Sivil Siyaset Hareketi ile Türkiye’nin dış politikası üzerine yapılan mülakat.
– Sivil Siyaset Hareketi: Sayın Özdalga, bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Türkiye’nin dış politikada yaşadığı dönüşüme değinmek istiyorum ama önce kısaca Türk dış politikasının geçirmiş olduğu evreleri ana hatlarıyla bizler için özetleyebilir misiniz?
– Haluk Özdalga: Teşekkür ederim. Türkiye’nin dış politikasını üç dönemde ele alabiliriz. Birincisi Cumhuriyet’in kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemdir, yani 1923-1945.
Uluslararası ortam dengesiz ve istikrarsızdı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedenlere ağır koşullar dayatıldı, o nedenle bu ülkelerin iç siyasetinde sert tepkiler doğdu. Yeni bir savaşın gelmekte olduğu görülüyordu.
Savaşı kaybedenlerden biri Osmanlı İmparatorluğu idi, ama Türkiye onurlu bir barış yapmayı başarmıştı. Onun adı Lozan’dır.
Tasavvur etmeye çalışın, 45-46 yıl içinde dört büyük savaş yaşanmıştı. 1877-78 Rus savaşı veya 93 harbi, Balkan Harbi, Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı. İlk üçü ağır kayıplarla son buldu, dördüncüsü Mustafa Kemal’in öndeliğinde zaferle sonuçlandı.
Millet yorgun ve halsiz, ekonomi mecalsizdi. Zaferi korumak gerekiyordu. Üstelik diğer ülkelerin sürdürdüğü kavga bizim kavgamız değildi. Ülke çıkarları tarafsızlık siyaseti gerektiriyordu. Öyle yapıldı. En büyük ödül İkinci Dünya Savaşı dışında kalmayı başarmak oldu.
O dönemde Türkiye uluslararası toplumun en itibarlı üyelerinden biriydi. Ama tarafsızlık, hareketsiz kalmak değildi. O kısa dönemde iki muazzam başarı elde edildi. 1936’da Montrö Anlaşması yapıldı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde egemenliğimiz güvence altına alındı. 1939’da Hatay tekrar Türkiye’ye katıldı.
Dış ilişkilerde ikinci dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasında başladı ve Sovyetler Birliği dağılıp Soğuk Savaş bitene dek sürdü, yani 1945-1992.
Savaştan sonra Moskova, Boğazların yönetiminde hak sahibi olmak ve Doğu Anadolu’dan toprak istedi. Sovyetlerle tek başına mücadele edemezdik. CHP iktidarında başlayan Batı’yla yakınlaşma süreci, 1952’de Demokrat Parti döneminde NATO üyeliğiyle son buldu. NATO, TSK’nın güçlenmesine büyük katkı yaptı.
Güvenlik ötesinde, Türkiye’nin tercihi özgürlükçü demokrasiden yana oldu. O doğrultuda NATO’dan sonra pek çok Batılı kuruma katıldık. Avrupa Konseyi, OECD, IMF gibi.
Soğuk Savaş dönemi nükleer dehşet dengesi üzerine kuruluydu. Değişik ülkeler genellikle iki bloktan biri içinde yer alıyordu ve her birinin hareket alanı bugüne göre çok dardı. Ama ona rağmen Türkiye’yi yönetenler, dış politikada ülke çıkarlarını en önde tutmaktan ve gerektiğinde bağımsız hareket etmekten hiçbir zaman ödün vermedi.
Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen Süleyman Demirel Sovyetlerle yakın ekonomik ilişkiler kurdu. İskenderun Demir Çelik, Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum gibi pek çok sanayi tesisi o işbirliği sayesinde yapıldı. Bülent Ecevit yine Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını yaptı ve başardı. Amerika silah ambargosu başlattı.
Türkiye’nin dış politikasında üçüncü dönem 1992-2011 arasıdır.
Soğuk Savaşın bitmesiyle yeni koşullar ortaya çıktı. Bu dönem, AKP’nin geleneksel milli politikadan sapmasıyla 2011’de son buldu.
– Öyleyse 2011 sonrasına dördüncü dönem diyebilir miyiz?
– Hayır, aynı sıralama içinde yer vermek istemiyorum, çünkü ciddi bir kopuş söz konusu. 2011 sonrasına Son Dönem diyelim.
– Peki, üçüncü döneme dönelim isterseniz, nedir o dönemin özelliği?
– Varşova Paktı dağıldı, iki kutuplu dünya son buldu. Doğu-Batı gerginliği azaldı, ülkelerin hareket alanı genişledi. Buna karşılık yerel ve milli sorunlar öne çıkmaya başladı.
Sovyetler Birliği dağıldı. Artık Ruslarla ortak sınıra sahip değildik. 15 yeni bağımsız ülke doğdu. Belki Belarus hariç, bunlardan en az 14’ü, başta Rusya Federasyonu, bizim yakın tarihi ilişkilere sahip olduğumuz ülkelerdi.
Neticede Balkanlar, Karadeniz’in hemen kuzey havzası, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi geniş bir coğrafyada Türkiye’nin siyasi ve ekonomik ilişkileri hızla arttı. Benzer ilişkiler başka Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleriyle kuruldu.
Soğuk Savaş sonrasında dünya yeni bir döneme girdi. Buna çok kutuplu dünyaya geçiş dönemi diyebiliriz. ABD hâlâ dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü, ama nispi ağırlığı giderek azalıyor. Geçiş dönemi, çünkü çok kutuplu dünya nasıl şekillenecek, henüz net değil.
Bu dönemde Türkiye’nin çeşitlenen dış ilişikleri, Batı içindeki konumuna alternatif olarak veya onu ikinci plana kaydıracak şekilde gelişmedi. Aksine, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri yoğunlaşarak arttı ve diğer bölgelerde konumunu güçlendirdi.
NATO’nun Balkanlar, Somali, Afganistan dahil ortak görev gücüne asker verdik. 1996’da Avrupa Birliği’yle Gümrük Birliği anlaşması imzalandı. 2005’de Türkiye AB’de aday üye konumu kazandı ve resmi üyelik müzakereleri başladı.
Türkiye, demokrasi ve hukuk devletinin yükseldiği, ekonomisi güçlenen, AB üyeliğinin eşiğine gelmiş büyük bir İslam ülkesiydi. Dünyanın parlayan yıldızıydı. O günlerde yazdığım bir yazıda Türkiye için ‘bölgenin kutup yıldızı’ demiştim. Yolunu arayan bölge ülkeleri, Türkiye’ye bakarak kendileri için en doğru olan yolu daha kolay bulabilirdi. Bölgedeki ve dünyadaki saygınlığı zirve yapmıştı.
Türkiye’nin parlayan yıldızını belki en açık kanıtlayan olay, 2008’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğine büyük destekle seçilmesidir. Genel Kurul’da yapılan oylamada 151 ülkenin verdiği rekor oyla ve birinci sıradan seçildi.
Ama 2011’den itibaren her şey hızla değişmeye başladı.
– Geldik sizin Son Dönem dediğinize. Nedir bu dönemin özelliği?
– Kısa bir özetini yaptığımız 88 yıllık Cumhuriyet dönemi süreklilik gösteren ortak özellikler taşır. Son Dönem, bu özelliklerin hemen hepsinden koptu.
88 yıllık geleneğimizin birinci özelliği, dış politikaya yön veren en üst ilkenin milli çıkarlar olması. İkincisi, özgürlükçü demokrasi değerini benimsediğimiz için Batı ittifakı içinde yer almamız.
Süreklilik gösteren başka özellikleri de var. Kararlar her zaman güçlü kurumsal işleyişlerin sonucu olmuştur ki, bunun odağı 200 yılı aşan birikime sahip Dışişleri Bakanlığı’dır. Dış politika konularında iktidar ve muhalefet arasında genellikle hep mutabakat sağlanmıştır. Kurumsal işleyiş ve iktidar-muhalefet mutabakatı; istikrara, devletin işleyişinde sürekliliğe, güçlü duruşa ve zikzak yapmaktan kaçınmaya çok katkı yapar. Uluslararası ortam ve kendi imkanlarımızın en gerçekçi şekilde değerlendirilmesine hizmet eder.
Son dönemde AKP bunların hepsini, ama hepsini alt üst etti.
Şimdi Ankara’nın dış politikasına yön veren birinci ilke milli çıkar değil, ideoloji. Dar kadro içinde kararlar alınırken, uluslararası ortam ve kendi imkanlarımızın gerçekçi değerlendirmesi yapılamıyor.
Ortadoğu politikasını belirleyen en önemli ölçüt İhvancılık. Mısır’da çıkmış, Arap ülkelerinin çoğuna yayılmış bir siyasal İslamcı hareket bu. Bizle ilgisi yok, gayri milli. Ama AKP iktidarı Mısır, Sudan, Libya, Suriye, Suudi Arabistan, Katar, BAE dahil tüm Ortadoğu politikasını gayri milli bir ideoloji olan İhvancılık temelinde şekillendiriyor. Galiba şimdi Yemen’de de öyle yapıyorlar.
Batı’yla ilişkilerimizi belirleyen, yine ideolojik Batı düşmanlığı. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı “faşisttir”, Alman siyasetçiler “Nazi uygulaması yaparlar”, tüm Avrupa kıtası “ırkçı ve faşisttir.” ABD ise Türkiye’ye dönük bütün tehditlerin kaynağıdır ve kaçınılmaz bir çöküş içindedir. AKP’nin Batı’yı algılaması böyle.
Böyle bir ideolojik yaklaşım ve dil Cumhuriyet dönemi boyunca hiç görülmedi. Kelime hazneleri de çok geniş sayılmaz!
– İdeolojik dış politika iddianızı lütfen biraz açar mısınız? Bu önemli. Nasıl ve niçin böyle oldu? Daha somut örnekler verebilir misiniz?
– Bir süre önce yaptığım bir çalışmada beni de şaşırtan bir bulgu ortaya çıktı. Dünyada son 8 yıl içinde kişi başına gelirin en hızlı düştüğü, en hızlı fakirleşen ülke Türkiye. Yani dünyada en kötü yönetilen ekonomi Türkiye’de.
Neden böyle oldu? Çünkü ekonomiyi “faiz neden, enflasyon sonuçtur” veya “krizden çıkışın yolu İslami ekonomidir” sözcükleriyle kendini ifade eden ideolojik zihniyet yönetiyor.
Ekonomi ve dış politikanın batağa saplanmasının nedeni aynı: İdeolojik siyaset. Eski deyişle fikri sabitler, yani saplantılar.
Ekonomi gibi ölçülebilir olsaydı, tahmin ederim dünyada en kötü yönetilen dış politika da Türkiye’de çıkabilirdi. Belki bir araştırmacı bunu ölçemeye çalışır, mesela kendi bölgesinde en çok kavgalı ve en çok tecrit edilmiş ülke dünyada hangisi diye.
TBMM’de ve başka yerlerde şu soruyu defalarca sordum, henüz cevap alamadım. Türkiye’nin hangi çıkarları nedeniyle Mısır’la kavga ediyorsunuz? Niçin?
Türkiye’nin çıkarları Mısır’la iyi ilişkiler kurmayı gerektiriyor. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının belirlemek için yapmamız gereken en hayati anlaşma Mısır’la. Şimdiye kadar çoktan yapılmış olması gerekiyordu. Niçin yapmadınız?
Çünkü İhvancılık nedeniyle kavga ettiler Mısır’la. O kavganın Türkiye’nin çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yok. O, AKP’nin ideolojik kavgası. Türkiye’ye sadece zarar verdi. Mısır’ı öylesine hasım ettiler ki, olmayacak şeyi başardılar, Mısır’ı İsrail’in yanına ittiler.
Türkiye’yle anlaşma yapsaydı Mısır’a düşen deniz yetki alanı daha çok olacaktı, ama daha az yetki alanı kazandığı Yunanistan’la anlaşma yaptı. Niçin? AKP’nin ideolojik siyaseti nedeniyle. Mısır düşman yapıldığı için.
AKP’nin ideolojik dış politikası açık şekilde Türkiye’nin çıkarlarına zarar veriyor. Milli siyaset bu değildir.
Benzer deniz anlaşmaları İsrail, Suriye ve Lübnan’la da yapmamız gerekirdi. Bu üç ülkeyle yaptıkları yine ideolojik kavgalar nedeniyle, o anlaşmalar da olmadı.
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar arasındaki çatışmada niçin militanca taraf tuttunuz ve iki önemli ülkeyi düşman yaptınız? Türkiye’nin hangi çıkarları için? Cevap yok. Bunu da sadece İhvancılık nedeniyle yaptılar. Yine Türkiye’nin çıkarlarına zarar verdiler.
Somut örnek çok.
Türkiye’nin çıkarları AB üyeliğini gerektiriyor. Ama ‘bizim AB’ye ihtiyacımız yok’ dediler ve o yol 2011’den sonra kapandı. Bizzat AKP, defalarca birinci stratejik hedefimiz ilan etmişti AB üyeliğini. Hiçbir aday ülkenin yaşamadığı bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Hiç kimse, ama AB’nin de sorumluluğu yok mu demesin. Evet, bir zamanlar AB içinde Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmayanlar vardı. Ama AB hedefinin eşi görülmemiş bir fiyaskoyla sonuçlanmasının tek sorumlusu, Türkiye’yi hukuk devleti ve demokrasi yolundan çıkaran 2011 sonrası AKP iktidarıdır.
Dış siyasetimizde Son Dönemin 2011’de başladığını söyledik. O yıl aynı zamanda AKP iktidarının Şam’da dışardan askeri müdahaleyle rejim değişikliği projesinin başlangıç yılıdır. İstediler ki Şam’da İhvancılar gelsin iktidara.
Koşulların gerçekçi değerlendirmesini yapmadan kalkıştılar o projeye. Doğru tahlil edemediler. Esed devrilse bile, kanlı bir iktidar savaşı başlayacaktı. Savaşın ilk yılarında, Suriye’de en çok zarar görecek dış ülkenin Türkiye olacağını defalarca yazdım. Öyle oldu. İşin sonunda zararımız nereye varacak, o da henüz belli değil.
Suriye’de rejim değişikliği kararında Dışişleri Bakanlığının kurumsal işleyişi etkili olsaydı, eminim her şey farklı olurdu. Milyonlarca göçmen gelmezdi, Rusya güney komşumuz olmazdı.
– Bugün gelinen noktada Türkiye’de birçok kesim tarafından sıklıkla dile getirilen temel tartışma konusu “Eksen Kayması Eşiğindeki Türkiye.” Siz bu tartışma için neler söyleyebilirsiniz? Sizce Türkiye dış politikada NATO merkezli sistemden Avrasya merkezli bir sisteme mi kayıyor? Yoksa bu süreç konjonktürel bir geçiş dönemi mi?
Ciddi gözlemciler Türkiye’nin artık sadece kağıt üstünde NATO üyesi olduğunu söylüyor. AB adaylığı da sadece kağıt üstünde. Türkiye artık Batı ekseninin parçası değil.
Ama bir başka eksene de kaymış değil. Avrasya merkezli sistem denen şey fanteziden ibaret. Eksen olabilme niteliğine sahip değil.
AKP’nin zihninde, İslam dünyası içinde bir şekilde liderlik etme özentisi var. Belki Ortadoğu’da, belki Sünni Arap dünyasında, şu veya bu şekilde.
Özenti diyorum, çünkü kendileri de bilmiyor, gidişimiz ve yönümüz nereye? Düşünsel düzeyde bile, yani sadece kağıt üstünde bile bunun bir ifadesini ortaya koyabilmiş değiller. Özenti diyorum, çünkü 21. yüzyılda hiçbir ülkenin İslam dünyasına veya bir kısmına liderlik etmesi mümkün değil.
Eksen kaymasından çok yönü belirsiz, günlük koşullara göre kararların alındığı ideolojik dış politika söz konusu.
– Sizin yazılarınızda çokça bahsettiğiniz bir diğer tartışma S400’ler ile F35 arasındaki tercih süreci. Türkiye ise bu iki sisteme birden sahip olmak istiyor. Bu mümkün mü? Türkiye hem F35’lere hem de S400’lere aynı anda sahip olabilir mi?
– S-400 alımı Cumhuriyet tarihinin en başarısız silah alım projesidir.
Birinci olarak, S-400’lerin ana işlevi füze savunma yeteneği Türkiye’de teknik nedenlerle büyük ölçüde körelmiş olacak. Teknoloji transferi sıfır.
AKP’nin en üst düzey sözcüleri defalarca ‘hem S-400’leri hem F-35’leri alacağız” dedi. Ama tam tersi oldu.
Milyarlarca dolar ödediler, F-35 de olmadı S-400 de olmadı. Ama Türkiye’nin zarar hesabı henüz kapanmadı.
S-400’leri ya işletmeye alacaklar, ya çöpe atacaklar Mevcut durum sürdürülebilir değil. İşletmeye alırlarsa Amerika’dan, çöpe atarlarsa Rusya’dan gelecek fatura var yolda.
Defalarca söyledim, orta boy bir devlet için, iki büyük güç Amerika ve Rusya’yı birbirine karşı kullanarak çıkar elde etmeye çalışmak çok tehlikelidir, arada kalıp ezilebilirsiniz diye.
Önümüzdeki 30-40 sene içinde Amerika ve Rusya arasında bir savaş çıkarsa, bu iki ülkenin askeri doktrinine göre, birbirlerine karşı kullanacakları en hayati silahlar F-35’ler ve S-400’ler. Nükleer savaş hariç. Bu iki askeri platforma birden aynı anda sahip olamazsınız. AKP’nin karar vericileri bunu göremedi, idrak edemedi.
S-400’ler şimdi bir askeri platform olmaktan çıktı, ülkenin temel stratejik ilişkilerini etkileyen bir soruna dönüştü. Ama ne yazık ki muhalefet partilerimizin hiç biri bu konuda tavır ortaya koymuş değil. S-400’leri alalım mı, almayalım mı? Ne diyorlar belli değil.
Giderek çarpıklaşan dış ilişkiler karşısında muhalefet partilerinin tutumu, ben ülkeyi daha iyi yönetirim güveni vermiyor. Muhalefet, dış politikada mukabil bir söylem ortaya koyamıyor.
– Son olarak, Türkiye’nin dış politikada yaşadığı bu dönüşümün olası sonuçları sizce neler olacak?
Son Dönem politikaları nedeniyle Türkiye’nin çıkarları büyük zarar gördü, korkarım bir süre daha devam edecek. Özellikle Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta dilerim kalıcı bazı hasarlar söz konusu olmaz.
İnanıyorum ki Türkiye eninde sonunda mevcut ideolojik dış siyaset parantezini kapatacak, Cumhuriyetin ilk 88 yılında izlenen istikrarlı ve milli çıkarlar temelinde yürütülen dış politikaya geri dönecektir.
– Teşekkür ediyoruz.
Kaynak: Halukozdalga.com
">Sivil Siyaset Hareketi ile Türkiye’nin dış politikası üzerine yapılan mülakat.
– Sivil Siyaset Hareketi: Sayın Özdalga, bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Türkiye’nin dış politikada yaşadığı dönüşüme değinmek istiyorum ama önce kısaca Türk dış politikasının geçirmiş olduğu evreleri ana hatlarıyla bizler için özetleyebilir misiniz?
– Haluk Özdalga: Teşekkür ederim. Türkiye’nin dış politikasını üç dönemde ele alabiliriz. Birincisi Cumhuriyet’in kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar geçen dönemdir, yani 1923-1945.
Uluslararası ortam dengesiz ve istikrarsızdı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedenlere ağır koşullar dayatıldı, o nedenle bu ülkelerin iç siyasetinde sert tepkiler doğdu. Yeni bir savaşın gelmekte olduğu görülüyordu.
Savaşı kaybedenlerden biri Osmanlı İmparatorluğu idi, ama Türkiye onurlu bir barış yapmayı başarmıştı. Onun adı Lozan’dır.
Tasavvur etmeye çalışın, 45-46 yıl içinde dört büyük savaş yaşanmıştı. 1877-78 Rus savaşı veya 93 harbi, Balkan Harbi, Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı. İlk üçü ağır kayıplarla son buldu, dördüncüsü Mustafa Kemal’in öndeliğinde zaferle sonuçlandı.
Millet yorgun ve halsiz, ekonomi mecalsizdi. Zaferi korumak gerekiyordu. Üstelik diğer ülkelerin sürdürdüğü kavga bizim kavgamız değildi. Ülke çıkarları tarafsızlık siyaseti gerektiriyordu. Öyle yapıldı. En büyük ödül İkinci Dünya Savaşı dışında kalmayı başarmak oldu.
O dönemde Türkiye uluslararası toplumun en itibarlı üyelerinden biriydi. Ama tarafsızlık, hareketsiz kalmak değildi. O kısa dönemde iki muazzam başarı elde edildi. 1936’da Montrö Anlaşması yapıldı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde egemenliğimiz güvence altına alındı. 1939’da Hatay tekrar Türkiye’ye katıldı.
Dış ilişkilerde ikinci dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasında başladı ve Sovyetler Birliği dağılıp Soğuk Savaş bitene dek sürdü, yani 1945-1992.
Savaştan sonra Moskova, Boğazların yönetiminde hak sahibi olmak ve Doğu Anadolu’dan toprak istedi. Sovyetlerle tek başına mücadele edemezdik. CHP iktidarında başlayan Batı’yla yakınlaşma süreci, 1952’de Demokrat Parti döneminde NATO üyeliğiyle son buldu. NATO, TSK’nın güçlenmesine büyük katkı yaptı.
Güvenlik ötesinde, Türkiye’nin tercihi özgürlükçü demokrasiden yana oldu. O doğrultuda NATO’dan sonra pek çok Batılı kuruma katıldık. Avrupa Konseyi, OECD, IMF gibi.
Soğuk Savaş dönemi nükleer dehşet dengesi üzerine kuruluydu. Değişik ülkeler genellikle iki bloktan biri içinde yer alıyordu ve her birinin hareket alanı bugüne göre çok dardı. Ama ona rağmen Türkiye’yi yönetenler, dış politikada ülke çıkarlarını en önde tutmaktan ve gerektiğinde bağımsız hareket etmekten hiçbir zaman ödün vermedi.
Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen Süleyman Demirel Sovyetlerle yakın ekonomik ilişkiler kurdu. İskenderun Demir Çelik, Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum gibi pek çok sanayi tesisi o işbirliği sayesinde yapıldı. Bülent Ecevit yine Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını yaptı ve başardı. Amerika silah ambargosu başlattı.
Türkiye’nin dış politikasında üçüncü dönem 1992-2011 arasıdır.
Soğuk Savaşın bitmesiyle yeni koşullar ortaya çıktı. Bu dönem, AKP’nin geleneksel milli politikadan sapmasıyla 2011’de son buldu.
– Öyleyse 2011 sonrasına dördüncü dönem diyebilir miyiz?
– Hayır, aynı sıralama içinde yer vermek istemiyorum, çünkü ciddi bir kopuş söz konusu. 2011 sonrasına Son Dönem diyelim.
– Peki, üçüncü döneme dönelim isterseniz, nedir o dönemin özelliği?
– Varşova Paktı dağıldı, iki kutuplu dünya son buldu. Doğu-Batı gerginliği azaldı, ülkelerin hareket alanı genişledi. Buna karşılık yerel ve milli sorunlar öne çıkmaya başladı.
Sovyetler Birliği dağıldı. Artık Ruslarla ortak sınıra sahip değildik. 15 yeni bağımsız ülke doğdu. Belki Belarus hariç, bunlardan en az 14’ü, başta Rusya Federasyonu, bizim yakın tarihi ilişkilere sahip olduğumuz ülkelerdi.
Neticede Balkanlar, Karadeniz’in hemen kuzey havzası, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu, Kuzey Afrika gibi geniş bir coğrafyada Türkiye’nin siyasi ve ekonomik ilişkileri hızla arttı. Benzer ilişkiler başka Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleriyle kuruldu.
Soğuk Savaş sonrasında dünya yeni bir döneme girdi. Buna çok kutuplu dünyaya geçiş dönemi diyebiliriz. ABD hâlâ dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü, ama nispi ağırlığı giderek azalıyor. Geçiş dönemi, çünkü çok kutuplu dünya nasıl şekillenecek, henüz net değil.
Bu dönemde Türkiye’nin çeşitlenen dış ilişikleri, Batı içindeki konumuna alternatif olarak veya onu ikinci plana kaydıracak şekilde gelişmedi. Aksine, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri yoğunlaşarak arttı ve diğer bölgelerde konumunu güçlendirdi.
NATO’nun Balkanlar, Somali, Afganistan dahil ortak görev gücüne asker verdik. 1996’da Avrupa Birliği’yle Gümrük Birliği anlaşması imzalandı. 2005’de Türkiye AB’de aday üye konumu kazandı ve resmi üyelik müzakereleri başladı.
Türkiye, demokrasi ve hukuk devletinin yükseldiği, ekonomisi güçlenen, AB üyeliğinin eşiğine gelmiş büyük bir İslam ülkesiydi. Dünyanın parlayan yıldızıydı. O günlerde yazdığım bir yazıda Türkiye için ‘bölgenin kutup yıldızı’ demiştim. Yolunu arayan bölge ülkeleri, Türkiye’ye bakarak kendileri için en doğru olan yolu daha kolay bulabilirdi. Bölgedeki ve dünyadaki saygınlığı zirve yapmıştı.
Türkiye’nin parlayan yıldızını belki en açık kanıtlayan olay, 2008’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğine büyük destekle seçilmesidir. Genel Kurul’da yapılan oylamada 151 ülkenin verdiği rekor oyla ve birinci sıradan seçildi.
Ama 2011’den itibaren her şey hızla değişmeye başladı.
– Geldik sizin Son Dönem dediğinize. Nedir bu dönemin özelliği?
– Kısa bir özetini yaptığımız 88 yıllık Cumhuriyet dönemi süreklilik gösteren ortak özellikler taşır. Son Dönem, bu özelliklerin hemen hepsinden koptu.
88 yıllık geleneğimizin birinci özelliği, dış politikaya yön veren en üst ilkenin milli çıkarlar olması. İkincisi, özgürlükçü demokrasi değerini benimsediğimiz için Batı ittifakı içinde yer almamız.
Süreklilik gösteren başka özellikleri de var. Kararlar her zaman güçlü kurumsal işleyişlerin sonucu olmuştur ki, bunun odağı 200 yılı aşan birikime sahip Dışişleri Bakanlığı’dır. Dış politika konularında iktidar ve muhalefet arasında genellikle hep mutabakat sağlanmıştır. Kurumsal işleyiş ve iktidar-muhalefet mutabakatı; istikrara, devletin işleyişinde sürekliliğe, güçlü duruşa ve zikzak yapmaktan kaçınmaya çok katkı yapar. Uluslararası ortam ve kendi imkanlarımızın en gerçekçi şekilde değerlendirilmesine hizmet eder.
Son dönemde AKP bunların hepsini, ama hepsini alt üst etti.
Şimdi Ankara’nın dış politikasına yön veren birinci ilke milli çıkar değil, ideoloji. Dar kadro içinde kararlar alınırken, uluslararası ortam ve kendi imkanlarımızın gerçekçi değerlendirmesi yapılamıyor.
Ortadoğu politikasını belirleyen en önemli ölçüt İhvancılık. Mısır’da çıkmış, Arap ülkelerinin çoğuna yayılmış bir siyasal İslamcı hareket bu. Bizle ilgisi yok, gayri milli. Ama AKP iktidarı Mısır, Sudan, Libya, Suriye, Suudi Arabistan, Katar, BAE dahil tüm Ortadoğu politikasını gayri milli bir ideoloji olan İhvancılık temelinde şekillendiriyor. Galiba şimdi Yemen’de de öyle yapıyorlar.
Batı’yla ilişkilerimizi belirleyen, yine ideolojik Batı düşmanlığı. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı “faşisttir”, Alman siyasetçiler “Nazi uygulaması yaparlar”, tüm Avrupa kıtası “ırkçı ve faşisttir.” ABD ise Türkiye’ye dönük bütün tehditlerin kaynağıdır ve kaçınılmaz bir çöküş içindedir. AKP’nin Batı’yı algılaması böyle.
Böyle bir ideolojik yaklaşım ve dil Cumhuriyet dönemi boyunca hiç görülmedi. Kelime hazneleri de çok geniş sayılmaz!
– İdeolojik dış politika iddianızı lütfen biraz açar mısınız? Bu önemli. Nasıl ve niçin böyle oldu? Daha somut örnekler verebilir misiniz?
– Bir süre önce yaptığım bir çalışmada beni de şaşırtan bir bulgu ortaya çıktı. Dünyada son 8 yıl içinde kişi başına gelirin en hızlı düştüğü, en hızlı fakirleşen ülke Türkiye. Yani dünyada en kötü yönetilen ekonomi Türkiye’de.
Neden böyle oldu? Çünkü ekonomiyi “faiz neden, enflasyon sonuçtur” veya “krizden çıkışın yolu İslami ekonomidir” sözcükleriyle kendini ifade eden ideolojik zihniyet yönetiyor.
Ekonomi ve dış politikanın batağa saplanmasının nedeni aynı: İdeolojik siyaset. Eski deyişle fikri sabitler, yani saplantılar.
Ekonomi gibi ölçülebilir olsaydı, tahmin ederim dünyada en kötü yönetilen dış politika da Türkiye’de çıkabilirdi. Belki bir araştırmacı bunu ölçemeye çalışır, mesela kendi bölgesinde en çok kavgalı ve en çok tecrit edilmiş ülke dünyada hangisi diye.
TBMM’de ve başka yerlerde şu soruyu defalarca sordum, henüz cevap alamadım. Türkiye’nin hangi çıkarları nedeniyle Mısır’la kavga ediyorsunuz? Niçin?
Türkiye’nin çıkarları Mısır’la iyi ilişkiler kurmayı gerektiriyor. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının belirlemek için yapmamız gereken en hayati anlaşma Mısır’la. Şimdiye kadar çoktan yapılmış olması gerekiyordu. Niçin yapmadınız?
Çünkü İhvancılık nedeniyle kavga ettiler Mısır’la. O kavganın Türkiye’nin çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yok. O, AKP’nin ideolojik kavgası. Türkiye’ye sadece zarar verdi. Mısır’ı öylesine hasım ettiler ki, olmayacak şeyi başardılar, Mısır’ı İsrail’in yanına ittiler.
Türkiye’yle anlaşma yapsaydı Mısır’a düşen deniz yetki alanı daha çok olacaktı, ama daha az yetki alanı kazandığı Yunanistan’la anlaşma yaptı. Niçin? AKP’nin ideolojik siyaseti nedeniyle. Mısır düşman yapıldığı için.
AKP’nin ideolojik dış politikası açık şekilde Türkiye’nin çıkarlarına zarar veriyor. Milli siyaset bu değildir.
Benzer deniz anlaşmaları İsrail, Suriye ve Lübnan’la da yapmamız gerekirdi. Bu üç ülkeyle yaptıkları yine ideolojik kavgalar nedeniyle, o anlaşmalar da olmadı.
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar arasındaki çatışmada niçin militanca taraf tuttunuz ve iki önemli ülkeyi düşman yaptınız? Türkiye’nin hangi çıkarları için? Cevap yok. Bunu da sadece İhvancılık nedeniyle yaptılar. Yine Türkiye’nin çıkarlarına zarar verdiler.
Somut örnek çok.
Türkiye’nin çıkarları AB üyeliğini gerektiriyor. Ama ‘bizim AB’ye ihtiyacımız yok’ dediler ve o yol 2011’den sonra kapandı. Bizzat AKP, defalarca birinci stratejik hedefimiz ilan etmişti AB üyeliğini. Hiçbir aday ülkenin yaşamadığı bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Hiç kimse, ama AB’nin de sorumluluğu yok mu demesin. Evet, bir zamanlar AB içinde Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmayanlar vardı. Ama AB hedefinin eşi görülmemiş bir fiyaskoyla sonuçlanmasının tek sorumlusu, Türkiye’yi hukuk devleti ve demokrasi yolundan çıkaran 2011 sonrası AKP iktidarıdır.
Dış siyasetimizde Son Dönemin 2011’de başladığını söyledik. O yıl aynı zamanda AKP iktidarının Şam’da dışardan askeri müdahaleyle rejim değişikliği projesinin başlangıç yılıdır. İstediler ki Şam’da İhvancılar gelsin iktidara.
Koşulların gerçekçi değerlendirmesini yapmadan kalkıştılar o projeye. Doğru tahlil edemediler. Esed devrilse bile, kanlı bir iktidar savaşı başlayacaktı. Savaşın ilk yılarında, Suriye’de en çok zarar görecek dış ülkenin Türkiye olacağını defalarca yazdım. Öyle oldu. İşin sonunda zararımız nereye varacak, o da henüz belli değil.
Suriye’de rejim değişikliği kararında Dışişleri Bakanlığının kurumsal işleyişi etkili olsaydı, eminim her şey farklı olurdu. Milyonlarca göçmen gelmezdi, Rusya güney komşumuz olmazdı.
– Bugün gelinen noktada Türkiye’de birçok kesim tarafından sıklıkla dile getirilen temel tartışma konusu “Eksen Kayması Eşiğindeki Türkiye.” Siz bu tartışma için neler söyleyebilirsiniz? Sizce Türkiye dış politikada NATO merkezli sistemden Avrasya merkezli bir sisteme mi kayıyor? Yoksa bu süreç konjonktürel bir geçiş dönemi mi?
Ciddi gözlemciler Türkiye’nin artık sadece kağıt üstünde NATO üyesi olduğunu söylüyor. AB adaylığı da sadece kağıt üstünde. Türkiye artık Batı ekseninin parçası değil.
Ama bir başka eksene de kaymış değil. Avrasya merkezli sistem denen şey fanteziden ibaret. Eksen olabilme niteliğine sahip değil.
AKP’nin zihninde, İslam dünyası içinde bir şekilde liderlik etme özentisi var. Belki Ortadoğu’da, belki Sünni Arap dünyasında, şu veya bu şekilde.
Özenti diyorum, çünkü kendileri de bilmiyor, gidişimiz ve yönümüz nereye? Düşünsel düzeyde bile, yani sadece kağıt üstünde bile bunun bir ifadesini ortaya koyabilmiş değiller. Özenti diyorum, çünkü 21. yüzyılda hiçbir ülkenin İslam dünyasına veya bir kısmına liderlik etmesi mümkün değil.
Eksen kaymasından çok yönü belirsiz, günlük koşullara göre kararların alındığı ideolojik dış politika söz konusu.
– Sizin yazılarınızda çokça bahsettiğiniz bir diğer tartışma S400’ler ile F35 arasındaki tercih süreci. Türkiye ise bu iki sisteme birden sahip olmak istiyor. Bu mümkün mü? Türkiye hem F35’lere hem de S400’lere aynı anda sahip olabilir mi?
– S-400 alımı Cumhuriyet tarihinin en başarısız silah alım projesidir.
Birinci olarak, S-400’lerin ana işlevi füze savunma yeteneği Türkiye’de teknik nedenlerle büyük ölçüde körelmiş olacak. Teknoloji transferi sıfır.
AKP’nin en üst düzey sözcüleri defalarca ‘hem S-400’leri hem F-35’leri alacağız” dedi. Ama tam tersi oldu.
Milyarlarca dolar ödediler, F-35 de olmadı S-400 de olmadı. Ama Türkiye’nin zarar hesabı henüz kapanmadı.
S-400’leri ya işletmeye alacaklar, ya çöpe atacaklar Mevcut durum sürdürülebilir değil. İşletmeye alırlarsa Amerika’dan, çöpe atarlarsa Rusya’dan gelecek fatura var yolda.
Defalarca söyledim, orta boy bir devlet için, iki büyük güç Amerika ve Rusya’yı birbirine karşı kullanarak çıkar elde etmeye çalışmak çok tehlikelidir, arada kalıp ezilebilirsiniz diye.
Önümüzdeki 30-40 sene içinde Amerika ve Rusya arasında bir savaş çıkarsa, bu iki ülkenin askeri doktrinine göre, birbirlerine karşı kullanacakları en hayati silahlar F-35’ler ve S-400’ler. Nükleer savaş hariç. Bu iki askeri platforma birden aynı anda sahip olamazsınız. AKP’nin karar vericileri bunu göremedi, idrak edemedi.
S-400’ler şimdi bir askeri platform olmaktan çıktı, ülkenin temel stratejik ilişkilerini etkileyen bir soruna dönüştü. Ama ne yazık ki muhalefet partilerimizin hiç biri bu konuda tavır ortaya koymuş değil. S-400’leri alalım mı, almayalım mı? Ne diyorlar belli değil.
Giderek çarpıklaşan dış ilişkiler karşısında muhalefet partilerinin tutumu, ben ülkeyi daha iyi yönetirim güveni vermiyor. Muhalefet, dış politikada mukabil bir söylem ortaya koyamıyor.
– Son olarak, Türkiye’nin dış politikada yaşadığı bu dönüşümün olası sonuçları sizce neler olacak?
Son Dönem politikaları nedeniyle Türkiye’nin çıkarları büyük zarar gördü, korkarım bir süre daha devam edecek. Özellikle Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta dilerim kalıcı bazı hasarlar söz konusu olmaz.
İnanıyorum ki Türkiye eninde sonunda mevcut ideolojik dış siyaset parantezini kapatacak, Cumhuriyetin ilk 88 yılında izlenen istikrarlı ve milli çıkarlar temelinde yürütülen dış politikaya geri dönecektir.
– Teşekkür ediyoruz.
Kaynak: Halukozdalga.com