Uzun zamandır öğle saatlerinde uyandığım için, ki bunun temelinde de, (anlamsız , geçmişe dayalı bir fobim olduğundan), güneşin doğuşuna, havanın mis gibi tazeliğine hasret kalmışım. Güneş, kıpkırmızı haliyle, hızlıca karşı tepede yükselirken ve belki de pek çok insan henüz yeni uykuya dalarken, ben karmakarışık duygularla, yazımı yazıyorum. Bu gün daha fazla uyuyamayacağım.
Aslında bir sürü şey yazmak istiyorum. Hepsini aynı anda nasıl toparlarım onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yazının yani iç sesimin götürdüğü yere gitmek.
Çoğu zaman olduğu gibi.
Ailemde bu güne kadar pek çok kanserli insan oldu. Bir çoğunu da kaybettik.
Hem annemin, hem de babamın tarafında var bu hastalıktan ama nedense ben öyle olmayacağımı hissediyorum.
Belki de yanlıştır, doğrusunu kim bilebilir. Ama yine de en azından öyle hissediyorum.
Dün gece, doktorlar tarafından; ‘Senin için artık tıbben yapılacak her şeyi yaptık. Bundan sonrası, Yaratan’ ın sana biçtiği ömür kadar.’ dedikleri birisini gördüm. Daha doğrusu ziyarete gittim.
Benden sadece 10 yaş kadar büyük, yani henüz 50 li yaşlarına yaklaşmış. Saçları bile tam olarak beyazlamamış. O kadar genç yani.
Hasta olduğunu duyduğumda gitmeden önce, niyeyse daha yaşlı ve etrafında çeşitli makineler falan vardır diye bekledim.
Öyledir ya, çok hastasınızdır.
Hastanede, per perişan yatıp, oflayıp puflarken tüm sevdikleriniz ya da sevmek zorunda görünenler başınıza toplanıp, buğulu gözlerle, iyi görünmeye çalışarak etrafınızda pervane olurlar. Genelde böyle bir tablo olur.
Hayır böyle bir sahne yoktu.
Tabii ki bir sürü insan vardı ama sonra hepsi gayet sessizce ve gösterişsiz gitti. Sadece hasta olan kişinin eşi biraz buruk ama kuvvetli görüntüsüyle duruyordu.
Ben böyle durumlarda, çok kuvvetli gözükürüm. Sanki hiçbir şey olmayacak, her şey düzelecek gibi. Mucizelere inanırım çünkü. Öyle ya, nefes alıp vermeye devam ettiğimiz sürece, her zaman bir ümit vardır. Koskoca hastalığı yok sayarım, kimse beni hastanın karşısında buğulu gözlerle göremez. Öleceğine inansam bile, tiyatro oynamayı seçenlerdenim. Hatta ölüm döşeğinde birine fıkra bile anlatabilirim
Şunu demeye çalışıyorum. Her zaman korktuğum ve panik atak yaşadığım, ölümünde, doğum gibi ayrı bir dinginliği ve güzelliği var.
Delirdin mi, demeyin. Ya da ben bunları nasıl yazabiliyorum!
Gerçekten öyle. Belirsizlik halinde bir endişe var.
Oysa ölüm eğer gerçekten yaklaşmışsa, ona teslim olmak ve o anın tadını çıkarmak ölümü de hissederek yaşamak gerekiyor.
Çünkü o bakış, yaşamı aslında anlamlı kılıyor.
İkisi birlikte aynı değeri taşıyor. Biri olmadan, diğerinin hiçbir anlamı yok.
Aynı duygular bana şunu da düşündürüyor. Birden ölmektense, hastalanıp, yatağında, sevdiklerin baş ucundayken durumunu bilerek ölmek daha güzel.
Tıpkı dün gördüğüm, ölümü bekleyen ama hala iyileşeceğine inanan, yaşamla bağını hiç kopartmayan tam tersine daha da sıkı sıkıya tutan o güçlü insan gibi.
Bunları şimdi niye sabah sabah uyumayıp bize anlattın derseniz.
Bu kadar yıl sonra ilk defa, ölüme gerçekten çok yakın ama bir o kadar da uzak bir insanı ilk defa gördüğüm ve yaşamın değerini bir kez daha anladığımdan afallamış durumdayım.
Hani bazen her şeyden sıkılıp, şikayet ediyoruz ya, ne rutin, sıkıcı bir yaşamımız var diye.
O zaman inadına daha çok sarılmalıyız yaşama.
Daha çok yediğimizin tadını almalı, daha çok sevdiklerimizle birlikte olmalıyız.
Entelektüel olmayı bir kenara bırakıp, olduğumuz gibi olmalıyız.
Bazen basit, anlaşılması kolay ama tam da olduğumuz gibi işte.
Olduğumuzdan farklı görünmeye çalışmamalıyız, o ne der? Bu ne der diye.
Kendimize daha çok zaman ayırmalı, her anımızı hissederek ve farkında olarak geçirmeliyiz. İpten, saptan sebeplerle mutsuz etmemeliyiz kendimizi. Parasızlığı da takmamak lazım.
Çok değerli bir şeyi yaşıyoruz, yani hayatımızı, onu öyle güzelliklerle doldurmalıyız ki, öldüğümüzde, yaşanmamış hiçbir şey kalmamalı. Eğer tıbben de, sana yapabileceklerimiz bu kadar deniliyorsa. Onu da atın bir kenara, yani tüm öğrendiklerimizi, sağlık bilgilerini, tatsız tuzsuz kepek ekmeklerini, bir kibrit kutusu kadar yağsız peynirleri. Ne bulursanız onu yiyin ama canınızın en çok istediği şeyleri. Öyle hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmayın. Egoistçe, bencilce canınız ne istiyorsa onu yapın. Psikologların dediği gibi narsist olmak iyi değildir diyen doktorunuza; İyi ya, ben narsist olmazsam, sana kim gelecek o zaman deyip, espriyi patlatın. Her şeyden önce kendinizi çok sevin ve yaşamınızın kıymetini bilin. Çünkü gerçekten bir gün, hem de hiç bilmediğiniz bir anda, ellerinizden kayıp gidecek. O anında tadını çıkarın. Ben tüm bu hislerin hikayeden ibaret ve geçici bir duygusal bunalım olmadığını, yüzde yüz gerçek olduğunu bir kez daha gördüm çünkü….
Mutlaka bu yazımdan da hoşlananlar olduğu kadar, beğenmeyenler de olacaktır.
Bazen dedikleri gibi; ‘Bu ne ya’ diye yorumlar yazıyorlar üşenmeyip.
Siz beni boş verin kadın delirmiş işte zırvalayıp durmuş deyip, geçin gidin….
">
Uzun zamandır öğle saatlerinde uyandığım için, ki bunun temelinde de, (anlamsız , geçmişe dayalı bir fobim olduğundan), güneşin doğuşuna, havanın mis gibi tazeliğine hasret kalmışım. Güneş, kıpkırmızı haliyle, hızlıca karşı tepede yükselirken ve belki de pek çok insan henüz yeni uykuya dalarken, ben karmakarışık duygularla, yazımı yazıyorum. Bu gün daha fazla uyuyamayacağım.
Aslında bir sürü şey yazmak istiyorum. Hepsini aynı anda nasıl toparlarım onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yazının yani iç sesimin götürdüğü yere gitmek.
Çoğu zaman olduğu gibi.
Ailemde bu güne kadar pek çok kanserli insan oldu. Bir çoğunu da kaybettik.
Hem annemin, hem de babamın tarafında var bu hastalıktan ama nedense ben öyle olmayacağımı hissediyorum.
Belki de yanlıştır, doğrusunu kim bilebilir. Ama yine de en azından öyle hissediyorum.
Dün gece, doktorlar tarafından; ‘Senin için artık tıbben yapılacak her şeyi yaptık. Bundan sonrası, Yaratan’ ın sana biçtiği ömür kadar.’ dedikleri birisini gördüm. Daha doğrusu ziyarete gittim.
Benden sadece 10 yaş kadar büyük, yani henüz 50 li yaşlarına yaklaşmış. Saçları bile tam olarak beyazlamamış. O kadar genç yani.
Hasta olduğunu duyduğumda gitmeden önce, niyeyse daha yaşlı ve etrafında çeşitli makineler falan vardır diye bekledim.
Öyledir ya, çok hastasınızdır.
Hastanede, per perişan yatıp, oflayıp puflarken tüm sevdikleriniz ya da sevmek zorunda görünenler başınıza toplanıp, buğulu gözlerle, iyi görünmeye çalışarak etrafınızda pervane olurlar. Genelde böyle bir tablo olur.
Hayır böyle bir sahne yoktu.
Tabii ki bir sürü insan vardı ama sonra hepsi gayet sessizce ve gösterişsiz gitti. Sadece hasta olan kişinin eşi biraz buruk ama kuvvetli görüntüsüyle duruyordu.
Ben böyle durumlarda, çok kuvvetli gözükürüm. Sanki hiçbir şey olmayacak, her şey düzelecek gibi. Mucizelere inanırım çünkü. Öyle ya, nefes alıp vermeye devam ettiğimiz sürece, her zaman bir ümit vardır. Koskoca hastalığı yok sayarım, kimse beni hastanın karşısında buğulu gözlerle göremez. Öleceğine inansam bile, tiyatro oynamayı seçenlerdenim. Hatta ölüm döşeğinde birine fıkra bile anlatabilirim
Şunu demeye çalışıyorum. Her zaman korktuğum ve panik atak yaşadığım, ölümünde, doğum gibi ayrı bir dinginliği ve güzelliği var.
Delirdin mi, demeyin. Ya da ben bunları nasıl yazabiliyorum!
Gerçekten öyle. Belirsizlik halinde bir endişe var.
Oysa ölüm eğer gerçekten yaklaşmışsa, ona teslim olmak ve o anın tadını çıkarmak ölümü de hissederek yaşamak gerekiyor.
Çünkü o bakış, yaşamı aslında anlamlı kılıyor.
İkisi birlikte aynı değeri taşıyor. Biri olmadan, diğerinin hiçbir anlamı yok.
Aynı duygular bana şunu da düşündürüyor. Birden ölmektense, hastalanıp, yatağında, sevdiklerin baş ucundayken durumunu bilerek ölmek daha güzel.
Tıpkı dün gördüğüm, ölümü bekleyen ama hala iyileşeceğine inanan, yaşamla bağını hiç kopartmayan tam tersine daha da sıkı sıkıya tutan o güçlü insan gibi.
Bunları şimdi niye sabah sabah uyumayıp bize anlattın derseniz.
Bu kadar yıl sonra ilk defa, ölüme gerçekten çok yakın ama bir o kadar da uzak bir insanı ilk defa gördüğüm ve yaşamın değerini bir kez daha anladığımdan afallamış durumdayım.
Hani bazen her şeyden sıkılıp, şikayet ediyoruz ya, ne rutin, sıkıcı bir yaşamımız var diye.
O zaman inadına daha çok sarılmalıyız yaşama.
Daha çok yediğimizin tadını almalı, daha çok sevdiklerimizle birlikte olmalıyız.
Entelektüel olmayı bir kenara bırakıp, olduğumuz gibi olmalıyız.
Bazen basit, anlaşılması kolay ama tam da olduğumuz gibi işte.
Olduğumuzdan farklı görünmeye çalışmamalıyız, o ne der? Bu ne der diye.
Kendimize daha çok zaman ayırmalı, her anımızı hissederek ve farkında olarak geçirmeliyiz. İpten, saptan sebeplerle mutsuz etmemeliyiz kendimizi. Parasızlığı da takmamak lazım.
Çok değerli bir şeyi yaşıyoruz, yani hayatımızı, onu öyle güzelliklerle doldurmalıyız ki, öldüğümüzde, yaşanmamış hiçbir şey kalmamalı. Eğer tıbben de, sana yapabileceklerimiz bu kadar deniliyorsa. Onu da atın bir kenara, yani tüm öğrendiklerimizi, sağlık bilgilerini, tatsız tuzsuz kepek ekmeklerini, bir kibrit kutusu kadar yağsız peynirleri. Ne bulursanız onu yiyin ama canınızın en çok istediği şeyleri. Öyle hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmayın. Egoistçe, bencilce canınız ne istiyorsa onu yapın. Psikologların dediği gibi narsist olmak iyi değildir diyen doktorunuza; İyi ya, ben narsist olmazsam, sana kim gelecek o zaman deyip, espriyi patlatın. Her şeyden önce kendinizi çok sevin ve yaşamınızın kıymetini bilin. Çünkü gerçekten bir gün, hem de hiç bilmediğiniz bir anda, ellerinizden kayıp gidecek. O anında tadını çıkarın. Ben tüm bu hislerin hikayeden ibaret ve geçici bir duygusal bunalım olmadığını, yüzde yüz gerçek olduğunu bir kez daha gördüm çünkü….
Mutlaka bu yazımdan da hoşlananlar olduğu kadar, beğenmeyenler de olacaktır.
Bazen dedikleri gibi; ‘Bu ne ya’ diye yorumlar yazıyorlar üşenmeyip.
Siz beni boş verin kadın delirmiş işte zırvalayıp durmuş deyip, geçin gidin….