Merakla beklenen 23 Haziran referandumunu, %52 oyla Birleşik Krallığın (Britanya) AB’den ayrılmasını isteyenler kazandı.
Zor bir yarış oldu. Başta Britanya Başbakanı David Cameron, kurulu düzenin (establishment) hiç tahmin etmediği bir sonuç çıktı. Ayrılma yanlıları seçmen üzerinde daha etkili bir kampanya yürüttü ve son haftalarda adım adım ilerleyip öne geçti.
Başbakan Cameron başlangıçta kendine çok güveniyordu. Rahat bir sonuç almayı bekliyordu. Çünkü her şey lehte görünüyordu.
Bir yıl önce yapılan seçimden zaferle çıkmıştı. Dört ay önce şubat ayında AB’yle yaptığı pazarlıkta istediğini almıştı – veya söylem öyleydi. Ana muhalefet İşçi Partisi AB’de kalmaktan yanaydı.
Almanya Başbakanı Angela Merkel dahil tüm AB liderleri Cameron’a açık destek veriyordu. İngilizlerin son dönemde en çok sempati duyduğu ABD başkanı olan Barack Obama, açıkça Britanya’nın AB’de kalması gerektiğini söyledi.
IMF, Dünya Bankası, değişik Merkez Bankaları gibi büyük kurumlar, çokuluslu dev şirketler ve dünya finans merkezi Wall Street’in en ünlü isimleri dahil hemen tüm etkili çevreler Britanya AB’de kalsın diye açık çağrılar yaptı, destek verdi.
AB’ye devam için çalışan İşçi Partili genç bayan milletvekili Jo Cox oy verme gününe sadece bir hafta kala fanatik bir saldırgan tarafından hunharca katledildi. Pek çok gözlemci, bu acı kaybın yarattığı duygusal ortamın AB yanlısı oyların artmasına katkı yaptığına işaret etti.
Ama her şeye rağmen olmadı. AB karşıtları muazzam bir zafer kazandı. Tebriği hak ediyorlar.
Niçin kazandılar?
Ayrılma yanlıları Britanya seçmeni üzerinde daha etkili olan somut bir kampanya yürüttü. Mesela Britanya her hafta Brüksel’e net olarak 350 milyon pound (500 milyon dolar) veriyor konusunu işlediler. AB yanlıları savunmada kalarak cevap verirken, seçmeni daha da kızdırdı: Hayır, yanlış, her hafta giden para 500 değil 300 milyon dolar!
Kampanyada bir başka önemli husus göçmenler konusu oldu. Britanya seçmeni, AB’nin gevşek göçmen konusunu onaylamıyordu.
AB’nin mevcut ‘tek pazar’ politikası, her üye ülke vatandaşının dilediği bir başka AB ülkesine yerleşebilmesini, o ülkenin sağlık, işsizlik yardımı gibi tüm sosyal imkanlarından aynen yararlanmasını öngörüyor. Bu uygulama, büyüyen AB için gerçekçi değil.
500 milyon AB vatandaşının otomatik olarak Britanya’da yerleşme hakkı kazanmasını seçmen onaylamadı.
Ancak AB karşıtlarının kazandığı büyük zafer sadece başarılı kampanya ile açıklanamaz. Sadece popülist söylemlerle açıklamak da hiç yeterli değildir.
Zaferin esas nedeni, AB’den ayrılmak isteyenlerin dayandığı ikna gücü yüksek temel gerekçedir: Çok sayıda halklardan oluşan Avrupa’nın, merkezi ve federal bir siyasi yapı içinde tutulması doğru değildir.
Merkeziyetçi ve federalist bir Avrupa isteyen görüşlerin sembolü Brüksel şehri oldu. Orada bugüne kadar çok yanlış şey yapıldı.
AB’nin karşılaştığı her ciddi sorun için çare olarak, Brüksel daha merkeziyetçi çözüm arayışına girdi. Üye devletleri serbest bırakmak yerine, ellerini kollarını daha çok bağlayan adımlar atıldı.
Bunu da, daha düne kadar sık sık tekrarladıkları gibi, “daha fazla Avrupa” sloganıyla dile getirdiler. Şimdi öyle bir kroşe yediler ki, herhalde bir daha o sloganı tekrar etmeleri zor olacak.
Çarpıcı yanlışlardan biri, Yunanistan’da bağıra bağıra gelen Avro krizi oldu. Merkezi işleyişi artırarak Yunan krizine çözüm aradılar, olmadı. Yıllar geçti ama Yunanistan hâlâ krizde, hâlâ kıvranıyor.
Halbuki Yunanistan serbest bırakılsaydı, krizin başında kendi para birimine dönseydi, istikrarı ve refah artışını çoktan yakalamış olacaktı.
Şimdi federal ve merkeziyetçi Avrupa dönemi bitti. Bu hezimetten sonra geride kalan AB ülkeleri herhalde aynı yolda devam edemez. Gelişmeler, AB’nin konfederasyon ilkelerini esas alan bir dönüşüm geçirmesini zorluyor.
AB’nin getirdiği pek çok olumlu katkı var. Kişilerin, malların, hizmetlerin, sermayenin serbest dolaşımı gibi. Avrupa dayanışması, birlik ve beraber hareket etme duygusu gibi.
Ama Avrupa Birleşik Devletleri mümkün değildi. Britanya referandumu bu gerçeği ortaya çıkardı.
Şimdi, Avrupa devletlerinin hem tek tek bağımsızlığını koruyacağı, hem beraber hareket edecekleri yeni bir Avrupa yapılanmasına ihtiyaç var. Konfederal bir oluşuma, Avrupa Devletler Birliği (ADB) gibi yeni bir ortak yapıya ihtiyaç var.
Hayati bir gerçeği asla gözden kaçırmayalım. Sadece Britanya referandumu değil, Avrupa’nın kadim gelenekleri ve mevcut koşullar da böyle bir dönüşümü zorluyor. Bunu uzun süredir yazıyorum.
Federasyon genellikle kendi iç işlerinde serbest, ama savunma, para birimi, dış politika gibi konularda merkezi kararlara göre hareket etmeyi gerektiren bir modelidir. Merkezi hükümetin ve federe tarafların yetkileri bir anayasa ile belirlenir. Taraflar bu anayasayı tek taraflı değiştiremez.
Konfederasyon ise, egemen devletlerin oluşturduğu işbirliğidir. Ortak hareket etme daha çok, devletler arasında yapılan anlaşmalar çerçevesinde yürür. Her devlet her uygulamayı kabul etmeyebilir.
Özerklik, kendi kendini yönetme ve ademi merkeziyetçilik, Avrupa’nın en derindeki gelenekleridir. Avrupa devletlerinin birliği açısından o geleneklere daha uygun olan federasyon değil, konfederasyondur.
Avrupa’da siyasi birliğin, tüm Avrupa ülkelerini kapsaması gerekir. AB, üye yaptığı Doğu Avrupa ülkelerini bile henüz entegre edemedi.
Sırbistan, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Makedonya ne olacak? Moldavya ve Ukrayna ne olacak? Eğer bir gün demokrasi ve hukuk devleti yoluna geri dönerse, Türkiye ne olacak?
Bütün bu ülkelerin federal bir AB içinde yer alması imkansız. Mevcut koşullar da konfederal bir yapıyı zorluyor.
Bazı çevreler Britanya’nın AB’den ayrılma arayışını, popülist ve kendini dünyadan tecrit etmek isteyen (izolasyonist) eğilimlerin sonucu olarak yorumluyor. Liberal değerler karşıtı veya küreselleşme karşıtı bir tutum olarak değerlendiriyor.
Ama bu algılamalar çok isabetli ve açıklayıcı değil. Liberal geleneklerin beşiği İngiltere kendini dünyadan tecrit eden bir yola girmez, giremez. Ayrılma kampanyasının sözcüleri de, Britanya’nın sadece AB değil tüm dünyayla yoğun ilişki içine gireceğini ısrarla vurguladı.
Şimdi ne olacak?
Birleşik Krallık dört ülkeden oluşuyor: İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda. Kamuoyu araştırmaları İngiltere ve Galler seçmeninin ayrılmayı, İskoçya ve Kuzey İrlanda seçmeninin açık ara AB’de kalmayı istediğini gösteriyordu. İngiltere nüfusu toplamın yaklaşık %85’ini oluşturduğu için ayrılma yanlıları kazandı. Bağımsızlık arayışının zaten güçlü olduğu ve %60’tan fazla AB yönünde oy veren İskoçya şimdi ayrılık yoluna girebilir.
Britanya’nın düzenli yürüyecek bir ayrılık süreci için AB’yle yürüteceği müzakereler zaman alsa da, artık geri dönülmez yola girildi. Britanya şimdi Gümrük Birliği (GB) yerine Serbest Ticaret Anlaşması (STA) yapacak.
Türkiye’nin bunu yakından izlemesinde fayda var. Aslında Türkiye 1995’te GB anlaşmasını imzalarken, ısrarlı bir şekilde bunun yanlış olduğunu, STA yapması gerektiğini vurgulamıştım.
Başbakan Cameron herhalde kısa süre içinde istifasını açıklayacak. Ayrılık müzakerelerini başka bir başbakan yürütmeli.
Muhafazakar Parti başkanlığı için en güçlü aday, ayrılma kampanyasının yüzü olarak ön plana çıkan eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson (51). Öylece Johnson için başbakanlık yolu da açılmış olacak.
Britanya referandumu Türkiye için ne anlama geliyor? Cevap basit. AB üyeliği açısından bir anlam ifade etmiyor. Çünkü referandum sonucundan bağımsız olarak, demokratik rejimi ve hukuk devletini rafa kaldıran mevcut iktidar döneminde Türkiye’nin AB üyeliği boş bir hayal.
Türkiye şimdi demokrasi olduğu kadar stratejik açıdan da yolunu kaybetmiş bir ülke. Nereye doğru gittiğimizi en yüksek düzeydeki karar vericilerin dahi tam anlamıyla bildiğini, kontrol edebildiğini sanmıyorum. Ama o yol kesinlikle Avrupa yolu değil.
AB üyeliğini gerçekte hiç benimsemediği ve umursamadığı şimdi iyice ortaya çıkmış bulunan mevcut iktidar, Britanya referandumunu gerekçe olarak kullanarak AB’yle bağları koparma arayışına yönelebilir.
Britanya referandumunda göçmenler konusu büyük ağırlık taşıdı. Diğer AB ülkelerinin hepsinde zaten değişik düzeylerde mevcut olan göçmen karşıtı eğilimler, şimdi son gelişmelerin etkisiyle daha da artacak. Otomatik yerleşme hakkı gibi, tek pazar uygulaması içindeki bazı hususlar revize edilebilir.
AB karar merkezlerinde, göçmen sorununu Türkiye’nin öngörülmesi zor tutumundan ve yer yer kabadayılık düzeyine yaklaşan tavrından tamamen bağımsız bir şekilde çözme arayışları eminim ki daha da güçlenecek.
Göçmen sorunu kısa sürede ortadan kalkmayacak. Avrupa’nın bu ciddi soruna, Türkiye’ye asgari ölçüde bağlı bir çözüm bulması bazılarının sandığı gibi imkansız değil. Böyle bir gelişmenin Ankara’nın manevra alanını sınırlayan sonuçları olacaktır.
Eğer öngördüğümüz gibi konfederal doğrultuda bir Avrupa Devletler Birliği (ADB) oluşacaksa, Türkiye’nin bu birlik içinde yer alması daha kolay olur. Ama mutlak koşul, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti yoluna geri dönmesidir.
">Merakla beklenen 23 Haziran referandumunu, %52 oyla Birleşik Krallığın (Britanya) AB’den ayrılmasını isteyenler kazandı.
Zor bir yarış oldu. Başta Britanya Başbakanı David Cameron, kurulu düzenin (establishment) hiç tahmin etmediği bir sonuç çıktı. Ayrılma yanlıları seçmen üzerinde daha etkili bir kampanya yürüttü ve son haftalarda adım adım ilerleyip öne geçti.
Başbakan Cameron başlangıçta kendine çok güveniyordu. Rahat bir sonuç almayı bekliyordu. Çünkü her şey lehte görünüyordu.
Bir yıl önce yapılan seçimden zaferle çıkmıştı. Dört ay önce şubat ayında AB’yle yaptığı pazarlıkta istediğini almıştı – veya söylem öyleydi. Ana muhalefet İşçi Partisi AB’de kalmaktan yanaydı.
Almanya Başbakanı Angela Merkel dahil tüm AB liderleri Cameron’a açık destek veriyordu. İngilizlerin son dönemde en çok sempati duyduğu ABD başkanı olan Barack Obama, açıkça Britanya’nın AB’de kalması gerektiğini söyledi.
IMF, Dünya Bankası, değişik Merkez Bankaları gibi büyük kurumlar, çokuluslu dev şirketler ve dünya finans merkezi Wall Street’in en ünlü isimleri dahil hemen tüm etkili çevreler Britanya AB’de kalsın diye açık çağrılar yaptı, destek verdi.
AB’ye devam için çalışan İşçi Partili genç bayan milletvekili Jo Cox oy verme gününe sadece bir hafta kala fanatik bir saldırgan tarafından hunharca katledildi. Pek çok gözlemci, bu acı kaybın yarattığı duygusal ortamın AB yanlısı oyların artmasına katkı yaptığına işaret etti.
Ama her şeye rağmen olmadı. AB karşıtları muazzam bir zafer kazandı. Tebriği hak ediyorlar.
Niçin kazandılar?
Ayrılma yanlıları Britanya seçmeni üzerinde daha etkili olan somut bir kampanya yürüttü. Mesela Britanya her hafta Brüksel’e net olarak 350 milyon pound (500 milyon dolar) veriyor konusunu işlediler. AB yanlıları savunmada kalarak cevap verirken, seçmeni daha da kızdırdı: Hayır, yanlış, her hafta giden para 500 değil 300 milyon dolar!
Kampanyada bir başka önemli husus göçmenler konusu oldu. Britanya seçmeni, AB’nin gevşek göçmen konusunu onaylamıyordu.
AB’nin mevcut ‘tek pazar’ politikası, her üye ülke vatandaşının dilediği bir başka AB ülkesine yerleşebilmesini, o ülkenin sağlık, işsizlik yardımı gibi tüm sosyal imkanlarından aynen yararlanmasını öngörüyor. Bu uygulama, büyüyen AB için gerçekçi değil.
500 milyon AB vatandaşının otomatik olarak Britanya’da yerleşme hakkı kazanmasını seçmen onaylamadı.
Ancak AB karşıtlarının kazandığı büyük zafer sadece başarılı kampanya ile açıklanamaz. Sadece popülist söylemlerle açıklamak da hiç yeterli değildir.
Zaferin esas nedeni, AB’den ayrılmak isteyenlerin dayandığı ikna gücü yüksek temel gerekçedir: Çok sayıda halklardan oluşan Avrupa’nın, merkezi ve federal bir siyasi yapı içinde tutulması doğru değildir.
Merkeziyetçi ve federalist bir Avrupa isteyen görüşlerin sembolü Brüksel şehri oldu. Orada bugüne kadar çok yanlış şey yapıldı.
AB’nin karşılaştığı her ciddi sorun için çare olarak, Brüksel daha merkeziyetçi çözüm arayışına girdi. Üye devletleri serbest bırakmak yerine, ellerini kollarını daha çok bağlayan adımlar atıldı.
Bunu da, daha düne kadar sık sık tekrarladıkları gibi, “daha fazla Avrupa” sloganıyla dile getirdiler. Şimdi öyle bir kroşe yediler ki, herhalde bir daha o sloganı tekrar etmeleri zor olacak.
Çarpıcı yanlışlardan biri, Yunanistan’da bağıra bağıra gelen Avro krizi oldu. Merkezi işleyişi artırarak Yunan krizine çözüm aradılar, olmadı. Yıllar geçti ama Yunanistan hâlâ krizde, hâlâ kıvranıyor.
Halbuki Yunanistan serbest bırakılsaydı, krizin başında kendi para birimine dönseydi, istikrarı ve refah artışını çoktan yakalamış olacaktı.
Şimdi federal ve merkeziyetçi Avrupa dönemi bitti. Bu hezimetten sonra geride kalan AB ülkeleri herhalde aynı yolda devam edemez. Gelişmeler, AB’nin konfederasyon ilkelerini esas alan bir dönüşüm geçirmesini zorluyor.
AB’nin getirdiği pek çok olumlu katkı var. Kişilerin, malların, hizmetlerin, sermayenin serbest dolaşımı gibi. Avrupa dayanışması, birlik ve beraber hareket etme duygusu gibi.
Ama Avrupa Birleşik Devletleri mümkün değildi. Britanya referandumu bu gerçeği ortaya çıkardı.
Şimdi, Avrupa devletlerinin hem tek tek bağımsızlığını koruyacağı, hem beraber hareket edecekleri yeni bir Avrupa yapılanmasına ihtiyaç var. Konfederal bir oluşuma, Avrupa Devletler Birliği (ADB) gibi yeni bir ortak yapıya ihtiyaç var.
Hayati bir gerçeği asla gözden kaçırmayalım. Sadece Britanya referandumu değil, Avrupa’nın kadim gelenekleri ve mevcut koşullar da böyle bir dönüşümü zorluyor. Bunu uzun süredir yazıyorum.
Federasyon genellikle kendi iç işlerinde serbest, ama savunma, para birimi, dış politika gibi konularda merkezi kararlara göre hareket etmeyi gerektiren bir modelidir. Merkezi hükümetin ve federe tarafların yetkileri bir anayasa ile belirlenir. Taraflar bu anayasayı tek taraflı değiştiremez.
Konfederasyon ise, egemen devletlerin oluşturduğu işbirliğidir. Ortak hareket etme daha çok, devletler arasında yapılan anlaşmalar çerçevesinde yürür. Her devlet her uygulamayı kabul etmeyebilir.
Özerklik, kendi kendini yönetme ve ademi merkeziyetçilik, Avrupa’nın en derindeki gelenekleridir. Avrupa devletlerinin birliği açısından o geleneklere daha uygun olan federasyon değil, konfederasyondur.
Avrupa’da siyasi birliğin, tüm Avrupa ülkelerini kapsaması gerekir. AB, üye yaptığı Doğu Avrupa ülkelerini bile henüz entegre edemedi.
Sırbistan, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Makedonya ne olacak? Moldavya ve Ukrayna ne olacak? Eğer bir gün demokrasi ve hukuk devleti yoluna geri dönerse, Türkiye ne olacak?
Bütün bu ülkelerin federal bir AB içinde yer alması imkansız. Mevcut koşullar da konfederal bir yapıyı zorluyor.
Bazı çevreler Britanya’nın AB’den ayrılma arayışını, popülist ve kendini dünyadan tecrit etmek isteyen (izolasyonist) eğilimlerin sonucu olarak yorumluyor. Liberal değerler karşıtı veya küreselleşme karşıtı bir tutum olarak değerlendiriyor.
Ama bu algılamalar çok isabetli ve açıklayıcı değil. Liberal geleneklerin beşiği İngiltere kendini dünyadan tecrit eden bir yola girmez, giremez. Ayrılma kampanyasının sözcüleri de, Britanya’nın sadece AB değil tüm dünyayla yoğun ilişki içine gireceğini ısrarla vurguladı.
Şimdi ne olacak?
Birleşik Krallık dört ülkeden oluşuyor: İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda. Kamuoyu araştırmaları İngiltere ve Galler seçmeninin ayrılmayı, İskoçya ve Kuzey İrlanda seçmeninin açık ara AB’de kalmayı istediğini gösteriyordu. İngiltere nüfusu toplamın yaklaşık %85’ini oluşturduğu için ayrılma yanlıları kazandı. Bağımsızlık arayışının zaten güçlü olduğu ve %60’tan fazla AB yönünde oy veren İskoçya şimdi ayrılık yoluna girebilir.
Britanya’nın düzenli yürüyecek bir ayrılık süreci için AB’yle yürüteceği müzakereler zaman alsa da, artık geri dönülmez yola girildi. Britanya şimdi Gümrük Birliği (GB) yerine Serbest Ticaret Anlaşması (STA) yapacak.
Türkiye’nin bunu yakından izlemesinde fayda var. Aslında Türkiye 1995’te GB anlaşmasını imzalarken, ısrarlı bir şekilde bunun yanlış olduğunu, STA yapması gerektiğini vurgulamıştım.
Başbakan Cameron herhalde kısa süre içinde istifasını açıklayacak. Ayrılık müzakerelerini başka bir başbakan yürütmeli.
Muhafazakar Parti başkanlığı için en güçlü aday, ayrılma kampanyasının yüzü olarak ön plana çıkan eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson (51). Öylece Johnson için başbakanlık yolu da açılmış olacak.
Britanya referandumu Türkiye için ne anlama geliyor? Cevap basit. AB üyeliği açısından bir anlam ifade etmiyor. Çünkü referandum sonucundan bağımsız olarak, demokratik rejimi ve hukuk devletini rafa kaldıran mevcut iktidar döneminde Türkiye’nin AB üyeliği boş bir hayal.
Türkiye şimdi demokrasi olduğu kadar stratejik açıdan da yolunu kaybetmiş bir ülke. Nereye doğru gittiğimizi en yüksek düzeydeki karar vericilerin dahi tam anlamıyla bildiğini, kontrol edebildiğini sanmıyorum. Ama o yol kesinlikle Avrupa yolu değil.
AB üyeliğini gerçekte hiç benimsemediği ve umursamadığı şimdi iyice ortaya çıkmış bulunan mevcut iktidar, Britanya referandumunu gerekçe olarak kullanarak AB’yle bağları koparma arayışına yönelebilir.
Britanya referandumunda göçmenler konusu büyük ağırlık taşıdı. Diğer AB ülkelerinin hepsinde zaten değişik düzeylerde mevcut olan göçmen karşıtı eğilimler, şimdi son gelişmelerin etkisiyle daha da artacak. Otomatik yerleşme hakkı gibi, tek pazar uygulaması içindeki bazı hususlar revize edilebilir.
AB karar merkezlerinde, göçmen sorununu Türkiye’nin öngörülmesi zor tutumundan ve yer yer kabadayılık düzeyine yaklaşan tavrından tamamen bağımsız bir şekilde çözme arayışları eminim ki daha da güçlenecek.
Göçmen sorunu kısa sürede ortadan kalkmayacak. Avrupa’nın bu ciddi soruna, Türkiye’ye asgari ölçüde bağlı bir çözüm bulması bazılarının sandığı gibi imkansız değil. Böyle bir gelişmenin Ankara’nın manevra alanını sınırlayan sonuçları olacaktır.
Eğer öngördüğümüz gibi konfederal doğrultuda bir Avrupa Devletler Birliği (ADB) oluşacaksa, Türkiye’nin bu birlik içinde yer alması daha kolay olur. Ama mutlak koşul, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti yoluna geri dönmesidir.