Ülkelerin iç ve dış politikası her zaman birbirini etkiler ve ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Bulunduğu coğrafya ve sahip olduğu tarihi miras nedeniyle bu gerçek Türkiye için daha fazla geçerlidir.
Nitekim dış ilişkiler Osmanlı için hep yaşamsal önem taşıyan bir konu oldu. Türkiye Cumhuriyeti için de kurulduğu günden itibaren öyle oldu, bugün de öyle.
Şimdi Türkiye’nin dış ilişkileri tehlikeli bir tıkanma yaşıyor. AKP iktidarının en etkili akıl hocalarından ilahiyat kökenli bir köşe yazarı kısa süre önce bu çok yönlü tıkanmayı, Türkiye’ye karşı “ABD, Rusya, AB ve İsrail ittifak etmiş bulunuyorlar” diye özetledi.
Tıkanmanın iktidar tarafından görüldüğünü gösteren başka açık kanıtlar da var. AKP yanlısı medya dış politikada değişiklik ihtiyacını giderek artan bir şekilde seslendiriliyor ve bunun geciktiği ifade ediliyor.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş değişikliğin artık bir “zaruret” haline geldiğini açıkladı. Başta Suriye hangi konularda değişim gerektiğini sıraladı.
Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin nedeni, yapılan bütün iyi niyetli eleştiri ve önerilere rağmen AKP’nin 2011’den sonra ısrarla sürdürdüğü isabetsiz uygulamalar. Bu isabetsiz uygulamalar içerikle sınırlı değil; üslup da ciddi ölçüde kusurlu.
Halbuki diplomasi, farklı kültürler arasındaki diyaloğun adıdır. Beşeri ilişkilerin her alanında dikkat edilmesi gereken üslupta nezaket ve özen, o nedenle dış ilişkilerde daha da önem kazanır.
Buna karşılık aynı ilahiyatçı köşe yazarı, neredeyse ilgili tüm dünya ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkilerinin kopmasının nedenini şöyle açıklıyor: O ülkelerin “Türkiye’nin güçlenmesini, büyümesini, lider ülke olarak İslam dünyasını bir şekilde birleştirmesini engellemek” istemeleri.
Esasen bu açıklama gerçek dünyadan öylesine kopuk ki pek ciddiye almamak gerekirdi. AKP iktidarını başlangıçta yıllar boyu destekleyen ve iyi ilişkiler içinde bulunan aynı ülkeler değil mi?
Ama üzerinde durmayı gerektiren hususlar var. Bu komplo teorisinin tek nedeni kendi kitleleri nezdinde mağdur edilen taraf duygusu yaratmak değil. Sadece bu sözlerin sahibi değil, iktidarın en üst düzeydeki karar vericileri arasında bu gerçeklerden kopuk açıklamalara samimiyetle inananlar olduğu görülüyor.
İnsanların komplo teorilerine inanmasının başta gelen bir nedeni, karşılaştığı olayların gerçek yönleriyle ilgili yeterli ölçüde doğru bilgiye sahip olmamasıdır. O takdirde karşılaştığı olguları, zayıf ve temelsiz varsayımlar üzerinden açıklayabilir. Veya o tür basitleştirilmiş açıklamalara kolayca inanabilir.
Burada vahim olan durum, bizzat dış politikayı şekillendiren en üstteki karar vericilerin böyle bir durum içinde bulunması. Bir başka ifadeyle, dış politikanın tıkanmasına yol açan isabetsiz kararların nedeni ile o kararlar sonucunda karşılaşılan tıkanmayı açıklamak için uçuk komplo teorilerine başvurulmasının nedeni aynı.
Eğer yukarıdaki tahlil doğruysa, bu durum önemli bir sonuca işaret edecektir: Bir kısmı artık AKP’nin organik bütünlüğü içinden gelen eleştirilere ve yaşanan tıkanmaya rağmen, dış politikada esaslı bir değişim beklenmemelidir.
Yıllar boyu Obama yönetiminin Esed rejimini düşürmek için askeri müdahale yapabileceği umut edildi; halbuki bütün işaretler tersini gösteriyordu. Rus uçağını düşürme kararı verilirken, Rusya’nın nasıl bir tepki vereceği ve bir sonraki adımlar hesap edilmedi, edilemedi. Şimdi tüm Avrupa’ya dönük “göçmenleri üstüne salarız, ha” diye tehditler kamuoyuna açık bir şekilde ısrarla sürdürülüyor ve bu tutumun Avrupa’da nasıl sonuçlar doğuracağı iyi hesap edilemiyor. Kolayca çoğaltılabilecek bu örnekler, en üst düzeydeki karar vericilerin Batı’daki muhataplarını tahlil etme kapasitesinde ciddi eksikler olduğunu gösteriyor.
Ortadoğu’ya dönük olarak da durum farklı değil. İslami gelenekten gelen mevcut iktidarın karar vericileri o geleneğin merkezi alanını oluşturan bölge için, bilgi temeli sağlam analizlere dayanan siyaset oluşturma konusunda da çok başarılı değil.
Yaklaşık 1400 yıllık tarihi boyunca İslam dünyasının birliği hiçbir zaman mümkün olmadı. Kısmen farklı dini yorumlar (teoloji) nedeniyle, ama özellikle siyasi nedenlerle mümkün olmadı.
Aradan geçen yüzyıllar boyunca farklı teolojik yorumlar kurumsallaştı. Siyasi ayrılıklar büyüdü ve her biri farklı çıkarlar peşinde koşan çok sayıda devlet ortaya çıktı. 18. yüzyıldan itibaren tarih sahnesine çıkan milliyetçilik, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Müslüman topluluklar arasında en güçlü ideolojilerden biri haline geldi.
On dört yüzyıllık bu tecrübeye rağmen, şimdi 21. yüzyılda İslam dünyasının bir şekilde birleşeceği ve Türkiye’nin (veya bir başka ülkenin) o birliğin lideri olacağı beklentisi boş bir hayal. Boş hayaller üzerine kurulu bir siyasetin varacağı yer hüsrandır.
Bu hüsranın bir örneği Suriye’dir. Bugün Suriye’de Amerika, Rusya, İran, Kürtler, vs. hepsi etkili bir şekilde vardır; en elverişli durumda bulunan komşu Türkiye ise kendisini en etkisiz ve çaresiz oyunculardan biri durumuna indirgemiştir. Öylesine çaresizdir ki, kendi toprağı Suriye’den füzelerle sürekli vurulurken en meşru savunma hakkı çerçevesinde yapması gereken şeyleri dahi yeterince yapamamaktadır.
Tıkanmış dış siyasetin Batı’da vardığı yer, farklı siyasi çizgideki iktidarlar tarafından on yıllardır sürdürülen Türkiye’nin AB üyelik hedefin son bulması olmuştur. Üyelik penceresinin kapanması ve fiilen AB’den dışlanmak olmuştur.
Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa’daki en güçlü destekçisi hep İngiltere oldu. O ülkenin iki büyük partisi Muhafazakarlar ve İşçi Partisi, Türkiye’nin AB üyeliğini daima kuvvetli bir şekilde destekledi.
Ama şimdi Muhafazakar Parti lideri ve İngiltere Başbakanı, Türkiye’nin AB üyeliği konusundan “belki 3000 yılında olabilir” diye istihza ile söz ediyor. İsabetsiz siyasetin bizi getirdiği yer bu.
AB üyesi olmamak elbette dünyanın sonu anlamına gelmez ve her koşul altında Türkiye yoluna devam eder. Ancak AB üyeliği, başta ülkenin toprak bütünlüğü açısından sağlayacağı güvence olmak üzere, Türkiye’nin çıkarlarına büyük kazanımlar getirecektir.
Yeni AB Bakanı’nın göreve başladığı gün iddia ettiğinin aksine, Türkiye için AB dışında bir başka entegrasyon seçeneği de yoktur. Varsa, Sayın Bakan söylesin!
İçerde demokratik rejimi iflas etmiş ve muhalefeti perişan, dışarıda kendi bölgesi dahil dünya ile ilişkileri tıkanmış bir ülke için gelecek tahmini ne olabilir? O tahmini de okuyucularımız bırakalım!
">Ülkelerin iç ve dış politikası her zaman birbirini etkiler ve ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Bulunduğu coğrafya ve sahip olduğu tarihi miras nedeniyle bu gerçek Türkiye için daha fazla geçerlidir.
Nitekim dış ilişkiler Osmanlı için hep yaşamsal önem taşıyan bir konu oldu. Türkiye Cumhuriyeti için de kurulduğu günden itibaren öyle oldu, bugün de öyle.
Şimdi Türkiye’nin dış ilişkileri tehlikeli bir tıkanma yaşıyor. AKP iktidarının en etkili akıl hocalarından ilahiyat kökenli bir köşe yazarı kısa süre önce bu çok yönlü tıkanmayı, Türkiye’ye karşı “ABD, Rusya, AB ve İsrail ittifak etmiş bulunuyorlar” diye özetledi.
Tıkanmanın iktidar tarafından görüldüğünü gösteren başka açık kanıtlar da var. AKP yanlısı medya dış politikada değişiklik ihtiyacını giderek artan bir şekilde seslendiriliyor ve bunun geciktiği ifade ediliyor.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş değişikliğin artık bir “zaruret” haline geldiğini açıkladı. Başta Suriye hangi konularda değişim gerektiğini sıraladı.
Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin nedeni, yapılan bütün iyi niyetli eleştiri ve önerilere rağmen AKP’nin 2011’den sonra ısrarla sürdürdüğü isabetsiz uygulamalar. Bu isabetsiz uygulamalar içerikle sınırlı değil; üslup da ciddi ölçüde kusurlu.
Halbuki diplomasi, farklı kültürler arasındaki diyaloğun adıdır. Beşeri ilişkilerin her alanında dikkat edilmesi gereken üslupta nezaket ve özen, o nedenle dış ilişkilerde daha da önem kazanır.
Buna karşılık aynı ilahiyatçı köşe yazarı, neredeyse ilgili tüm dünya ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkilerinin kopmasının nedenini şöyle açıklıyor: O ülkelerin “Türkiye’nin güçlenmesini, büyümesini, lider ülke olarak İslam dünyasını bir şekilde birleştirmesini engellemek” istemeleri.
Esasen bu açıklama gerçek dünyadan öylesine kopuk ki pek ciddiye almamak gerekirdi. AKP iktidarını başlangıçta yıllar boyu destekleyen ve iyi ilişkiler içinde bulunan aynı ülkeler değil mi?
Ama üzerinde durmayı gerektiren hususlar var. Bu komplo teorisinin tek nedeni kendi kitleleri nezdinde mağdur edilen taraf duygusu yaratmak değil. Sadece bu sözlerin sahibi değil, iktidarın en üst düzeydeki karar vericileri arasında bu gerçeklerden kopuk açıklamalara samimiyetle inananlar olduğu görülüyor.
İnsanların komplo teorilerine inanmasının başta gelen bir nedeni, karşılaştığı olayların gerçek yönleriyle ilgili yeterli ölçüde doğru bilgiye sahip olmamasıdır. O takdirde karşılaştığı olguları, zayıf ve temelsiz varsayımlar üzerinden açıklayabilir. Veya o tür basitleştirilmiş açıklamalara kolayca inanabilir.
Burada vahim olan durum, bizzat dış politikayı şekillendiren en üstteki karar vericilerin böyle bir durum içinde bulunması. Bir başka ifadeyle, dış politikanın tıkanmasına yol açan isabetsiz kararların nedeni ile o kararlar sonucunda karşılaşılan tıkanmayı açıklamak için uçuk komplo teorilerine başvurulmasının nedeni aynı.
Eğer yukarıdaki tahlil doğruysa, bu durum önemli bir sonuca işaret edecektir: Bir kısmı artık AKP’nin organik bütünlüğü içinden gelen eleştirilere ve yaşanan tıkanmaya rağmen, dış politikada esaslı bir değişim beklenmemelidir.
Yıllar boyu Obama yönetiminin Esed rejimini düşürmek için askeri müdahale yapabileceği umut edildi; halbuki bütün işaretler tersini gösteriyordu. Rus uçağını düşürme kararı verilirken, Rusya’nın nasıl bir tepki vereceği ve bir sonraki adımlar hesap edilmedi, edilemedi. Şimdi tüm Avrupa’ya dönük “göçmenleri üstüne salarız, ha” diye tehditler kamuoyuna açık bir şekilde ısrarla sürdürülüyor ve bu tutumun Avrupa’da nasıl sonuçlar doğuracağı iyi hesap edilemiyor. Kolayca çoğaltılabilecek bu örnekler, en üst düzeydeki karar vericilerin Batı’daki muhataplarını tahlil etme kapasitesinde ciddi eksikler olduğunu gösteriyor.
Ortadoğu’ya dönük olarak da durum farklı değil. İslami gelenekten gelen mevcut iktidarın karar vericileri o geleneğin merkezi alanını oluşturan bölge için, bilgi temeli sağlam analizlere dayanan siyaset oluşturma konusunda da çok başarılı değil.
Yaklaşık 1400 yıllık tarihi boyunca İslam dünyasının birliği hiçbir zaman mümkün olmadı. Kısmen farklı dini yorumlar (teoloji) nedeniyle, ama özellikle siyasi nedenlerle mümkün olmadı.
Aradan geçen yüzyıllar boyunca farklı teolojik yorumlar kurumsallaştı. Siyasi ayrılıklar büyüdü ve her biri farklı çıkarlar peşinde koşan çok sayıda devlet ortaya çıktı. 18. yüzyıldan itibaren tarih sahnesine çıkan milliyetçilik, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Müslüman topluluklar arasında en güçlü ideolojilerden biri haline geldi.
On dört yüzyıllık bu tecrübeye rağmen, şimdi 21. yüzyılda İslam dünyasının bir şekilde birleşeceği ve Türkiye’nin (veya bir başka ülkenin) o birliğin lideri olacağı beklentisi boş bir hayal. Boş hayaller üzerine kurulu bir siyasetin varacağı yer hüsrandır.
Bu hüsranın bir örneği Suriye’dir. Bugün Suriye’de Amerika, Rusya, İran, Kürtler, vs. hepsi etkili bir şekilde vardır; en elverişli durumda bulunan komşu Türkiye ise kendisini en etkisiz ve çaresiz oyunculardan biri durumuna indirgemiştir. Öylesine çaresizdir ki, kendi toprağı Suriye’den füzelerle sürekli vurulurken en meşru savunma hakkı çerçevesinde yapması gereken şeyleri dahi yeterince yapamamaktadır.
Tıkanmış dış siyasetin Batı’da vardığı yer, farklı siyasi çizgideki iktidarlar tarafından on yıllardır sürdürülen Türkiye’nin AB üyelik hedefin son bulması olmuştur. Üyelik penceresinin kapanması ve fiilen AB’den dışlanmak olmuştur.
Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa’daki en güçlü destekçisi hep İngiltere oldu. O ülkenin iki büyük partisi Muhafazakarlar ve İşçi Partisi, Türkiye’nin AB üyeliğini daima kuvvetli bir şekilde destekledi.
Ama şimdi Muhafazakar Parti lideri ve İngiltere Başbakanı, Türkiye’nin AB üyeliği konusundan “belki 3000 yılında olabilir” diye istihza ile söz ediyor. İsabetsiz siyasetin bizi getirdiği yer bu.
AB üyesi olmamak elbette dünyanın sonu anlamına gelmez ve her koşul altında Türkiye yoluna devam eder. Ancak AB üyeliği, başta ülkenin toprak bütünlüğü açısından sağlayacağı güvence olmak üzere, Türkiye’nin çıkarlarına büyük kazanımlar getirecektir.
Yeni AB Bakanı’nın göreve başladığı gün iddia ettiğinin aksine, Türkiye için AB dışında bir başka entegrasyon seçeneği de yoktur. Varsa, Sayın Bakan söylesin!
İçerde demokratik rejimi iflas etmiş ve muhalefeti perişan, dışarıda kendi bölgesi dahil dünya ile ilişkileri tıkanmış bir ülke için gelecek tahmini ne olabilir? O tahmini de okuyucularımız bırakalım!