Türkiye’de tartışma ortamı öyle bir seviyeye düştü ki, taraflar; tartışılan konuların koşullarına ve arka planına bakma ihtiyacı hissetmiyor.
Dahası ve en fenası, diyaloglar alakasız, ideolojik ve tek taraflı bağrışma şeklinde geçiyor.
Örneğin, İstanbul Sözleşmesi tartışılırken gelinen nokta: “Babam ananı genelevde görmüş…”
Seviye yerlerde!
Memlekette “derin entel” zaten yoktu, şimdi hepsi ‘lümpen külhanbeyi’ oldu.
İklim/hal böyle olunca…
Türkiye’nin Afganistan konusunda yaptığı askeri girişim tartışmaları da benzer seviyesizlik içinde sürüyor.
Bir kısım yorumlar Türkiye’nin Kore Savaşı’nı örnek alıyor.
O savaş, komünizm ile kapitalizmin mücadelesiydi.
Bunun içindir ki Afganistan’la mukayese kabul etmez/edemez!
Türkiye’nin Afganistan’da inisiyatif almasını Kore örneği üzerinden eleştirenler “portakal satıp poşete elma koyanlar” grubuna girmekte.
Liberal-sol cenahtan gelenler, Türkiye’nin Afganistan hamlesini “ABD’ye teslim olmak” olarak algılıyor ve Amerikan politikasının maşası olarak yorumluyor.
Büyük bir genelleştirme yapmak istemiyorum ama geniş bir çerçeve çizersek, İsmet İnönü CHP’sinin geliştirdiği dış politika -ki altyapısını Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sloganından alır- Türkiye’nin askeri olarak nötr olma prensibi üzerine kurulmuştur.
CHP ve/veya benzer ideolojik damardan beslendiğini varsayabileceğimiz liberal-sol cenahın, “Türkiye’nin Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da, Kıbrıs’ta ne işi var?” şeklindeki eleştirileri, doğal bir refleksin tezahürüdür.
Mustafa Kemal Atatürk’ün topluma mal olmuş, hafızalara yerleşmiş, derin tecrübeden süzülüp gelmiş, kulağa hoş gelen sloganları var.
Bugünlük “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişi üzerinde biraz durmak istiyorum.
Daha bu sabah sosyal medyada bir fotoğraf gördüm.
Fotoğraf, bir süpermarketin bebek ürünleri reyonuna ait. Raflarda bulunan bebek maması ile bebek bezi arasında yer alan Türk Bayrağı, dikkatini çekiyor insanın.
“Değeri biçilemediğinde fiyat koymuyoruz” mealinden de bir not düşülmüş üzerine.
Bu nasıl bir ucuz milliyetçilik, bu nasıl bir bağnazlık…
Verilmek istenen mesaj nedir?
“Görüyor musunuz! Ne kadar zeki ve hiciv yeteceğine sahibim...” psikolojisiyle nasıl boş bir özgüven patlaması.
Neden bu örneği araya sıkıştırdım?
Çünkü kafa bu olunca…
Cumhuriyeti kurarken yeni bir ulus, yeni bir vizyon yaratma çabasıyla söylenen sloganların neden söylendiğini anlama kapasitesi olmaz.
Analitik değerlendirme hiç olmaz. Olsa olsa ileri geri, sloganları papağan gibi ideolojik bazda tekrarlamalar olur.
Kurucu Babalar önce “Yurtta sulh” istiyor! Çünkü Kürt isyanları, aşiret-tarikat ayaklanmaları, Şeyh Said, Seyit Rıza ve daha yüzlerce dış bağlantılı ayaklanma, Cumhuriyeti kuranların gözleri önünde cereyan ediyor.
Cihanda sulh isteniyor, çünkü Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalyası ve Japonya, faşist rejimlere kendini kaptırmış, dünya barut fıçısı…
Ez cümle, olaylar var, tarihin akışı var ve o ortamda söylenen sözler var. Bu şekilde analitik bakacaksın. Ezbere kör kuyuya bağırarak değil.
Tarih dersi daha bitmedi!
Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara hükümeti olarak Kurtuluş Savaşı’nı yürütürken Ankara’yı ilk ziyaret eden Afgan Dışişleri Bakanı’dır. Ankara’nın meşruiyet kazanma açısından önemli bir adımdır. Aynı şekilde 1923 -1938 yılları arasında, Reis-i Cumhur Atatürk’e değişik seviyelerde 33 resmî yabancı ziyareti olmuştur. Bunlar arasında ilk devlet başkanı ziyareti 1928‘de Afgan Kralı Amannullah’dır.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı boyunca Sovyetlerle yakın ilişkiler içinde olduğu, sonra da Montrö konusunda İngilizlerle yakınlaştığı (İngiliz Kralı’nın ziyaret nedeni de budur) düşünülürse değişen dünya koşulları içinde pratik bir dış politika izlediğini varsayabiliriz.
Atatürk’ün Afganistan’la yakın durmasının da bir kerameti olması gerekir.
Gelelim günümüze…
Amerika, 9/11’den sonra hata üstüne hata yaptı. Önce Irak’a saldırdı sonra da Afganistan’ı işgal etti. İmparatorlukların hurdalığı olan Afganistan coğrafyasında Amerika’nın aklı 20 sene sonra başına geldi.
FATEMİOUN ORDUSU
Afganistan’ın çok komplike bir etnik yapısı var. Zamanında Amerika bu yapıyı Sovyetlere karşı kullandı fakat aynı yapı sonra başına bela oldu.
Halen farklı etnik yapıyı en iyi kullanan ülke ise İran.
İran, Afganistan’dan gelen mülteciler arasında Şii kökenlilerden bir ordu kurdu.
Bu ordunun adı: Fatemioun (Fatemiun)
Bu orduya katılan Şii Afganlar ayda $800 dolar maaş alıyor, ailelerine sosyal hizmet sağlanıyor ve İran vatandaşı olabiliyorlar.
İran, Fatemioun alaylarını Irak ve Suriye’de tepe tepe savaştırdı. Şimdilerde geri çekilmiş olan bu alaylar Afganistan’a girmek için fırsat bekliyor, belki de girdiler bile.
İran’ın mazereti Afganistan’daki Şii’leri Sünni Taliban’dan korumak.
Bu noktada başka bir Afgan etnik gruptan daha söz etmek istiyorum. Bunlar da yine Şii kökenli Hazaralar. Hazaralar, DNA olarak Özbeklere yakınlar, bir Fars lehçesi konuşuyorlar fakat bol miktarda Türkçe ve Moğolca kelimeler kullanıyorlar.
Şu anda topraklarında 3,5 milyon Afgan mülteci barındıran İran için Hazaralar yedek depo.
***
Türkler asker millet mi?
Kara Kuvvetleri resmî sitesine giriyorum, kuruluş tarihi olarak Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın M.Ö. 209 senesinde tahta çıkışı esas alınmış.
Van Jandarma Özel Harekat’ın (JÖH) sembolü: Oğuzlar.
Şırnak JÖH’ün sembolü: Mete Han.
Yani sizin anlayacağınız, Türklerin tarihinde en köklü kurumları olan orduları Orta Asya’ya kadar uzanıyor. En azından algı ve karizma böyle.
Tarihi süreç açısından bakıldığında ise Afganistan o kadar da uzak durmuyor, öyle değil mi?
Gelelim solun askerle flörtüne…
Şimdilerde unutulan önemli bir sol görüş, zamanında Türk solunun gündemini oldukça uzun süre işgal etmişti.
“Türkler asker millettir” deyimini aceleyle faşist olarak damgalamak yerinde olmayabilir çünkü geçmişte anlı şanlı solcular da tarih içinde en önemli ve köklü kurum olarak yaratılmış Türk ordusundan medet umuyorlardı.
Türkiye’nin “Milli Demokratik Devrimi” gerçekleştirmek için gerekli gücün ve kanın yurtsever subaylarda olduğu düşünülmüş ve Kemalist subayların ve Kemalizm’in sol görüş olarak yapılanması gerektiği öne sürülmüştü.
Tabii ki büyük bir yanılgı vardı. Kemalizm sosyalist bir ideoloji değil sosyalizme karşı kurulan bir devletin ideolojisiydi. (Bu vesileyle bu dip not, solcu geçinen CHP’ye kapak olsun!)
Geldik bugünlere…
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, Türkiye’yi Doğu-Batı ekseninde terazinin ibresi yapmıştır. Türkiye ne yöne meylederse denge o yönde değişir.
Bosna’dan Uygurlara kadar uzanan yay içinde ve çevresinde yaşanan olaylara Türkiye sadece gözlemci kalamaz. Türkiye’nin her zaman masada yer alması söz konusudur. Masada yer almanın ön şartı da olay mahallinde askeri mevcudiyetten geçer.
Bu nedenle, laf olsun torba dolsun diyerek kendi ideolojilerine, muhalefet gereği laf salatası üreten bilumum medya ve siyaset esnafına önce bilgi sahibi sonra fikir sahibi olmalarını öneririm.
Biliyorum, yerelde sıkıntılar var. Suriyeli göçmenlerden şikâyet eden çok, şimdi onlara bir de Afgan mülteciler katıldı. Fakat konunun bir de ekonomik boyutu var.
Tarım ve inşaat sektöründe düşük ücretli ve vasıfsız işçi bulunamıyor. Suriyeli göçmenler olmasa tarım ürünlerinin markete ulaşmasında zorluklar yaşanabilir. Aynı şekilde kırsal kesimde Afganlılar olmasa inşaatlar bitmez.
Kısacası, madalyonun tedavülde kalması için iki yüzüne de bakmak gerek. Bu konular kulaktan dolma, işkembe-i kübradan sallamakla anlaşılmıyor.
">Türkiye’de tartışma ortamı öyle bir seviyeye düştü ki, taraflar; tartışılan konuların koşullarına ve arka planına bakma ihtiyacı hissetmiyor.
Dahası ve en fenası, diyaloglar alakasız, ideolojik ve tek taraflı bağrışma şeklinde geçiyor.
Örneğin, İstanbul Sözleşmesi tartışılırken gelinen nokta: “Babam ananı genelevde görmüş…”
Seviye yerlerde!
Memlekette “derin entel” zaten yoktu, şimdi hepsi ‘lümpen külhanbeyi’ oldu.
İklim/hal böyle olunca…
Türkiye’nin Afganistan konusunda yaptığı askeri girişim tartışmaları da benzer seviyesizlik içinde sürüyor.
Bir kısım yorumlar Türkiye’nin Kore Savaşı’nı örnek alıyor.
O savaş, komünizm ile kapitalizmin mücadelesiydi.
Bunun içindir ki Afganistan’la mukayese kabul etmez/edemez!
Türkiye’nin Afganistan’da inisiyatif almasını Kore örneği üzerinden eleştirenler “portakal satıp poşete elma koyanlar” grubuna girmekte.
Liberal-sol cenahtan gelenler, Türkiye’nin Afganistan hamlesini “ABD’ye teslim olmak” olarak algılıyor ve Amerikan politikasının maşası olarak yorumluyor.
Büyük bir genelleştirme yapmak istemiyorum ama geniş bir çerçeve çizersek, İsmet İnönü CHP’sinin geliştirdiği dış politika -ki altyapısını Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sloganından alır- Türkiye’nin askeri olarak nötr olma prensibi üzerine kurulmuştur.
CHP ve/veya benzer ideolojik damardan beslendiğini varsayabileceğimiz liberal-sol cenahın, “Türkiye’nin Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da, Kıbrıs’ta ne işi var?” şeklindeki eleştirileri, doğal bir refleksin tezahürüdür.
Mustafa Kemal Atatürk’ün topluma mal olmuş, hafızalara yerleşmiş, derin tecrübeden süzülüp gelmiş, kulağa hoş gelen sloganları var.
Bugünlük “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişi üzerinde biraz durmak istiyorum.
Daha bu sabah sosyal medyada bir fotoğraf gördüm.
Fotoğraf, bir süpermarketin bebek ürünleri reyonuna ait. Raflarda bulunan bebek maması ile bebek bezi arasında yer alan Türk Bayrağı, dikkatini çekiyor insanın.
“Değeri biçilemediğinde fiyat koymuyoruz” mealinden de bir not düşülmüş üzerine.
Bu nasıl bir ucuz milliyetçilik, bu nasıl bir bağnazlık…
Verilmek istenen mesaj nedir?
“Görüyor musunuz! Ne kadar zeki ve hiciv yeteceğine sahibim...” psikolojisiyle nasıl boş bir özgüven patlaması.
Neden bu örneği araya sıkıştırdım?
Çünkü kafa bu olunca…
Cumhuriyeti kurarken yeni bir ulus, yeni bir vizyon yaratma çabasıyla söylenen sloganların neden söylendiğini anlama kapasitesi olmaz.
Analitik değerlendirme hiç olmaz. Olsa olsa ileri geri, sloganları papağan gibi ideolojik bazda tekrarlamalar olur.
Kurucu Babalar önce “Yurtta sulh” istiyor! Çünkü Kürt isyanları, aşiret-tarikat ayaklanmaları, Şeyh Said, Seyit Rıza ve daha yüzlerce dış bağlantılı ayaklanma, Cumhuriyeti kuranların gözleri önünde cereyan ediyor.
Cihanda sulh isteniyor, çünkü Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalyası ve Japonya, faşist rejimlere kendini kaptırmış, dünya barut fıçısı…
Ez cümle, olaylar var, tarihin akışı var ve o ortamda söylenen sözler var. Bu şekilde analitik bakacaksın. Ezbere kör kuyuya bağırarak değil.
Tarih dersi daha bitmedi!
Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara hükümeti olarak Kurtuluş Savaşı’nı yürütürken Ankara’yı ilk ziyaret eden Afgan Dışişleri Bakanı’dır. Ankara’nın meşruiyet kazanma açısından önemli bir adımdır. Aynı şekilde 1923 -1938 yılları arasında, Reis-i Cumhur Atatürk’e değişik seviyelerde 33 resmî yabancı ziyareti olmuştur. Bunlar arasında ilk devlet başkanı ziyareti 1928‘de Afgan Kralı Amannullah’dır.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı boyunca Sovyetlerle yakın ilişkiler içinde olduğu, sonra da Montrö konusunda İngilizlerle yakınlaştığı (İngiliz Kralı’nın ziyaret nedeni de budur) düşünülürse değişen dünya koşulları içinde pratik bir dış politika izlediğini varsayabiliriz.
Atatürk’ün Afganistan’la yakın durmasının da bir kerameti olması gerekir.
Gelelim günümüze…
Amerika, 9/11’den sonra hata üstüne hata yaptı. Önce Irak’a saldırdı sonra da Afganistan’ı işgal etti. İmparatorlukların hurdalığı olan Afganistan coğrafyasında Amerika’nın aklı 20 sene sonra başına geldi.
FATEMİOUN ORDUSU
Afganistan’ın çok komplike bir etnik yapısı var. Zamanında Amerika bu yapıyı Sovyetlere karşı kullandı fakat aynı yapı sonra başına bela oldu.
Halen farklı etnik yapıyı en iyi kullanan ülke ise İran.
İran, Afganistan’dan gelen mülteciler arasında Şii kökenlilerden bir ordu kurdu.
Bu ordunun adı: Fatemioun (Fatemiun)
Bu orduya katılan Şii Afganlar ayda $800 dolar maaş alıyor, ailelerine sosyal hizmet sağlanıyor ve İran vatandaşı olabiliyorlar.
İran, Fatemioun alaylarını Irak ve Suriye’de tepe tepe savaştırdı. Şimdilerde geri çekilmiş olan bu alaylar Afganistan’a girmek için fırsat bekliyor, belki de girdiler bile.
İran’ın mazereti Afganistan’daki Şii’leri Sünni Taliban’dan korumak.
Bu noktada başka bir Afgan etnik gruptan daha söz etmek istiyorum. Bunlar da yine Şii kökenli Hazaralar. Hazaralar, DNA olarak Özbeklere yakınlar, bir Fars lehçesi konuşuyorlar fakat bol miktarda Türkçe ve Moğolca kelimeler kullanıyorlar.
Şu anda topraklarında 3,5 milyon Afgan mülteci barındıran İran için Hazaralar yedek depo.
***
Türkler asker millet mi?
Kara Kuvvetleri resmî sitesine giriyorum, kuruluş tarihi olarak Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın M.Ö. 209 senesinde tahta çıkışı esas alınmış.
Van Jandarma Özel Harekat’ın (JÖH) sembolü: Oğuzlar.
Şırnak JÖH’ün sembolü: Mete Han.
Yani sizin anlayacağınız, Türklerin tarihinde en köklü kurumları olan orduları Orta Asya’ya kadar uzanıyor. En azından algı ve karizma böyle.
Tarihi süreç açısından bakıldığında ise Afganistan o kadar da uzak durmuyor, öyle değil mi?
Gelelim solun askerle flörtüne…
Şimdilerde unutulan önemli bir sol görüş, zamanında Türk solunun gündemini oldukça uzun süre işgal etmişti.
“Türkler asker millettir” deyimini aceleyle faşist olarak damgalamak yerinde olmayabilir çünkü geçmişte anlı şanlı solcular da tarih içinde en önemli ve köklü kurum olarak yaratılmış Türk ordusundan medet umuyorlardı.
Türkiye’nin “Milli Demokratik Devrimi” gerçekleştirmek için gerekli gücün ve kanın yurtsever subaylarda olduğu düşünülmüş ve Kemalist subayların ve Kemalizm’in sol görüş olarak yapılanması gerektiği öne sürülmüştü.
Tabii ki büyük bir yanılgı vardı. Kemalizm sosyalist bir ideoloji değil sosyalizme karşı kurulan bir devletin ideolojisiydi. (Bu vesileyle bu dip not, solcu geçinen CHP’ye kapak olsun!)
Geldik bugünlere…
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, Türkiye’yi Doğu-Batı ekseninde terazinin ibresi yapmıştır. Türkiye ne yöne meylederse denge o yönde değişir.
Bosna’dan Uygurlara kadar uzanan yay içinde ve çevresinde yaşanan olaylara Türkiye sadece gözlemci kalamaz. Türkiye’nin her zaman masada yer alması söz konusudur. Masada yer almanın ön şartı da olay mahallinde askeri mevcudiyetten geçer.
Bu nedenle, laf olsun torba dolsun diyerek kendi ideolojilerine, muhalefet gereği laf salatası üreten bilumum medya ve siyaset esnafına önce bilgi sahibi sonra fikir sahibi olmalarını öneririm.
Biliyorum, yerelde sıkıntılar var. Suriyeli göçmenlerden şikâyet eden çok, şimdi onlara bir de Afgan mülteciler katıldı. Fakat konunun bir de ekonomik boyutu var.
Tarım ve inşaat sektöründe düşük ücretli ve vasıfsız işçi bulunamıyor. Suriyeli göçmenler olmasa tarım ürünlerinin markete ulaşmasında zorluklar yaşanabilir. Aynı şekilde kırsal kesimde Afganlılar olmasa inşaatlar bitmez.
Kısacası, madalyonun tedavülde kalması için iki yüzüne de bakmak gerek. Bu konular kulaktan dolma, işkembe-i kübradan sallamakla anlaşılmıyor.