Gezi Davası’nın altıncı duruşmasında Silivri’de iki Türkiye’yi bir arada yaşadık!
Birinci Türkiye, “kanuna aykırı tutum almayın, evrensel kuralları reddetmeyin, adil yargılama yapın” diye ısrar ediyordu…
Ne dediklerini, ne istediklerini çok iyi bilen “sanık avukatları” konuştukça, Köksal Bayraktar’ı, Ayhan Erdoğan’ı, Fikret İlkiz’i, Turgut Kazan’ı, Mehmet Durakoğlu’nu, Emel Akartürk’ü, Hürrem Sönmez’i dinledikçe hukukun, insanla ve vicdanla nasıl iç içe geçtiğini çıplak gözle bile görmek mümkün oluyordu!
Ama “diğer Türkiye”, yani Mahkeme Heyeti ise haykırışa dönen hukuki ve vicdani söylemleri görmek istemiyor, sanki daha önceden hazırlanmış “bildik cümleleri” tekrarlıyordu…
Salonun havasında neredeyse elle bile tutulabilecek bu gerçek karşısında "hukuk yoksa mahkemeler niye var" diye sormamak imkansız hale geliyordu! Çünkü her şey bir yana, bazı kaynaklara göre 3, 5 milyon, bazı kaynaklara göre ise 11-12 milyona kadar çıkan Türkiye siyasal tarihin en kitlesel, en katılımcı ve en uzun soluklu eylemi olan Gezi eylemleri sonuçta “16 sanık” üzerinden sorgulanıyordu!
Yazılması da, okunması da tüyler ürperten “ağırlaştırılmış müebbet hapis” laflarının havalarda uçuştuğu bir ortamda Savcılık iddianamesi de bu iddiaya uygun ağırlıktaydı: 16 kişi "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsten" suçlanıyordu!
Bir yerde 3,5 milyon “eylemci, diğer yanda 16 kişilik bir dava!
Şiddet içeren bir tek delil yok ama neredeyse “kimyasal silah” denilecek gaz maskesi üzerinden “hükümeti ortadan kaldıracak” terör suçlamasının olduğu bir dava!
Avukatlardan kaçırılan, isminin Murat Pabuç mu, Murat Eren mi olduğu bile belli olmayan ama “paranoid kişilik bozukluğu sebebiyle Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde tedavi gördüğü” belli olan ama aslında bir dönem “TKP ilişkisi” de dahil her şeyi bilinen “gizli tanıklı” bir dava!
Ahmet Kaya’nın dediği gibi “nerden baksan tutarsızlık”!
***
Diğer bütün sanıkların tahliye edildiği bir ortamda, AİHM kararına rağmen Osman Kavala’nın ”rehin” gibi tek tutuklu olarak kalması, itirazlara rağmen Ali İsmail Korkmaz’ın katili Mevlut Saldoğan'ın mağdur olarak bu davaya dahil edilmesi, katilin Ali İsmail Korkmaz’a attığı tekmeden dolayı ayak baş parmağını zedelenmesinin "taş ve sopadan yaralanma" olarak gösterilerek “mağduriyet” yaratılması da, davada hukuksuzluğun yanı sıra büyük bir vicdansızlığın örnekleri olarak dava dosyasında yerini alması ise davanın diğer gerçekleriydi!
Bu gerçekler yan yana gelince, sanık avukatları da duruşmanın başından itibaren mahkeme heyetine "size hiç güvenimiz yok, delilsiz suçlamalarınız bir yana, yasaları bile uygulamıyorsunuz, bu davayı siz yönetemezsiniz” diye “rest” çektiler...
Beklendiği gibi mahkeme heyeti bu “resti” dikkate almadı ve “hazırladığını" okudu. Mahkeme heyeti böyle yapınca, avukatlar kararı protesto ederek salonu terk ettiler. İzleyiciler de alkışlarla avukatlar şahsında adalete destek verince, Mahkeme Başkanı izleyicileri salon dışına çıkarttı! “Salon boşalınca” Mahkeme Başkanı sanıkları avukatsız yargılamaya devam etmek istedi. Ancak bu kez de devreye Sezgin Tanrıkulu girdi ve “avukatsız yargılamaya devam edemezsiniz, bu suçtur” dedi! Salonda bulunan diğer iki milletvekili Sera Kadıgil ve Garo Paylan da Tanrıkulu’na destek verince Mahkeme Başkanı bu kez de Tanrıkulu’nu salondan çıkarttı!
CESARETİN BULAŞICILIĞI YAYGINLAŞMALI
Mahkeme salonunda, Ali İsmail Korkmaz’ın annesinin Mahkeme Başkanı’na yönelik olarak “siz bizim acımızı anlamazsınız” söylemi, Avukatların başlattığı cesaretin “bulaşıcı” özelliği ile yan yana gelince, bu cesaret önce “izleyicilerle”, sonra milletvekilleriyle, arkasından da “sanıklarla” bütünleşti…
Osman Kavala, “Tutukluluğumu kaldırın, 3 yıl süren hukuksuzluğa son verin” derken, Can Atalay da, “Esas usule kurban gitmesin. Biz yaptığımız hiçbir şeyi gizlemedik, gizlemeyiz. Gezi’de oradaydık. Milyonlarca insan gibi Gezi’nin öznesiydik. Memleket toprağındadır kökümüz, Bedreddin gibi taşırız yükümüzü” diye noktayı koydu…
Şimdi sıra CHP’de, HDP’de, İYİ Parti’de, ben “iki Türkiye değil, hukukun egemen olduğu tek Türkiye” istiyorum diyenlerde… Silivri’de yapılan duruşmada “bulaşıcı” özelliği bir kez daha ortaya çıkan “cesareti” daha da büyütmek ve hukuksuzluğun zirve yaptığı Gezi Davası’nda hukukun ayak izlerini sürmek için “adalet ve vicdan” diyen bütün milletvekilleri ve toplumsal dinamikler 18 Şubat’ta Gezi Davası avukatlarının arkasına dizilirse, cesaret büyür, hukukun merkezde olduğu başka bir Türkiye şekillenir!
29 Ocak 2020, İstanbul
Necdet Saraç
">
Gezi Davası’nın altıncı duruşmasında Silivri’de iki Türkiye’yi bir arada yaşadık!
Birinci Türkiye, “kanuna aykırı tutum almayın, evrensel kuralları reddetmeyin, adil yargılama yapın” diye ısrar ediyordu…
Ne dediklerini, ne istediklerini çok iyi bilen “sanık avukatları” konuştukça, Köksal Bayraktar’ı, Ayhan Erdoğan’ı, Fikret İlkiz’i, Turgut Kazan’ı, Mehmet Durakoğlu’nu, Emel Akartürk’ü, Hürrem Sönmez’i dinledikçe hukukun, insanla ve vicdanla nasıl iç içe geçtiğini çıplak gözle bile görmek mümkün oluyordu!
Ama “diğer Türkiye”, yani Mahkeme Heyeti ise haykırışa dönen hukuki ve vicdani söylemleri görmek istemiyor, sanki daha önceden hazırlanmış “bildik cümleleri” tekrarlıyordu…
Salonun havasında neredeyse elle bile tutulabilecek bu gerçek karşısında "hukuk yoksa mahkemeler niye var" diye sormamak imkansız hale geliyordu! Çünkü her şey bir yana, bazı kaynaklara göre 3, 5 milyon, bazı kaynaklara göre ise 11-12 milyona kadar çıkan Türkiye siyasal tarihin en kitlesel, en katılımcı ve en uzun soluklu eylemi olan Gezi eylemleri sonuçta “16 sanık” üzerinden sorgulanıyordu!
Yazılması da, okunması da tüyler ürperten “ağırlaştırılmış müebbet hapis” laflarının havalarda uçuştuğu bir ortamda Savcılık iddianamesi de bu iddiaya uygun ağırlıktaydı: 16 kişi "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsten" suçlanıyordu!
Bir yerde 3,5 milyon “eylemci, diğer yanda 16 kişilik bir dava!
Şiddet içeren bir tek delil yok ama neredeyse “kimyasal silah” denilecek gaz maskesi üzerinden “hükümeti ortadan kaldıracak” terör suçlamasının olduğu bir dava!
Avukatlardan kaçırılan, isminin Murat Pabuç mu, Murat Eren mi olduğu bile belli olmayan ama “paranoid kişilik bozukluğu sebebiyle Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nde tedavi gördüğü” belli olan ama aslında bir dönem “TKP ilişkisi” de dahil her şeyi bilinen “gizli tanıklı” bir dava!
Ahmet Kaya’nın dediği gibi “nerden baksan tutarsızlık”!
***
Diğer bütün sanıkların tahliye edildiği bir ortamda, AİHM kararına rağmen Osman Kavala’nın ”rehin” gibi tek tutuklu olarak kalması, itirazlara rağmen Ali İsmail Korkmaz’ın katili Mevlut Saldoğan'ın mağdur olarak bu davaya dahil edilmesi, katilin Ali İsmail Korkmaz’a attığı tekmeden dolayı ayak baş parmağını zedelenmesinin "taş ve sopadan yaralanma" olarak gösterilerek “mağduriyet” yaratılması da, davada hukuksuzluğun yanı sıra büyük bir vicdansızlığın örnekleri olarak dava dosyasında yerini alması ise davanın diğer gerçekleriydi!
Bu gerçekler yan yana gelince, sanık avukatları da duruşmanın başından itibaren mahkeme heyetine "size hiç güvenimiz yok, delilsiz suçlamalarınız bir yana, yasaları bile uygulamıyorsunuz, bu davayı siz yönetemezsiniz” diye “rest” çektiler...
Beklendiği gibi mahkeme heyeti bu “resti” dikkate almadı ve “hazırladığını" okudu. Mahkeme heyeti böyle yapınca, avukatlar kararı protesto ederek salonu terk ettiler. İzleyiciler de alkışlarla avukatlar şahsında adalete destek verince, Mahkeme Başkanı izleyicileri salon dışına çıkarttı! “Salon boşalınca” Mahkeme Başkanı sanıkları avukatsız yargılamaya devam etmek istedi. Ancak bu kez de devreye Sezgin Tanrıkulu girdi ve “avukatsız yargılamaya devam edemezsiniz, bu suçtur” dedi! Salonda bulunan diğer iki milletvekili Sera Kadıgil ve Garo Paylan da Tanrıkulu’na destek verince Mahkeme Başkanı bu kez de Tanrıkulu’nu salondan çıkarttı!
CESARETİN BULAŞICILIĞI YAYGINLAŞMALI
Mahkeme salonunda, Ali İsmail Korkmaz’ın annesinin Mahkeme Başkanı’na yönelik olarak “siz bizim acımızı anlamazsınız” söylemi, Avukatların başlattığı cesaretin “bulaşıcı” özelliği ile yan yana gelince, bu cesaret önce “izleyicilerle”, sonra milletvekilleriyle, arkasından da “sanıklarla” bütünleşti…
Osman Kavala, “Tutukluluğumu kaldırın, 3 yıl süren hukuksuzluğa son verin” derken, Can Atalay da, “Esas usule kurban gitmesin. Biz yaptığımız hiçbir şeyi gizlemedik, gizlemeyiz. Gezi’de oradaydık. Milyonlarca insan gibi Gezi’nin öznesiydik. Memleket toprağındadır kökümüz, Bedreddin gibi taşırız yükümüzü” diye noktayı koydu…
Şimdi sıra CHP’de, HDP’de, İYİ Parti’de, ben “iki Türkiye değil, hukukun egemen olduğu tek Türkiye” istiyorum diyenlerde… Silivri’de yapılan duruşmada “bulaşıcı” özelliği bir kez daha ortaya çıkan “cesareti” daha da büyütmek ve hukuksuzluğun zirve yaptığı Gezi Davası’nda hukukun ayak izlerini sürmek için “adalet ve vicdan” diyen bütün milletvekilleri ve toplumsal dinamikler 18 Şubat’ta Gezi Davası avukatlarının arkasına dizilirse, cesaret büyür, hukukun merkezde olduğu başka bir Türkiye şekillenir!
29 Ocak 2020, İstanbul
Necdet Saraç