını biliyoruz. Batının güçlenmesinin görünen nedeni Bilimsel Devrimler ve onu izleyen Sanayi Devrimi oldu.
Ama bu dönüşümler Aydınlanma adı verilen daha büyük bir devrimin ürünleri idi. 1600’lerde ve 1700’lerde yaşanan Aydınlanma karmaşık felsefi süreçler ve değerler üzerine kuruludur. O nedenle değişik tanımları yapılabilir veya farklı yönleri vurgulanabilir.
Ama Aydınlanma temelde, aklın her türlü dış otoritenin baskısından kurtularak özgürleşmesidir.
Aklın özgür kalmasıyla insanın yaratıcı gücünü bağlayan zincirler çözüldü, insanlık tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir bilgi üretimi ve ivmesi sürekli artan değişim süreci başladı.
Aklın özgürleşmesiyle her türlü otoriteden kuşku duymak, körü körüne itaat yerine sorgulamak, görüş ayrılıklarına karşı hoşgörü gibi evrensel değerler üzerine kurulu yeni bir kültür doğdu.
Bu sadece bilim ve sanayide değil; siyaset felsefesi, ahlak, ekonomi, kurumlar, yönetim dahil topyekun bir dönüşüm süreciydi. Batı’daki büyük değişimi İslam dünyası içinde ilk hissedenlerden biri biz olduk, Osmanlılar oldu.
İslam ülkeleri şimdi çetin bir meydan okumayla karşı karşıya. Çünkü yaşadıkları krizi aşabilmek için artık 400 yıl, 500 yıl daha zaman yok. İvmesi tırmanan bir değişim süreciyle karşı karşıyayız. Gelecek 100 yılda yaşanacak değişim, geçmiş 500 yılda yaşanandan çok daha büyük ve dönüştürücü olacak.
Konuştuğumuz konu önemli. İşin şakası yok. Baş döndürücü değişime ayak uyduramayanlar Batı veya Doğu’daki başka güçlerin yeni sömürgeleri olabilir, helak olmak dahil her felaketi yaşayabilirler.
">“Kabe’nin etrafına dikilen gökdelenler hangi medeniyetin mimari anlayışını sergilemektedir? Bu anlayışın kutsal topraklarımızı dahi esir aldığını ve kirlettiğini neden görmüyoruz?” Abdülbaki Erdoğmuş, İslamsız Müslümanlık, s. 104
Müslüman çoğunlukların yaşadığı ülkeler sosyal, ekonomik ve siyasal göstergeler açısından bugün Batılı ülkelerin o denli gerisinde ki, kıyaslamalar artık neredeyse anlamsız. Müslüman ülkeler şimdi dünya ortalamasının dahi büyük ölçüde gerisinde.
Dünya Bankası verilerine göre, dünyada kişi başına düşen gelir 10.900 dolar (2020). Petrol zengini Arap dünyasında 5,600 dolar, dünya ortalamasının yaklaşık yarısı.
Arap olmayan Müslüman ülkelerin durumu daha vahim. Toplam nüfusu bir milyara yakın Arap olmayan en büyük beş Müslüman ülkede kişi başı gelir 2400 dolar, dünya ortalamasının dörtte biri bile değil.
Otoriter rejimlerin yaygınlığı, kişi hak ve özgürlükleri, yolsuzluklar, bağımsız hukuk düzeni, bilime katkı veya başka hangi ölçütü esas alırsanız alın Müslüman ülkelerin durumu yürekler acısı.
Müslüman ülkeler arasında biraz daha iyi verilere sahip Türkiye’de dahi, başta ekonomi ve hukuk düzeni, hemen tüm göstergeler dünya ortalamasının altında. Daha önce sakladığı Siyasal İslamcı yüzünü son on yıldır ortaya çıkaran AKP iktidarında daha da kötüye gidiyor. Yaşadığı çok yönlü derin krizden nasıl çıkacak, henüz belli değil.
Müslüman ülkelerin başarısızlığı ve din arasında nasıl bir ilişki olabilir? Umut verici bir husus, araştırmacılarımızın bu sorunsalı ele alan çalışmalarda son yıllarda dikkat çekici bir artış var.
Ahmet Kuru 2019’da yayınlanan “İslam, Otoriterlik ve Azgelişmişlik: Küresel ve Tarihsel Bir Kıyaslama” adlı kitabında bu soruya cevap arıyor.
Müslüman ülkelerin 8. ve 12. yüzyıllar arasında pek çok alanda Batılı ülkelerin ilerisinde olduğunu vurgulayan Kuru, sorunun İslam’dan değil 11. yüzyıldan itibaren adım adım ortaya çıkan Devlet-Ulema ittifakından kaynaklandığını ayrıntılı tarihi süreç içinde anlatıyor. Bu ittifak, erken İslam dönemindeki bağımsız konumundan farklı olarak, ulemanın siyasal iktidarların vesayeti altına girmesi ve devletin siyasi tercihleri yönünde din yorumlarının egemen olması sonucunu doğurdu.
Mustafa Akyol’un 2021’de yayınlanan “Müslüman Zihnini Yeniden Açmak – Akla, Özgürlüğe ve Hoşgörüye Dönüş” başlıklı kitabı aynı sorunsalı inceliyor.
Akyol, İslam uygarlığının bir zamanlar dünyada en önde olduğunu Müslümanların gururla hatırladığını, ama çok azının hâlâ süren İslam dünyasının büyük krizi hakkında etkili açıklamalar getirebildiğine işaret eder.
Kelam, fıkıh, ahlak ve İslam ilahiyatının tarihi süreç içindeki değişimin anlatan Akyol’a göre çözüm, politik amaçlar nedeniyle sapılan dogmatizm yolunu terk etmekten ve İslam uygarlığını bir zamanlar başarılı kılan özgürlük, hoşgörü, akıl gibi evrensel değerlere geri dönmekten geçiyor.
Amerika’da yaşayan iki akademisyen Kuru ve Akyol’un pek çok dile çevrilen kitapları ne yazık ki henüz Türkçe okurlarla buluşabilmiş değil.
Uzun süredir Amerika’da yaşayan ve İslam ülkeleri ekonomisi alanında önde gelen uzmanlardan Timur Kuran’ın 2010’da yayınlanmış önemli çalışması “Yollar Ayrılırken: Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü” adıyla 2018’de Türkçe yayınlandı.
Kuran’a göre Ortadoğu İslam ülkelerinin iktisadi az gelişmişliğinin nedeni sömürgecilik veya İslam’ın kapitalizmle uyuşmazlığı değil, İslami hukuk uygulamalarının modern ekonominin en hayati unsurları özel sermaye birikimi, şirketler, büyük üretim birimleri gibi oluşumları engellemesi.
* * *
İslam dünyasının sorunlarını irdeleyen son dikkat çekici çalışma, medyadaki üretken yayınlarından tanıdığımız ilahiyatçı ve siyasetçi Abdülbaki Erdoğmuş’un geçen ay çıkan “İslamsız Müslümanlık” kitabı oldu.
Erdoğmuş, Müslüman dünyanın yaşadığı derin sorunları çarpıcı ifadelerle anlatıyor, büyük krizin nedenlerine işaret ediyor ve çözüm yolları öneriyor.
Bugün Müslüman ülkeler Peygamber’e inmiş adalet, rahmet ve akıl üstüne kurulu evrensel bir din olan İslam’ı değil, tarihi gelişmeler sonunda iktidara gelen seçkinlerin çıkarlarına hizmet amacıyla yeniden yorumlanmış bir dini yaşıyor; Erdoğmuş buna ‘Müslümanlık’ diyor.
Bir başka ifadeyle Müslümanlık, tarih içinde ortaya çıkan reel dinin adı. Ama o artık Allah’ın dini İslam’dan farklıdır. “Zaman içinde öyle garip ‘İslam’lar ortaya çıkmıştır ki, İslam dininin özü ve asıl mesajı arada kaybolmuştur” (s.15). “İslamsız Müslümanlık” işte bunun adıdır.
Ancak Erdoğmuş bağnazlık ve fanatizm tuzağına düşmüyor; İslamsız Müslümanlığı yaşayanları tekfir etmiyor, din dışına çıkmakla, inkarcılık veya inançsızlıkla suçlamıyor. Onları da “bir çeşit Müslümanlık” olarak görüyor: “Ancak bu, asla İslam değildir” (s.13).
Erdoğmuş sık sık İslam’ın evrensel niteliğini vurguluyor: Kuran “İslam ve kainat kitabıdır” (s.22). Öyleyse evrensel geçerli değerler üzerine oturmalıdır.
Önemli bir başka husus, evet, emperyalist devletlerin sömürü araçlarından biri “savaş ve terör” politikalarıdır. Müslüman dünya bundan bolca payını almıştır. Ama Müslümanlar kendi iç sorunlarını dış etkenlere bağlama kolaycılığına kaçmamalıdır: “Öncelikle aynayı kendi yüzümüze tutmalı ve kendimizle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz” (s.55).
İslamsız Müslümanlık ne zaman ortaya çıktı? Müslüman toplumu kim yönetecek çekişmesi Peygamber’in vefatından hemen sonra başladı, tartışmalar Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden sonra adım adım derinleşti, yaygınlaştı, iç savaşlara dönüştü ve ayrışmalar tarih boyunca devam etti. Hepsinin üstü dini kılıflarla örtülerek sorgulamadan uzak tutuldu. Halbuki söz konusu olan dünyevi ve siyasi bir rekabetti. Hz. Ebubekir’den sonra gelen üç halifeden hiç birinin yatağında eceliyle ölmediğini biliyoruz.
Süreç içinde en sarsıcı ve kalıcı izler bırakan çatışma, Emmevi lideri Yezid’e bağlı ordunun Peygamber’in torunu Hüseyin b. Ali’yi ve ona bağlı küçük birliğin tamamını Kerbela’da katledilmesi oldu.
Tarih boyunca yaşanan kanlı iktidar kavgalarını ve ayrışmaları meşru kılmak için kullanılan gerekçelerin başında dini yorumlar geliyordu; böylece İslam’dan uzak ve “tarihten çıkan” bir Müslümanlık kök saldı.
Erdoğmuş’a göre tarihten çıkan Müslümanlık siyasal mücadelelere göre şekillenirken militarizm, fetihçilik, bağnazlık, fanatizm, din ve vicdan hürriyetinden uzaklaşma, aşiretçilik, milliyetçilik, vs. gibi nitelikler taşır hale geldi. Siyasetin veya değişik dar çıkarların aleti ve aracına dönüştü. Kitabın ikinci bölümünde tarih boyunca yaşanan o dönüşüm bol örnekler ve çarpıcı ifadelerle anlatılıyor.
Mesela Peygamber ”bir kez dahi saldırı savaşı yapmadığı halde… İslam, kılıç kuşanmış cihatçı, fetihçi, savaşçı, akıncı ve militarist bir anlayışa dönüştü… Kuran’da Hudeybiye Anlaşması için gelen sureye ‘fetih’ denilmiştir. Hiçbir savaşa veya savaş ile elde edilmiş zafere ‘fetih’ denilmemiştir… Yaşamı boyunca tek bir insana tokat dahi atmamış, küfür ve hakaret etmemiş yüce ahlak ve merhamet sahibi bir peygamberi ‘kılıç kuşanmış’ devamlı hazır bekleyen, fetih hareketleri düzenleyen, cepheden cepheye koşan bir ordu komutanı, bir devlet başkanı olarak tanımlamak nasıl bir iman ve ruh halidir?” (s.86-88).
“İrtidat nedeniyle bir insanın öldürülmesi hükmü Kuran’ın hiçbir ayetinde geçmemektedir ve bu konuda Peygamber’in hiçbir uygulaması olmamıştır… Ne yazık ki… İslam’ın bir hükmü olarak ‘mürtedin/irtidat edenin (dinden dönenin) katli vaciptir’ inanç ve uygulamaları geçerliliğini korumaktadır… Günümüzde aynı gerekçelerle yani ‘tekfir’ veya ‘irtidat’ gerekçesiyle binlerce Müslüman katledilmektedir” (s.95).
Bugün geldiğimiz yerde Müslüman ülkeler açısından sonuç, çok yönlü hüsran ve İŞİD’le beraber anılan bir İslam’dır.
Erdoğmuş’un önerdiği çıkış yolu İslam’ın akıl, bilgi, ahlak, hikmet, hak, hukuk gibi evrensel değerlerine dönüşünü sağlayacak büyük yüzleşmeden geçiyor. Sorun İslam’da değil Müslümanlardan kaynaklanıyor.
“Doğu’nun, özellikle Müslüman dünyasının bir değişime ve aydınlanmaya ihtiyacı olduğu çok açıktır… Biz Müslümanlar bilmeliyiz ki, ruhlarımızı, aklımızı özgürleştirmedikçe dindarlığımız sahte kalacaktır… İslam’ın muhatabı kainatla uyumlu, akleden, tefekkür eden, irade sahibi özgür insandır” (s.106-121).
Okurken önemli bulduğum yerlerin altını çizer, yan tarafına not düşerim. Erdoğmuş’un kitabını okurken neredeyse her sayfasında bol bol altını çizdiğim pasajlar oldu. Kitap, Türkiye ve dünyayı daha iyi anlayabilmek açısından ufuk açıcı bir katkı oluşturuyor. Tasavvuf, Diyanet’in ve din adamlarımızın durumu gibi yer veremediğimiz diğer tartışmaları umarım okurlarımız kendileri keşfeder.
Ahmet Kuru, Mustafa Akyol, Timur Kuran ve Abdulbaki Erdoğmuş’un dört değerli çalışması ortak bir zemine oturuyor. Dördü de farklı perspektiflerden İslam dünyasının yaşadığı derin krizi irdeliyor.
Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu zor durumdan çıkış ancak kendi gayretleriyle mümkün. İlk adım sorunlarının kaynağını doğru teşhis etmekten geçiyor.
Geriden gelen Batı’nın İslam dünyasını nasıl sadece birkaç yüzyıl içinde açık ara geride bıraktığını biliyoruz. Batının güçlenmesinin görünen nedeni Bilimsel Devrimler ve onu izleyen Sanayi Devrimi oldu.
Ama bu dönüşümler Aydınlanma adı verilen daha büyük bir devrimin ürünleri idi. 1600’lerde ve 1700’lerde yaşanan Aydınlanma karmaşık felsefi süreçler ve değerler üzerine kuruludur. O nedenle değişik tanımları yapılabilir veya farklı yönleri vurgulanabilir.
Ama Aydınlanma temelde, aklın her türlü dış otoritenin baskısından kurtularak özgürleşmesidir.
Aklın özgür kalmasıyla insanın yaratıcı gücünü bağlayan zincirler çözüldü, insanlık tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir bilgi üretimi ve ivmesi sürekli artan değişim süreci başladı.
Aklın özgürleşmesiyle her türlü otoriteden kuşku duymak, körü körüne itaat yerine sorgulamak, görüş ayrılıklarına karşı hoşgörü gibi evrensel değerler üzerine kurulu yeni bir kültür doğdu.
Bu sadece bilim ve sanayide değil; siyaset felsefesi, ahlak, ekonomi, kurumlar, yönetim dahil topyekun bir dönüşüm süreciydi. Batı’daki büyük değişimi İslam dünyası içinde ilk hissedenlerden biri biz olduk, Osmanlılar oldu.
İslam ülkeleri şimdi çetin bir meydan okumayla karşı karşıya. Çünkü yaşadıkları krizi aşabilmek için artık 400 yıl, 500 yıl daha zaman yok. İvmesi tırmanan bir değişim süreciyle karşı karşıyayız. Gelecek 100 yılda yaşanacak değişim, geçmiş 500 yılda yaşanandan çok daha büyük ve dönüştürücü olacak.
Konuştuğumuz konu önemli. İşin şakası yok. Baş döndürücü değişime ayak uyduramayanlar Batı veya Doğu’daki başka güçlerin yeni sömürgeleri olabilir, helak olmak dahil her felaketi yaşayabilirler.