Terör, o alçak yüzünü bir kez daha gösterdi.
Başkentte kaybettiğimiz masum yurttaşlarımıza ağlıyoruz.
Bir tedirginlik genelleşiyor; bir korku toplumsallaşıyor;
Sosyal medya ve fısıltı gazetesi sokakları adeta boşaltıyor:
“Aman şuraya gitmeyin, sakın buralarda gezinmeyin!”
Böyle bir yaşam olur mu?. Buna hangi sosyal ve ekonomik düzen dayanır?
Acıdır ama bir o kadar da açıktır: Türkiye “ağlarken” de “yaşamaya” devam etmek zorundadır.
Kuşkusuz bu noktada en büyük görev siyasi otoriteye ve 'güvenlik ve koordinasyonuna' düşüyor...
Ankara’daki saldırı ilk değildi -ve ama sosyal medyaya yansıyan öncesindeki- 'ihbarlarla' anılır oldu.
Şimdi kimi yorumlar şöyledir:
"Bir elçilik biliyor da bizimkiler neden bilmiyor"
Bu yaklaşım yerleşirse, bundan demokrasimiz zarar görmekle kalmaz,
Özellikle kimi dış çevreler, ülkemize yönelik "karışmacılık" ortamının elverişli hale geldiğine ilişkin "analizler" de çıkarabilirler.
Son yaşadığımız terör saldırısı kadar dramatik bir başka olgu daha var...
"Bundan sonrası için" vatandaşın kendisini yeterince güvende hissetmemesi olgusu.
Bunun belirtileri işte o anlık mesajlaşmalarda, o gündelik sohbetlerde çok açık görülmektedir.
Evet, örgütlü, planlı olduğu besbelli, çok unsurlu ve belki de çok-uluslu bir saldırı altındayız.
Bu saldırıya akılcı, soğukkanlı, hızlı ve en etkili şekilde karşı koymak zorundayız.
Elbette basınından akademisine, sanat kurumlarından spor camiasına görevler düşüyor.
Fakat asıl sorumluluk icra makamınındır…
Neredeyse sıfır terörden ‘78 milyonluk’ teröre yöneldik; zira hemen hemen her vatandaşımız tedirgindir.
Dış politikamızı gözden geçirmeli, açılımı buzluktan alıp, çöpe attığımızı beyan etmeliyiz.
İlk olarak bize bu düşmanlığı yapanları ulusal ve uluslararası düzlemde deşifre etmeliyiz.
İkinci olarak, bölge ülkeleriyle ilişkilerimizi “onarmalı” terör ihracına duvarlar çekmeliyiz.
Üçüncü olarak, PKK ve türevlerinin finansal kaynaklarını izlemeli ve mümkünce kesmeliyiz.
Dördüncü olarak, köklü bir devlet geleneğinin onarıcılığı-yapıcılığını ortaya koymalıyız.
Beşinci olarak, nefret, ayrımcılık, dışlayıcılık kokan söylemlerden kaçınmalıyız.
Altıncı olarak, AB’nin mülteci meselesindeki terazisine karşı ayağımızı denk almalıyız.
Kıbrıs ve Ege Kıta Sahanlığı, üçüncü ülkeler ile ticaret gibi konularda ön almaya bakmalıyız.
Yedinci olarak, en başta kendimizin, sonra da İrlanda ve İspanya’nın deneyimlerini doğru okumalıyız.
Bu son terör saldırısı, yağmurun, dökülen masum kanlarımızı yıkadığı gün(ler)e denk geldi.
İnternette şu mealde bir dize gördüm: Boşuna uğraşma gökyüzü ülkem kadar ağlayamazsın.
Ondan ilham alarak diyelim; “boşuna uğraşma emperyalizm Türkiye’yi bölemezsin!”
">
Terör, o alçak yüzünü bir kez daha gösterdi.
Başkentte kaybettiğimiz masum yurttaşlarımıza ağlıyoruz.
Bir tedirginlik genelleşiyor; bir korku toplumsallaşıyor;
Sosyal medya ve fısıltı gazetesi sokakları adeta boşaltıyor:
“Aman şuraya gitmeyin, sakın buralarda gezinmeyin!”
Böyle bir yaşam olur mu?. Buna hangi sosyal ve ekonomik düzen dayanır?
Acıdır ama bir o kadar da açıktır: Türkiye “ağlarken” de “yaşamaya” devam etmek zorundadır.
Kuşkusuz bu noktada en büyük görev siyasi otoriteye ve 'güvenlik ve koordinasyonuna' düşüyor...
Ankara’daki saldırı ilk değildi -ve ama sosyal medyaya yansıyan öncesindeki- 'ihbarlarla' anılır oldu.
Şimdi kimi yorumlar şöyledir:
"Bir elçilik biliyor da bizimkiler neden bilmiyor"
Bu yaklaşım yerleşirse, bundan demokrasimiz zarar görmekle kalmaz,
Özellikle kimi dış çevreler, ülkemize yönelik "karışmacılık" ortamının elverişli hale geldiğine ilişkin "analizler" de çıkarabilirler.
Son yaşadığımız terör saldırısı kadar dramatik bir başka olgu daha var...
"Bundan sonrası için" vatandaşın kendisini yeterince güvende hissetmemesi olgusu.
Bunun belirtileri işte o anlık mesajlaşmalarda, o gündelik sohbetlerde çok açık görülmektedir.
Evet, örgütlü, planlı olduğu besbelli, çok unsurlu ve belki de çok-uluslu bir saldırı altındayız.
Bu saldırıya akılcı, soğukkanlı, hızlı ve en etkili şekilde karşı koymak zorundayız.
Elbette basınından akademisine, sanat kurumlarından spor camiasına görevler düşüyor.
Fakat asıl sorumluluk icra makamınındır…
Neredeyse sıfır terörden ‘78 milyonluk’ teröre yöneldik; zira hemen hemen her vatandaşımız tedirgindir.
Dış politikamızı gözden geçirmeli, açılımı buzluktan alıp, çöpe attığımızı beyan etmeliyiz.
İlk olarak bize bu düşmanlığı yapanları ulusal ve uluslararası düzlemde deşifre etmeliyiz.
İkinci olarak, bölge ülkeleriyle ilişkilerimizi “onarmalı” terör ihracına duvarlar çekmeliyiz.
Üçüncü olarak, PKK ve türevlerinin finansal kaynaklarını izlemeli ve mümkünce kesmeliyiz.
Dördüncü olarak, köklü bir devlet geleneğinin onarıcılığı-yapıcılığını ortaya koymalıyız.
Beşinci olarak, nefret, ayrımcılık, dışlayıcılık kokan söylemlerden kaçınmalıyız.
Altıncı olarak, AB’nin mülteci meselesindeki terazisine karşı ayağımızı denk almalıyız.
Kıbrıs ve Ege Kıta Sahanlığı, üçüncü ülkeler ile ticaret gibi konularda ön almaya bakmalıyız.
Yedinci olarak, en başta kendimizin, sonra da İrlanda ve İspanya’nın deneyimlerini doğru okumalıyız.
Bu son terör saldırısı, yağmurun, dökülen masum kanlarımızı yıkadığı gün(ler)e denk geldi.
İnternette şu mealde bir dize gördüm: Boşuna uğraşma gökyüzü ülkem kadar ağlayamazsın.
Ondan ilham alarak diyelim; “boşuna uğraşma emperyalizm Türkiye’yi bölemezsin!”