Açlıktan sonra ve de yoksulluk durağından önceki ilk büyük insanlık sorunu; işsizliktir.
Bu Dünya’da da böyledir, Türkiye’de de öyledir… Yönetimlerin / siyasetin ilk ödevi; bu sorunu olabildiğince çözmektir.
Ve, siyaset, “adamına iş bulmaktan”, “vatandaşına iş yaratmak” kıvamına geçmelidir.
İstihdamın yapısı, niteliği ve niceliği ise, soruna bütünsel, planlı yaklaşımlar gerektiriyor..
****
Çalışan / emekli paydaşlığında açıkları en aza indirilen bir sosyal güvenlik sisteminin dolaylı, prim kesintileri ve vergi yükünün örselemediği yatırımcılığın doğrudan katkılarıyla, yeni iş alanları sağlamak zorundayız.
Bu amaçla, eğitim ile endüstrinin bağı sıkılaştırılmalı; organize sanayi bölgeleri, teknokentler, küçük ve orta ölçekli girişimcilik güçlendirilmeli; doğrudan yabancı yatırımlar ve serbest bölgeler ile kalkınmada öncelikli iller uygulamalarına daha da önem verilmelidir.
O arada bilgi teknolojisinin açtığı yeni alanlardan yürünebilmeli, yerel yönetimlerin katkılarıyla mikro krediler yaygınlaştırılmalı, dahası, “yüksek faizli kredi sarmalı”, örneğin, Ziraat ve Halk bankalarının çiftçi ve esnafa yönelik desteğiyle bir ölçüde aşılabilmelidir.
****
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” demek: üçüncü ülkelerle ticareti sınırlayan ya da aşina olunan pazarlarda kota koyan yaklaşımları kanıksayıp, TEKEL’den Şeker’e, fabrikaları pazarlamak, önünde sonunda büyümeyi tüketime, ithalatı ara mallarına yaslamak; varlıklar ve sermaye birikimi üzerinden yatırıma dönüşleri örselemektir.
Oysa, sosyal Pazar ekonomisi referansıyla baktığımızda, gelir dağılımı dengesizliği ve bölgeler arası eşitsizlik: çalışma yaşamı, birinci derecede kamunun sorumluğunda görünür. Tarım, sanayi birbirine feda edilemeyeceği gibi; iç ve dış göç olgusunun dayattığı işsizliği emecek projeler de göz ardı edilemez. O arada haklı zam isteyene de işsiz kartı gösterilemez!
Türkiye, GAP gibi, Konya Ovası, Tekirdağ Ovası benzeri kütlesel yatırımlarını; işsizliğini azaltmak, bu dramatik sorunun daha çok kitleselleşmemesi ve öylelikle kısmen teröre ve yozlaşmaya dönüşmemesi için ele almak zorundadır. “Yatan değil üreten”, borç alan değil iç pazarını doyuran bir ülke olmak gerekir.
****
Başka ülkelerde hatta en zengin yerlerdeki yüzde onluk işsizlik ortalamasıyla avunmak; adam başı “on bin dolar gelire” çıkmak hedefimizle çelişir. Hem o hedefe yaklaşmak hem de insancıl bir çalışma ve emeklilik koşullarını sağlamak, birincil gündemimiz olmalıdır.
Türkiye gibi genç nüfusa sahip bir ülkede yeni iş alanlarının açılması, mevcut olanların iş yeri ve işçi sağlığı açısından berkitilmesi, teknolojik tevsii, o arada, ücret düzeneğinin hakkaniyete uygun olarak iyileştirilmesi, siyaseti de içine alan ve onu aşan bir büyük sosyal sorumluluktur.
Öte yandan iş gücü piyasası da dahil, sektörel / kurumsal etkinlik ve verimlilik, kayıt dışılığın ‘kaçak işçi’ de dahil tüm formlarının piyasa içinde etkisizleştirilmesini de talep eder. Bu da, telife, girişime, rekabete, emeğe, çevreye saygılı mal dolaşımı adına, yalnız ulusal değil uluslar arası dayanışmayı da çağırır.
****
Bilerek yazıyorum, insanların en üretken çağlarında ve mesleklerinin doruklarında işsiz kalması ya da diplomaların iş pratiğine karşılık gelmemesi, emeklerinin karşılığını alamaması veya daha da acısı yaşama belli bir ücret / gelir karşılığı katılamamasından acı çok az şey vardır.
Asıl utanması gerekenler sistemi yönetenler olsa da, “bu acı” bir süre sonra yerini utanca bırakabilir. Kaldı ki, işsiz kişinin anası, babası ya da eşi yoldaşı da bu yoksunlukları paylaşır. Aile çatırdar, insan, insan olmaktan çıkar! Kişi oy kullansa da özgür olamaz, ev kursa da reisi, paydaşı olamaz, bir bayramı bir düğünü ağız tadıyla yaşayamaz. İş yoksa hayat yoktur da ondan!
Oysa yaşadıkça umut vardır! Ve öyle inanıyorum ki, Türkiye, bu sorununu da çözüm yoluna koyacaktır. Yeter ki istesin!
">
Açlıktan sonra ve de yoksulluk durağından önceki ilk büyük insanlık sorunu; işsizliktir.
Bu Dünya’da da böyledir, Türkiye’de de öyledir… Yönetimlerin / siyasetin ilk ödevi; bu sorunu olabildiğince çözmektir.
Ve, siyaset, “adamına iş bulmaktan”, “vatandaşına iş yaratmak” kıvamına geçmelidir.
İstihdamın yapısı, niteliği ve niceliği ise, soruna bütünsel, planlı yaklaşımlar gerektiriyor..
****
Çalışan / emekli paydaşlığında açıkları en aza indirilen bir sosyal güvenlik sisteminin dolaylı, prim kesintileri ve vergi yükünün örselemediği yatırımcılığın doğrudan katkılarıyla, yeni iş alanları sağlamak zorundayız.
Bu amaçla, eğitim ile endüstrinin bağı sıkılaştırılmalı; organize sanayi bölgeleri, teknokentler, küçük ve orta ölçekli girişimcilik güçlendirilmeli; doğrudan yabancı yatırımlar ve serbest bölgeler ile kalkınmada öncelikli iller uygulamalarına daha da önem verilmelidir.
O arada bilgi teknolojisinin açtığı yeni alanlardan yürünebilmeli, yerel yönetimlerin katkılarıyla mikro krediler yaygınlaştırılmalı, dahası, “yüksek faizli kredi sarmalı”, örneğin, Ziraat ve Halk bankalarının çiftçi ve esnafa yönelik desteğiyle bir ölçüde aşılabilmelidir.
****
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” demek: üçüncü ülkelerle ticareti sınırlayan ya da aşina olunan pazarlarda kota koyan yaklaşımları kanıksayıp, TEKEL’den Şeker’e, fabrikaları pazarlamak, önünde sonunda büyümeyi tüketime, ithalatı ara mallarına yaslamak; varlıklar ve sermaye birikimi üzerinden yatırıma dönüşleri örselemektir.
Oysa, sosyal Pazar ekonomisi referansıyla baktığımızda, gelir dağılımı dengesizliği ve bölgeler arası eşitsizlik: çalışma yaşamı, birinci derecede kamunun sorumluğunda görünür. Tarım, sanayi birbirine feda edilemeyeceği gibi; iç ve dış göç olgusunun dayattığı işsizliği emecek projeler de göz ardı edilemez. O arada haklı zam isteyene de işsiz kartı gösterilemez!
Türkiye, GAP gibi, Konya Ovası, Tekirdağ Ovası benzeri kütlesel yatırımlarını; işsizliğini azaltmak, bu dramatik sorunun daha çok kitleselleşmemesi ve öylelikle kısmen teröre ve yozlaşmaya dönüşmemesi için ele almak zorundadır. “Yatan değil üreten”, borç alan değil iç pazarını doyuran bir ülke olmak gerekir.
****
Başka ülkelerde hatta en zengin yerlerdeki yüzde onluk işsizlik ortalamasıyla avunmak; adam başı “on bin dolar gelire” çıkmak hedefimizle çelişir. Hem o hedefe yaklaşmak hem de insancıl bir çalışma ve emeklilik koşullarını sağlamak, birincil gündemimiz olmalıdır.
Türkiye gibi genç nüfusa sahip bir ülkede yeni iş alanlarının açılması, mevcut olanların iş yeri ve işçi sağlığı açısından berkitilmesi, teknolojik tevsii, o arada, ücret düzeneğinin hakkaniyete uygun olarak iyileştirilmesi, siyaseti de içine alan ve onu aşan bir büyük sosyal sorumluluktur.
Öte yandan iş gücü piyasası da dahil, sektörel / kurumsal etkinlik ve verimlilik, kayıt dışılığın ‘kaçak işçi’ de dahil tüm formlarının piyasa içinde etkisizleştirilmesini de talep eder. Bu da, telife, girişime, rekabete, emeğe, çevreye saygılı mal dolaşımı adına, yalnız ulusal değil uluslar arası dayanışmayı da çağırır.
****
Bilerek yazıyorum, insanların en üretken çağlarında ve mesleklerinin doruklarında işsiz kalması ya da diplomaların iş pratiğine karşılık gelmemesi, emeklerinin karşılığını alamaması veya daha da acısı yaşama belli bir ücret / gelir karşılığı katılamamasından acı çok az şey vardır.
Asıl utanması gerekenler sistemi yönetenler olsa da, “bu acı” bir süre sonra yerini utanca bırakabilir. Kaldı ki, işsiz kişinin anası, babası ya da eşi yoldaşı da bu yoksunlukları paylaşır. Aile çatırdar, insan, insan olmaktan çıkar! Kişi oy kullansa da özgür olamaz, ev kursa da reisi, paydaşı olamaz, bir bayramı bir düğünü ağız tadıyla yaşayamaz. İş yoksa hayat yoktur da ondan!
Oysa yaşadıkça umut vardır! Ve öyle inanıyorum ki, Türkiye, bu sorununu da çözüm yoluna koyacaktır. Yeter ki istesin!