Her inanç bir diğerine göre kendini “üstün” görmese bile kendisini onun “alternatifi” olarak görür. Dünyada bu kadar farklı inancın ve inançlar içinde “tarikatların” olmasının nedeni bu olsa da, dinleri, inançları karşı karşıya getirmek, kıyaslamak doğru değildir. Ancak, Ayasofya üzerinden toplumun bütün kesimleri üzerine o kadar büyük bir tazyik oluşturuldu ki, kıyaslamayı doğru bulmasam da, “mayınlı” bir araziye girerek Ayasofya ile Hacıbektaş’ı kıyaslamak zorunlu oldu!
Ayasofya, yapılış tarihi olarak İslamın ortaya çıkışı bir yana, Hz. Muhammed’in doğumundan da eskidir. Ayasofya, Hristiyanlıkta henüz köklü mezhepsel bölünmelerin yaşanmadığı bir dönemde, 537 yılında ibadete açıldığı için yalnızca Katolikleri temsil etmez, bütün Hristiyanları temsil eder…
1453’den sonra ise camiye dönüştürülerek “fethin” sembolü olması da bu gerçeği değiştirmez...
1934’de müzeye çevrildiğinde ise siyasal İslamcı örgütlerler üzerinden Yeni Osmanlıcıların “Zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak” sloganı ile “yeni fetih” sembolüne dönüşür…
Danıştay “kararı” ile yeniden camiye dönüştürülen Ayasofya için en üst perdeden “tarihe ihanet" başta olmak üzere, “bir ibadethanenin müzeye dönüştürülmesinin çok yanlış” olduğu ve “Ayasofya’nın müze olarak kalması insan kaklarına aykırıdır” açıklamaları yapıldı!
Mabetlerin “zorla” değiştirilmesi ve “insanlığın ortak kültür mirası” tartışmaları bir yana, en yüksek perdeden hepimize “inanç özgürlüğü ve miras hakkı” dersi vermeye kalkanlar gözlerinin önündeki Alevi-Bektaşi Dergahlarını / ibadethanelerini görmüş olsalar, bu söylediklerinden dolayı belki biraz inandırıcı olabilirlerdi ama nerede? Uygulama bir yana farklı bir şey akıllarına bile gelmiyor…
HACI BEKTAŞ VELİ
Hacı Bektaş Veli’nin 1209’da doğduğu, 1270’de Hak’ka yürüdüğü söylense de, doğumu ve ölümü ile ilgili farklı tarihler olsa da, Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın yaklaşık 700 yıllık tarihi olduğu tarihsel bir gerçekliktir.
Aleviler ve Bektaşiler, Hacı Bektaş Veli’yi ve onun öğretisinin yaşatıldığı Hacıbektaş Dergahını "serçeşme" yani ana kaynak olarak tanır, Hacıbektaş’ı da "Mürşit Kapısı" olarak görürler. Yani, Hristiyanlar için Vatikan, Museviler için Kudüs, İslam için Mekke ne ise Alevi Bektaşiler için de Hacıbektaş odur!
Aleviler için bu kadar önemli bir merkez 1824’de II. Mahmut tarafından “Ümmet-i Muhammed’i ateist ve mülhit olarak adlandırılan güruh-u Alevilerin şerrinden korumak için Nakşibendi tarikat şeyhlerinin uhdesine” verildi. Üstelik yalnızca Hacı Bektaş Dergahı’da değil, 60 yıldan daha eski olan bütün Alevi-Bektaşi Dergâhları bütün mal varlıkları ile “hayırlı olay / Vaka-i Hayriye” denilerek “ehl-i sünnet” tarikatlara verildi…
Hacı Bektaş Dergâhı’na Nakşî şeyhlerinden Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atandı ve 1834 yılında bu dergaha yine II. Mahmut’un talimatıyla “Ak Cennet” denilen yere Alevi ne de Bektaşi geleneğiyle hiçbir ilgisi olmayan minaresiyle birlikte bir camiyi yaptırıldı! Yaklaşık 100 yıl Nakşi Şeyhlerinin yönetiminde kalan Hacıbektaş Dergahı, Cumhuriyetin kuruluş döneminde tümüyle kapatıldı ve vakıflara devredildi, 1964 yılında Alevilerin ısrarlı çabaları sonucu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir “müze statüsünde” hizmete açıldı!
Son birkaç yıla kadar para ödenerek girilen Hacı Bektaş Dergâhında “Anma Törenleri” sırasında özel izinli ibadet dışında halen ibadete kapalı!
Üstelik sorun yalnızca Hacı Bektaş Dergahı ile de sınırlı değil, bugün İstanbul’da Cemevi olarak kullanılan Şahkulu, Karacahmet, Karyağdı, Karaağaç, Erikli Baba gibi Alevi Bektaşi ibadethaneleri halen yasal olarak “Cemevi” olarak tanınmadığı gibi, kullanım karşılığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne kira ödüyorlar!
ÇİFTE STANDART
Cumhuriyet hukukunu fiili olarak yok sayan ve Osmanlı hukukunu hatırlayan Danıştay kararına sahip çıkanlar, “dışarıda” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “içerde” de Danıştay’ın “Cemevlerini ibadethane olarak tanıyın” kararlarını yok saymaya devam edenler, “yalnızca kendilerine Müslüman” oldukları için bu kararları bırakın uygulamayı “yok hükmünde” görüyorlar. Laflara bakmayacaksak gerçek bu…
Laf yerine uygulamayı bütün inançları kapsayacak şekilde eşit kılmak için, her inancın istediği gibi inandığı, istediği yerde ibadet ettiği, Ayasofya gibi ortak mekanların “insanlığın ortak kültürel mirası” olarak kabul edildiği, dinin devletin kurumsal yapısı dışına çıkarıldığı, çifte standart yerine eşit yurttaşlığın olduğu bir Türkiye için ezberlenmiş sözler yerine hiç değilse bir kez olsun, "Nefsine ağır geleni kimseye uygulama", "Yetmişiki milleti bir gör" ve “Her ne arar isen, kendinde ara / Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değil” diyen ve "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" vurgusu yapan Hacı Bektaş Veli’ye kulak vermekte yarar var!
16 Temmuz 2020, İstanbul
Necdet Saraç
">
Her inanç bir diğerine göre kendini “üstün” görmese bile kendisini onun “alternatifi” olarak görür. Dünyada bu kadar farklı inancın ve inançlar içinde “tarikatların” olmasının nedeni bu olsa da, dinleri, inançları karşı karşıya getirmek, kıyaslamak doğru değildir. Ancak, Ayasofya üzerinden toplumun bütün kesimleri üzerine o kadar büyük bir tazyik oluşturuldu ki, kıyaslamayı doğru bulmasam da, “mayınlı” bir araziye girerek Ayasofya ile Hacıbektaş’ı kıyaslamak zorunlu oldu!
Ayasofya, yapılış tarihi olarak İslamın ortaya çıkışı bir yana, Hz. Muhammed’in doğumundan da eskidir. Ayasofya, Hristiyanlıkta henüz köklü mezhepsel bölünmelerin yaşanmadığı bir dönemde, 537 yılında ibadete açıldığı için yalnızca Katolikleri temsil etmez, bütün Hristiyanları temsil eder…
1453’den sonra ise camiye dönüştürülerek “fethin” sembolü olması da bu gerçeği değiştirmez...
1934’de müzeye çevrildiğinde ise siyasal İslamcı örgütlerler üzerinden Yeni Osmanlıcıların “Zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak” sloganı ile “yeni fetih” sembolüne dönüşür…
Danıştay “kararı” ile yeniden camiye dönüştürülen Ayasofya için en üst perdeden “tarihe ihanet" başta olmak üzere, “bir ibadethanenin müzeye dönüştürülmesinin çok yanlış” olduğu ve “Ayasofya’nın müze olarak kalması insan kaklarına aykırıdır” açıklamaları yapıldı!
Mabetlerin “zorla” değiştirilmesi ve “insanlığın ortak kültür mirası” tartışmaları bir yana, en yüksek perdeden hepimize “inanç özgürlüğü ve miras hakkı” dersi vermeye kalkanlar gözlerinin önündeki Alevi-Bektaşi Dergahlarını / ibadethanelerini görmüş olsalar, bu söylediklerinden dolayı belki biraz inandırıcı olabilirlerdi ama nerede? Uygulama bir yana farklı bir şey akıllarına bile gelmiyor…
HACI BEKTAŞ VELİ
Hacı Bektaş Veli’nin 1209’da doğduğu, 1270’de Hak’ka yürüdüğü söylense de, doğumu ve ölümü ile ilgili farklı tarihler olsa da, Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın yaklaşık 700 yıllık tarihi olduğu tarihsel bir gerçekliktir.
Aleviler ve Bektaşiler, Hacı Bektaş Veli’yi ve onun öğretisinin yaşatıldığı Hacıbektaş Dergahını "serçeşme" yani ana kaynak olarak tanır, Hacıbektaş’ı da "Mürşit Kapısı" olarak görürler. Yani, Hristiyanlar için Vatikan, Museviler için Kudüs, İslam için Mekke ne ise Alevi Bektaşiler için de Hacıbektaş odur!
Aleviler için bu kadar önemli bir merkez 1824’de II. Mahmut tarafından “Ümmet-i Muhammed’i ateist ve mülhit olarak adlandırılan güruh-u Alevilerin şerrinden korumak için Nakşibendi tarikat şeyhlerinin uhdesine” verildi. Üstelik yalnızca Hacı Bektaş Dergahı’da değil, 60 yıldan daha eski olan bütün Alevi-Bektaşi Dergâhları bütün mal varlıkları ile “hayırlı olay / Vaka-i Hayriye” denilerek “ehl-i sünnet” tarikatlara verildi…
Hacı Bektaş Dergâhı’na Nakşî şeyhlerinden Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atandı ve 1834 yılında bu dergaha yine II. Mahmut’un talimatıyla “Ak Cennet” denilen yere Alevi ne de Bektaşi geleneğiyle hiçbir ilgisi olmayan minaresiyle birlikte bir camiyi yaptırıldı! Yaklaşık 100 yıl Nakşi Şeyhlerinin yönetiminde kalan Hacıbektaş Dergahı, Cumhuriyetin kuruluş döneminde tümüyle kapatıldı ve vakıflara devredildi, 1964 yılında Alevilerin ısrarlı çabaları sonucu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir “müze statüsünde” hizmete açıldı!
Son birkaç yıla kadar para ödenerek girilen Hacı Bektaş Dergâhında “Anma Törenleri” sırasında özel izinli ibadet dışında halen ibadete kapalı!
Üstelik sorun yalnızca Hacı Bektaş Dergahı ile de sınırlı değil, bugün İstanbul’da Cemevi olarak kullanılan Şahkulu, Karacahmet, Karyağdı, Karaağaç, Erikli Baba gibi Alevi Bektaşi ibadethaneleri halen yasal olarak “Cemevi” olarak tanınmadığı gibi, kullanım karşılığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne kira ödüyorlar!
ÇİFTE STANDART
Cumhuriyet hukukunu fiili olarak yok sayan ve Osmanlı hukukunu hatırlayan Danıştay kararına sahip çıkanlar, “dışarıda” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “içerde” de Danıştay’ın “Cemevlerini ibadethane olarak tanıyın” kararlarını yok saymaya devam edenler, “yalnızca kendilerine Müslüman” oldukları için bu kararları bırakın uygulamayı “yok hükmünde” görüyorlar. Laflara bakmayacaksak gerçek bu…
Laf yerine uygulamayı bütün inançları kapsayacak şekilde eşit kılmak için, her inancın istediği gibi inandığı, istediği yerde ibadet ettiği, Ayasofya gibi ortak mekanların “insanlığın ortak kültürel mirası” olarak kabul edildiği, dinin devletin kurumsal yapısı dışına çıkarıldığı, çifte standart yerine eşit yurttaşlığın olduğu bir Türkiye için ezberlenmiş sözler yerine hiç değilse bir kez olsun, "Nefsine ağır geleni kimseye uygulama", "Yetmişiki milleti bir gör" ve “Her ne arar isen, kendinde ara / Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değil” diyen ve "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" vurgusu yapan Hacı Bektaş Veli’ye kulak vermekte yarar var!
16 Temmuz 2020, İstanbul
Necdet Saraç