Hollanda genel seçimleri, Avrupa’daki aşırı uçtaki politikacıların en aşırılarından Geert Wilders’in büyük zaferiyle sonuçlandı. Bu depremin Hollanda iç siyasetinden olduğu kadar, Avrupa’daki ana akım partilerinin yönetememe krizinden kaynaklanan nedenleri de var.
Kimi gözlemcilerin kabus diye nitelediği Hollanda’daki politik deprem, Avrupa’nın yönetsel krizi nedeniyle 2020’ler ve muhtemelen 2030’lar boyunca şiddetlenerek devam edecek gibi görünüyor.
Ama önce Hollanda seçimleri.
Merkez sağdaki liberal “Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi” (VVD) lideri Mark Rutte, 2010’dan itibaren yapılan dört seçimin hepsini birinci bitirdi, her seferinde koalisyon kurmayı başardı ve “Hollanda’nın en uzun süre görev yapan başbakanı” sıfatını kazandı.
Wilders de daha önce VVD’de siyaset yapıyordu ve o partiden milletvekili seçildi. Ayrılıp 2006’da Özgürlük Partisi’ni (PVV) kurarken en büyük gerekçesi, Türkiye’nin AB üyelik müzakerelere başlamasıydı. Temeli göçmen ve İslam karşıtlığı üzerine kurulu, anlık olarak aklına gelen uçuk kaçık açıklamalara dayalı bir söylem sürdürdü.
Widers’in siyasetinin çekirdeği göçmen karşıtlığı idi; Hollanda sıfır göçmen almalıydı.
O arada Kuran’dan ayetler okudu, muhtevası dışında yorumladı, en sert şekilde eleştirdi. Kuran ve başörtüsü yasaklanmalı, camiler kapatılmalıydı. Yok hayır, Hollanda’daki Müslümanlar Kuran ayetlerinin yarısını yırtıp atmalı, cami sayısı dondurulmalı, başörtüsüne vergi koyulmalıydı. Sık sık Tayyip Erdoğan’a sözlü saldırılarda bulundu, vs.
Diğer konularda zaman içinde değişen açıklamaları da öyleydi. Gelişmekte olan ülkelere yapılan yardım çöpe atılan paraydı, kesilmeliydi. Hollanda AB’den çıkmalıydı. Yok hayır, Avro bölgesinden çıkmalıydı. Hayır, referandum yapılmalıydı. Belçika’da Hollanda dilini konuşan Flamanların yaşadığı bölge Hollanda ile birleşmeliydi. Hindistan tam demokrasi ama Pakistan %100 terör devletiydi, vs.
Kimi Hollandalı yorumcular Wilders’i “çağdaş faşist” olarak niteler. Ama Wilders otoriter devlet, medyanın sansür edilmesi, serbest piyasa ekonomisi karşıtlığı gibi faşizmin başlıca unsurlarını desteklemez.
Onun hakkında belki en cuk oturan tanım, eski parti arkadaşı ve yeni hükümet kurulana dek başbakanlığı devam edecek Rutte’ye ait: “Wilders bir politik piro-manyaktır”.
Piro-manyaklık, anlık aşırı dürtülerini kontrol edememekten kaynaklanan kişilik bozukluğudur (Robin te Slaa, “Is Wilders een fascist?”, 2012, s. 143–146).
Başbakan Rutte, koalisyon içinde çıkan anlaşmazlık nedeniyle 2023’te erken seçim kararı aldı ve parti başkanlığını bırakacağını açıkladı. Yerine, annesi Türk babası Dersimli Kürt olan Adalet Bakanı Dilan Yeşilgöz-Zegerius seçildi.
Yeşilgöz küçük yaşlarda ailesiyle Hollanda’ya göçmüştü. Kampanya döneminin başlarında, Türkiyeli bir göçmen Hollanda’nın yeni Başbakanı olacak gibi görünüyordu.
Ama Yeşilgöz, anlaşılması zor bir nedenle kampanyasının merkezine adeta Widers’le özdeşleşmiş göçmen konusunu yerleştirdi. Kendisi bir göçmen olmasına rağmen, sürekli nasıl göçmen sayısını azaltacağını anlattı, ekonomik sorunları ikinci plana itti.
Ardından, seçimden sonra koalisyon kurabilmek için Wilders’le görüşeceğini ilan etti. Wilders’in konumunun siyaseten meşrulaştırmaya katkı yaptı.
Şimdi bu iki yanlış nedeniyle belki de pişmandır.
Buna karşılık Wilders söylemini yumuşattı. “İslam zaten bizim DNA’mızda mevcut” demeye başladı; belli ki kastettiği İslam düşmanlığı idi ve artık o konuda fazla konuşmasına gerek olmadığını ima ediyordu. Çıktığı her TV programında merkez partilerinin hayat pahalılığı, işsizlik, konut ve sağlık sorunları gibi halkın günlük meselelerini görmediğini ve duymadığını anlattı.
Wilders’in partisi PVV, kendilerinin dahi hayal etmediği bir sonuçla, toplam 150 milletvekili bulunan Meclis’te sandalye sayısını iki mislinden fazla artırdı, 37’ye çıkardı, açık ara birinci parti oldu. Barajsız ve orantılı milletvekili dağıtımına dayalı seçim sistemi nedeniyle meclise 15 partinin girdiği dikkate alınırsa, sonuç gerçekten muazzam başarı. Mesela sadece % 0,7 alan parti bile bir sandalye kazandı.
İktidar partisi VVD’in oyları, Yeşilgöz’ün liderliğinde ilk girdiği seçimde büyük düşüş yaşadı, 24 milletvekili ile 3. olabildi. AB’de üst düzey görevler yapmış Hollanda’nın deneyimli siyasetçisi Frans Timmermans liderliğindeki Yeşil Sol-İşçi Partisi seçim ittifakı, yarışı 25 milletvekiliyle 2. sırada bitirdi.
Uzun sürmesi beklenen koalisyon müzakereleri sonunda herhalde Wilders veya Timmermans yeni başbakan olacak. Wilders açık ara birinci gelmesine rağmen başbakan olamazsa, hakkı yenen siyasetçi olarak daha da güçlenebilir.
Buna karşılık Wilders gibi bir “piro-manyak” Hollanda’nın yeni Başbakan’ı olursa, başta Ukrayna’ya verilen parasal ve askeri destek, pek çok konuda Brüksel’de işler karışacak.
* * *
Pek çok yorumcuya göre Wilders’in zaferine giden yolun döşenmesine Yeşilgöz ciddi katkılar yaptı. Doğru ama elbet tek neden, hatta belki en önemli neden o değil.
Avrupa Birliği’nde aşırı uçtaki radikal partiler hemen her yerde güçleniyor. Bunun sık kullanılan bir adı “popülizm rüzgarı”.
Başlıca neden işsizlik, hayat pahalılığı, refah seviyesinde düşme, sağlık ve eğitim sorunlarında bozulma gibi değişik alanlarda kendini gösteren ekonomik kötüleşme. İktidardaki ana akım merkez partiler iyi yönetemiyor, memnuniyetsizlik yayılıyor.
AB’nin nasıl kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiğini ve zararlı çıkacağını bu sayfalarda defalarca vurguladık. İktidardaki ana akım partiler genellikle, ülkelerinin ve Avrupa’nın çıkarlarına göre değil, ABD’nin politik kararlarına neredeyse koşulsuz boyun eğerek hareket ediyor.
Avrupa’nın ciddi stratejik araştırma kurumu ECFR’nin bir raporuna göre “Avrupa, Ukrayna savaşıyla beraber Washington’a kapılandı, Amerika’nın kapıkuluna (vasal) dönüştü.”
Avrupa’nın çıkarları Ukrayna savaşının başlamamasını, bir kez başladıktan sonra hızla diplomatik çözüme ve barışa odaklanmayı, Rusya’yla ekonomik ilişkileri mümkün olduğu kadar çabuk normalleştirmeyi gerektiriyordu. Tam tersini yaptılar, hâlâ öyle yapmaya devam ediyorlar.
Şimdi Ukrayna, 6 Batı Balkan ülkesi, Moldovya ve Gürcistan acele yoldan AB üyesi yapılacak – kuşkusuz yine Amerika’nın bastırmasıyla.
Balkan ülkeleri için geç kaldılar, Bürüksel’in daha önce harekete geçmesi gerekiyordu. Moldavya ve Gürcistan, kendi sınırları içinde dahi egemenliklerini tesis edememiş iki düşük gelirli ülke; ağır sorunlarına burada giremeyiz.
Ukrayna Ağustos 1991’de bağımsızlık kazandı. O günden bu yana, AB’ye entegre olmasını en erken tarihlerde ve en çok savunanlardan biriyim. Ama böyle değil!
Ukrayna’nın Avrupa entegrasyonu, Rusya ile kavga etmeden ve uzlaşarak olmak zorundaydı. Bu mümkündü, hem de kolaylıkla.
Sınırları belirsiz, bazı uzuvları acı şekilde kopartılıp parçalanmış, insanları anlatılmaz travmalar içinde kıvranarak darmadağın olmuş, 2021 nüfusu 44 milyon, ama şimdi asla bilinmeyen (acaba 33 milyon mu?) bir ülke nasıl AB üyesi olacak?
Üstelik, AB’nin bu yükü tek başına taşıması neredeyse olanaksız!
AB’de ana akım parti iktidarları şu ara öylesine zor durumda ki, pek ala farkında oldukları vahim yanlışlarını kendi kamuoylarından saklamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Filistin kökenli Amerikalı tarihçi Rashid Khalidi’nin benzetmesiyle Sovyetler’in Pravda gazetesine dönüşen Batı medyası, bu konuda hemen hiçbir yardımı esirgemiyor.
Mesela Ukrayna savaşı başladıktan hemen bir ay sonra, Ankara’nın arabuluculuk yaptığı müzakerelerde Ukrayna NATO dışında kalmayı kabul etmiş, Rusya’yla barış sağlanmıştı. Ama ABD araya girdi, savaşa devam için Ukrayna’yı ikna etti. Hiçbir Avrupa ülkesi o barış anlaşmasına omuz vermedi. Şimdi hiçbiri bunu konuşmuyor, hemen hiçbir medya analizinde sözü edilmiyor, üstü örtülüyor.
Mesela, Amerika’nın büyük desteği ve cesaretlendirmesiyle 4 Haziran’da başlayan Ukrayna’nın büyük taarruzu beklenen sonucu vermedi, muazzam asker ve ekipman kayıplarına rağmen anlamlı bir arazi parçası geri alınamadı. NBC News ajansının ay başında geçtiği habere göre, Amerikalı ve Avrupalı yetkililer kapalı kapılar arkasında Ukrayna hükümetine Rusya’yla barış görüşmelerine başlamasını -tabii hangi tavizleri vermesi gerektiğini- fısıldıyor.
Ama Avrupalı hükümetler kendi kamuoylarına bunu anlatmıyor, anlatamıyor; medya Ukrayna’nın bazı mevzi askeri başarılarını sanki hâlâ savaşı kazanabilirmiş gibi veriyor.
Avrupa’daki koşullar, ana akım partilerin gerilemeye, sağ ve sol uçtaki partilerin güçlenmeye devam edeceğini gösteriyor. Uçtaki partiler için esen rüzgar fırtınaya dönüşebilir.
En kritik iki ülke elbet AB’nin iki büyüğü Almanya ve Fransa.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron’un icraatını onaylayanlar ile onaylamayanlar arasındaki makas rekor düzeyde seyrediyor: %40 (veya %29’a karşı %69).
Anayasa gereği Macron üçüncü kez aday olamayacak ama, başarısızlığı elbet merkez siyasetin hanesine yazılacak. Kaderin cilvesi, aşırı sağın adayı Marine Le Pen şimdilik 2027’nin en güçlü adayı gibi görünüyor.
Almanya gelecek yazımızın konusu olacak.
">Hollanda genel seçimleri, Avrupa’daki aşırı uçtaki politikacıların en aşırılarından Geert Wilders’in büyük zaferiyle sonuçlandı. Bu depremin Hollanda iç siyasetinden olduğu kadar, Avrupa’daki ana akım partilerinin yönetememe krizinden kaynaklanan nedenleri de var.
Kimi gözlemcilerin kabus diye nitelediği Hollanda’daki politik deprem, Avrupa’nın yönetsel krizi nedeniyle 2020’ler ve muhtemelen 2030’lar boyunca şiddetlenerek devam edecek gibi görünüyor.
Ama önce Hollanda seçimleri.
Merkez sağdaki liberal “Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi” (VVD) lideri Mark Rutte, 2010’dan itibaren yapılan dört seçimin hepsini birinci bitirdi, her seferinde koalisyon kurmayı başardı ve “Hollanda’nın en uzun süre görev yapan başbakanı” sıfatını kazandı.
Wilders de daha önce VVD’de siyaset yapıyordu ve o partiden milletvekili seçildi. Ayrılıp 2006’da Özgürlük Partisi’ni (PVV) kurarken en büyük gerekçesi, Türkiye’nin AB üyelik müzakerelere başlamasıydı. Temeli göçmen ve İslam karşıtlığı üzerine kurulu, anlık olarak aklına gelen uçuk kaçık açıklamalara dayalı bir söylem sürdürdü.
Widers’in siyasetinin çekirdeği göçmen karşıtlığı idi; Hollanda sıfır göçmen almalıydı.
O arada Kuran’dan ayetler okudu, muhtevası dışında yorumladı, en sert şekilde eleştirdi. Kuran ve başörtüsü yasaklanmalı, camiler kapatılmalıydı. Yok hayır, Hollanda’daki Müslümanlar Kuran ayetlerinin yarısını yırtıp atmalı, cami sayısı dondurulmalı, başörtüsüne vergi koyulmalıydı. Sık sık Tayyip Erdoğan’a sözlü saldırılarda bulundu, vs.
Diğer konularda zaman içinde değişen açıklamaları da öyleydi. Gelişmekte olan ülkelere yapılan yardım çöpe atılan paraydı, kesilmeliydi. Hollanda AB’den çıkmalıydı. Yok hayır, Avro bölgesinden çıkmalıydı. Hayır, referandum yapılmalıydı. Belçika’da Hollanda dilini konuşan Flamanların yaşadığı bölge Hollanda ile birleşmeliydi. Hindistan tam demokrasi ama Pakistan %100 terör devletiydi, vs.
Kimi Hollandalı yorumcular Wilders’i “çağdaş faşist” olarak niteler. Ama Wilders otoriter devlet, medyanın sansür edilmesi, serbest piyasa ekonomisi karşıtlığı gibi faşizmin başlıca unsurlarını desteklemez.
Onun hakkında belki en cuk oturan tanım, eski parti arkadaşı ve yeni hükümet kurulana dek başbakanlığı devam edecek Rutte’ye ait: “Wilders bir politik piro-manyaktır”.
Piro-manyaklık, anlık aşırı dürtülerini kontrol edememekten kaynaklanan kişilik bozukluğudur (Robin te Slaa, “Is Wilders een fascist?”, 2012, s. 143–146).
Başbakan Rutte, koalisyon içinde çıkan anlaşmazlık nedeniyle 2023’te erken seçim kararı aldı ve parti başkanlığını bırakacağını açıkladı. Yerine, annesi Türk babası Dersimli Kürt olan Adalet Bakanı Dilan Yeşilgöz-Zegerius seçildi.
Yeşilgöz küçük yaşlarda ailesiyle Hollanda’ya göçmüştü. Kampanya döneminin başlarında, Türkiyeli bir göçmen Hollanda’nın yeni Başbakanı olacak gibi görünüyordu.
Ama Yeşilgöz, anlaşılması zor bir nedenle kampanyasının merkezine adeta Widers’le özdeşleşmiş göçmen konusunu yerleştirdi. Kendisi bir göçmen olmasına rağmen, sürekli nasıl göçmen sayısını azaltacağını anlattı, ekonomik sorunları ikinci plana itti.
Ardından, seçimden sonra koalisyon kurabilmek için Wilders’le görüşeceğini ilan etti. Wilders’in konumunun siyaseten meşrulaştırmaya katkı yaptı.
Şimdi bu iki yanlış nedeniyle belki de pişmandır.
Buna karşılık Wilders söylemini yumuşattı. “İslam zaten bizim DNA’mızda mevcut” demeye başladı; belli ki kastettiği İslam düşmanlığı idi ve artık o konuda fazla konuşmasına gerek olmadığını ima ediyordu. Çıktığı her TV programında merkez partilerinin hayat pahalılığı, işsizlik, konut ve sağlık sorunları gibi halkın günlük meselelerini görmediğini ve duymadığını anlattı.
Wilders’in partisi PVV, kendilerinin dahi hayal etmediği bir sonuçla, toplam 150 milletvekili bulunan Meclis’te sandalye sayısını iki mislinden fazla artırdı, 37’ye çıkardı, açık ara birinci parti oldu. Barajsız ve orantılı milletvekili dağıtımına dayalı seçim sistemi nedeniyle meclise 15 partinin girdiği dikkate alınırsa, sonuç gerçekten muazzam başarı. Mesela sadece % 0,7 alan parti bile bir sandalye kazandı.
İktidar partisi VVD’in oyları, Yeşilgöz’ün liderliğinde ilk girdiği seçimde büyük düşüş yaşadı, 24 milletvekili ile 3. olabildi. AB’de üst düzey görevler yapmış Hollanda’nın deneyimli siyasetçisi Frans Timmermans liderliğindeki Yeşil Sol-İşçi Partisi seçim ittifakı, yarışı 25 milletvekiliyle 2. sırada bitirdi.
Uzun sürmesi beklenen koalisyon müzakereleri sonunda herhalde Wilders veya Timmermans yeni başbakan olacak. Wilders açık ara birinci gelmesine rağmen başbakan olamazsa, hakkı yenen siyasetçi olarak daha da güçlenebilir.
Buna karşılık Wilders gibi bir “piro-manyak” Hollanda’nın yeni Başbakan’ı olursa, başta Ukrayna’ya verilen parasal ve askeri destek, pek çok konuda Brüksel’de işler karışacak.
* * *
Pek çok yorumcuya göre Wilders’in zaferine giden yolun döşenmesine Yeşilgöz ciddi katkılar yaptı. Doğru ama elbet tek neden, hatta belki en önemli neden o değil.
Avrupa Birliği’nde aşırı uçtaki radikal partiler hemen her yerde güçleniyor. Bunun sık kullanılan bir adı “popülizm rüzgarı”.
Başlıca neden işsizlik, hayat pahalılığı, refah seviyesinde düşme, sağlık ve eğitim sorunlarında bozulma gibi değişik alanlarda kendini gösteren ekonomik kötüleşme. İktidardaki ana akım merkez partiler iyi yönetemiyor, memnuniyetsizlik yayılıyor.
AB’nin nasıl kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiğini ve zararlı çıkacağını bu sayfalarda defalarca vurguladık. İktidardaki ana akım partiler genellikle, ülkelerinin ve Avrupa’nın çıkarlarına göre değil, ABD’nin politik kararlarına neredeyse koşulsuz boyun eğerek hareket ediyor.
Avrupa’nın ciddi stratejik araştırma kurumu ECFR’nin bir raporuna göre “Avrupa, Ukrayna savaşıyla beraber Washington’a kapılandı, Amerika’nın kapıkuluna (vasal) dönüştü.”
Avrupa’nın çıkarları Ukrayna savaşının başlamamasını, bir kez başladıktan sonra hızla diplomatik çözüme ve barışa odaklanmayı, Rusya’yla ekonomik ilişkileri mümkün olduğu kadar çabuk normalleştirmeyi gerektiriyordu. Tam tersini yaptılar, hâlâ öyle yapmaya devam ediyorlar.
Şimdi Ukrayna, 6 Batı Balkan ülkesi, Moldovya ve Gürcistan acele yoldan AB üyesi yapılacak – kuşkusuz yine Amerika’nın bastırmasıyla.
Balkan ülkeleri için geç kaldılar, Bürüksel’in daha önce harekete geçmesi gerekiyordu. Moldavya ve Gürcistan, kendi sınırları içinde dahi egemenliklerini tesis edememiş iki düşük gelirli ülke; ağır sorunlarına burada giremeyiz.
Ukrayna Ağustos 1991’de bağımsızlık kazandı. O günden bu yana, AB’ye entegre olmasını en erken tarihlerde ve en çok savunanlardan biriyim. Ama böyle değil!
Ukrayna’nın Avrupa entegrasyonu, Rusya ile kavga etmeden ve uzlaşarak olmak zorundaydı. Bu mümkündü, hem de kolaylıkla.
Sınırları belirsiz, bazı uzuvları acı şekilde kopartılıp parçalanmış, insanları anlatılmaz travmalar içinde kıvranarak darmadağın olmuş, 2021 nüfusu 44 milyon, ama şimdi asla bilinmeyen (acaba 33 milyon mu?) bir ülke nasıl AB üyesi olacak?
Üstelik, AB’nin bu yükü tek başına taşıması neredeyse olanaksız!
AB’de ana akım parti iktidarları şu ara öylesine zor durumda ki, pek ala farkında oldukları vahim yanlışlarını kendi kamuoylarından saklamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Filistin kökenli Amerikalı tarihçi Rashid Khalidi’nin benzetmesiyle Sovyetler’in Pravda gazetesine dönüşen Batı medyası, bu konuda hemen hiçbir yardımı esirgemiyor.
Mesela Ukrayna savaşı başladıktan hemen bir ay sonra, Ankara’nın arabuluculuk yaptığı müzakerelerde Ukrayna NATO dışında kalmayı kabul etmiş, Rusya’yla barış sağlanmıştı. Ama ABD araya girdi, savaşa devam için Ukrayna’yı ikna etti. Hiçbir Avrupa ülkesi o barış anlaşmasına omuz vermedi. Şimdi hiçbiri bunu konuşmuyor, hemen hiçbir medya analizinde sözü edilmiyor, üstü örtülüyor.
Mesela, Amerika’nın büyük desteği ve cesaretlendirmesiyle 4 Haziran’da başlayan Ukrayna’nın büyük taarruzu beklenen sonucu vermedi, muazzam asker ve ekipman kayıplarına rağmen anlamlı bir arazi parçası geri alınamadı. NBC News ajansının ay başında geçtiği habere göre, Amerikalı ve Avrupalı yetkililer kapalı kapılar arkasında Ukrayna hükümetine Rusya’yla barış görüşmelerine başlamasını -tabii hangi tavizleri vermesi gerektiğini- fısıldıyor.
Ama Avrupalı hükümetler kendi kamuoylarına bunu anlatmıyor, anlatamıyor; medya Ukrayna’nın bazı mevzi askeri başarılarını sanki hâlâ savaşı kazanabilirmiş gibi veriyor.
Avrupa’daki koşullar, ana akım partilerin gerilemeye, sağ ve sol uçtaki partilerin güçlenmeye devam edeceğini gösteriyor. Uçtaki partiler için esen rüzgar fırtınaya dönüşebilir.
En kritik iki ülke elbet AB’nin iki büyüğü Almanya ve Fransa.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron’un icraatını onaylayanlar ile onaylamayanlar arasındaki makas rekor düzeyde seyrediyor: %40 (veya %29’a karşı %69).
Anayasa gereği Macron üçüncü kez aday olamayacak ama, başarısızlığı elbet merkez siyasetin hanesine yazılacak. Kaderin cilvesi, aşırı sağın adayı Marine Le Pen şimdilik 2027’nin en güçlü adayı gibi görünüyor.
Almanya gelecek yazımızın konusu olacak.