CHP'li İlhan Kesici, TBMM'deki bütçe görüşmelerinde ekonomi dersi verdi
CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici, TBMM Genel Kurulu'ndaki 2020 bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada, ekonomi dersi verdi.
TBMM Genel Kurulu’nda 9 Aralık Pazartesi günü başlayan ve 12 gün aralıksız süren 2020 yılı bütçe mesaisi dün tamamlandı.
Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerine 1 trilyon 92 milyar 21 milyon 197 bin TL, özel bütçeli idarelere 82 milyar 423 milyon 174 bin TL, düzenleyici ve denetleyici kurumlara 7 milyar 623 milyon 700 TL ödenek öngören 2020 Merkezi Yönetim Bütçe Teklifi görüşülürken, TBMM Genel Kurulu hararetli anlara da sahne oldu.
Bütçe görüşmeleri sırasında söz alan eski Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici ise adeta ekonomi dersi verdi.
İşte CHP'li İlhan Kesici'nin konuşması:
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 2020 Yılı Bütçe Kanun Teklifi ve 2018 Yılı Kesin Hesap Kanunu Teklifi üzerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, görüşlerimizi arz etmek üzere huzurlarınızda bulunuyorum. Yüce heyetinizi en yüksek saygılarımla selamlıyorum.
Sözlerimin başında, 2020 yılı bütçesinin yüce devletimize ve aziz milletimize hayırlar ve güzellikler getirmesini temenni ediyorum.
Sayın milletvekilleri, 2020 bütçesi Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, AK PARTİ'nin 18'inci bütçesi. Bu, aynı zamanda, on yedi yıl kesintisiz ve tek başına bir AK PARTİ Hükûmeti var demek. Bu, Türk siyasi tarihî bakımından tek örnektir, bundan daha başka bir örnek yoktur. On yedi yıl, on sekiz yıl kesintisiz ve tek başına iktidar olmayı olağanüstü bir siyasi başarı olarak da görüyorum ben.
Şimdi, siyasi başarının yanında, acaba, bu on yedi yılda bir de ekonomik başarı var mıdır; bu siyasi başarı beraberinde bir ekonomik başarı getirmiş midir, onu arz etmeye çalışacağım.
Bu işleri bilenler bakımından bunun birkaç tane kriteri var.
Birincisi -daha çok benim bir numaraya aldığım kriter- büyüme hızlarıdır.
Ekonomi bu zaman dilimi içerisinde yıllık ortalama ne kadar büyümüştür? 2003-2019 yılları arasında, on yedi yılda ekonominin büyüme hızı, şimdiki, son millî gelir değişikliğiyle birlikte yüzde 5,3 oldu.
Bundan bir evvelki seri yani iki sene önceki seri itibarıyla bakarsak, bu rakam yüzde 4,7 idi.
Buna mukabil, ben çok partili rejime geçtiğimiz tarihi esas alıyorum, 1946'dan 2002 yılına kadar yani AK PARTİ iktidara gelmeden önceki elli yedi yıl içerisinde, yıllık ortalama büyüme hızı bir evvelki seriye göre 5,1 idi.
Yani AK PARTİ, aynı seriyle mukayese edildiği zaman, ondan daha yüksek bir ekonomik performans sergilemişti ama şimdiki seride ikisi de eşitlenmiş oldu.
Öyle görülüyor ki eğer bir millî gelir serisi daha yenilenmiş olursa, değiştirilmiş olursa, Allauhalem, belki AK PARTİ'ninki eski dönemi geçmiş olabilir.
Bunu bir münasebetle, arkadaşlarımızın kayıtlarında olsun diye de arz etmiş bulundum.
Şimdi, bir dönemler, özellikle 2007 ve 2008 yıllarında "büyük ekonomik efsane" olarak adlandırılan birkaç kriter vardı, onların başında da kişi başına düşen millî gelir vardı.
Yani o sıralarda deniliyorduk ki: "Kişi başına düşen millî geliri 3 katına çıkardık, millî gelir büyümesini de 3 katına çıkardık." Bu söylem 2006'nın ortalarında, 2007'de başladı, neredeyse 2014 yılına kadar devam eder oldu ama son sıralarda tedavülden kalktı, artık böyle bir söylemle karşılaşmıyoruz.
Bunun sebebi şudur: Bu millî gelir seviyeleri, kişi başına düşen millî gelir rakamları vesaire iki rakamla ifade edilir; bir, cari fiyatlar dediğimiz fiyatlardır.
Kafanızı çok meşgul etmek istemiyorum ama bunu söylemezsek olmayacak olduğu için söylüyorum. Cari fiyatlar o günün fiyatlarıdır, amenna.
Ama dönemleri ve birbiriyle mukayeseleri filan yapılacak ise artık cari fiyatlar bir rafa kaldırılır, adına sabit fiyatlar dediğimiz fiyatlarla çalışılır.
Bu 2007'deki "Millî geliri 3'e katladık." lafı şuradan kaynaklanıyordu: 2002 yılında kişi başına düşen millî gelir -o zamanki seri itibarıyla söylüyorum bunu- 3.492 dolardır, 2007 yılında bu 9.247 dolar.
Yani buna bakanlar bilmeyenler. Şimdi, daha doğrusu, devlet katında kullanan arkadaşlarımız da oldu bunu. Bu arkadaşlarımız bazen bakan oldular, bazen ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı oldular, bazen diğer bakanlar oldu, Ekonomi Bakanlığının dışındaki bakanlar da bunu kullandılar.
Başka yani bu ekonomi literatürüne yeteri kadar hâkim olmayan, vâkıf olmayan arkadaşlar kullanırsa amenna.
Yani 3 ile 9'u gördü, 2007'nin, 2002'nin başında 3'lü bir rakam, 3 binli bir rakam, 2007'de de 9'lu bir rakam "Evet, güzel, bunu 3 katına çıkardık." diyebilir.
Ama bilen insanlar, bilmesi icap eden insanlar bu işi böyle kullanırlarsa bu çok ayıp bir şeydir; bağışlamanızı dileyerek söylüyorum.
Kendisini herhâlde kandırıyor değildir ama milletimizi, devletimizi, icap ediyorsa dünyayı belki böyle kandırma amaçlı olmuş olur, iyi bir şey değildir.
Zaten şimdi bu 3 katına çıkmış olan millî gelir çıkmış olsaydı yani nerede olmuş olurdu? "Yani su vardı, su ne oldu? İnek içti. İnek ne oldu? Dağa kaçtı. Dağ ne oldu? Yandı, bitti, kül oldu." değil mi? Böyle, 3 katına çıkmış olan bir millî gelir, ortadan tebahhur edecek, buharlanacak bir hadise değildir.
Hâlbuki sabit fiyatlarla bakıldığı zaman olan şudur: 2002 ile 2007 arasındaki kişi başına düşen millî gelir artışı yüzde 31'dir. Yani biri, 3 kat dediğiniz zaman yüzde 300 eder, öbürü normal, düzgün bir hesapla baktığınız zaman yüzde 31 eder.
Yani bunun aslını, esasını böyle görelim.
Ama 2019'a kadar olanına bakalım, yine bu sefer cari fiyatı kullanmaya gerek yok, normal, sabit fiyatlarla 2002 ile 2019 arasında geçen on yedi yıl zarfında normal şartlarda kişi başına düşen millî gelir artışı yüzde 90'dır yani 1 katı olmamıştır.
Yani 100, 200 olmamıştır ancak yüzde 90 artmıştır, 0,90. Bu performansı ben millî gelir büyümesi, kişi başına düşen millî gelir büyümesi olarak kuvvetli bir performans olarak görmüyorum, zayıf bir performans olarak görüyorum.
Kaldı ki bunun, bu rakamların bir de hangi bedelle elde edildiğine de zaten ayrıca bakacağız.
Değerli milletvekilleri, şimdi, tam bu hesaba uygun Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızı da aslında bu hesap dolayısıyla tenzih etmek istiyorum.
Ama Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız, devletimizin 2 numaralı makamıdır, bütçenin Genel Kurula sunuş konuşması var, bu konuşmanın 41'inci sayfası var -ilgili arkadaşlarımızın elinde varsa bakabilirler- o 41'inci sayfada şunu diyor: "Aile yardımları dâhil en düşük memur maaşı 2002'nin sonunda, Aralık 2002'de -bir rakam- 392 Türk lirasıydı.
Biz bunu on yedi senede Ekim 2019 tarihi itibarıyla 3.707 Türk lirasına çıkardık." Makul. "Artış yüzde 846'dır." İşin yanlış olan yeri burasıdır. Yani bu ikisi de biraz önce arz ettiğim gibi cari rakamlardır, birbiriyle mukayese edilebilir rakamlar değildir.
En azından burada kale alınması, dikkate alınması lazım gelen rakam, enflasyondur. Hâlbuki enflasyon sıfır gelmiş olsa bu iki rakamı beraber mukayese edebiliriz yani onu ona böldüğümüz zaman bu rakam çıkabilir.
Bu sene beklediğimiz enflasyon yüzde 12 civarındadır, geçen sene 20 küsur idi ama bu on yedi yılın ortalaması yüzde 11,1. Hiç olmazsa bu 392 rakamını -arkadaşlarımızın elinde cep telefonları var- 2009'a kadar yürütürlerse enflasyon miktarıyla, bu rakam 2.311 Türk lirası eder.
Demek ki 2.311 Türk lirasıyla teslim aldık, şimdi 3.700 lira oldu; bunu buna bölersek çıkan rakam yüzde 60'dır yani yüzde 846'lık bir artış hiçbir hâl ve şartta söz konusu olamaz.
Zaten yüzde 846, yüzde 900 demek, on yedi senede her yıl ortalama yüzde 50'lik bir artışa denk düşer ki hepimizin bayram etmesi lazım, hepimizin alkışlaması lazım, davul zurna çalmamız lazım.
Bunun birazcık daha sofistike hesaplama hâli şudur: Yıllık ortalama -bu aile yardımları dâhil- en düşük memur maaşındaki artış yüzde 2,8 eder yani düzgün bir hesap yaparsak yüzde 2,8'lik bir memur artışı olmuş; bu çok iftihar edilecek bir şey değil.
Yani bunu bir tespit olarak böyle söylemek doğrudur, "Birazcık daha artırsak daha iyi olabilir." denilebilir ama bununla böyle "Yüzde 846'lık bir artış yaptık." filan tarzında? Bir şey iyi gitmiyor, bu hesap yanlış bir hesap.
Biraz önce Osman Bak Bey söyledi -aziz dostumuz o, bizim NATO Parlamenter Asamblesinin de Başkanı- onun ricası üstüne söylüyorum.
Daha önce ben bu tür hesaplarla ilgili bir Erzurum ağzı söylemiştim, o arzuyuumumi üstüne arz etmek istiyorum tekrar. Bu bizde de yine var: Ettekraruahsen, tekrar iyidir; velev kane yüz seksen, velev ki yüz seksen kere de tekrar olsa iyidir. Bu bakımdan iyi.
Erzurumlu esnaf, tabii, bizim esnaf. Tüccar para kazandığı zaman gözünü hacca diker, hacca gitmeye diker, Erzurumlu da bu dert içerisinde. Muhasebecisi işte hesap kitap yaptı -biraz önce yüzde 846'lık artışa benzeyen bir hesap getirmişler önüne- baktı, çok hoşuna gitti, dedi: "Hesaba bakirem, hac lazım olmuş, tamam." Bir de şimdi, benim gibi bir adam gelmiş olsun. "Efendim, ya bu işin aslı, esası böyle değil şöyledir." O zaman dedi: "Cüzdana bakirem, zekete muhtaç." Cüzdana baktı, zekâta muhtaç.
Şimdi bu hesaplar biraz böyle hesaplar.
Şimdi, değerli arkadaşlar, bu yanlış ekonomi politiğin, politikanın yanlışlığının belkemiği adına "düşük kur, yüksek faiz" dediğimiz hadisedir.
Bir ara çok konuşuluyordu, şimdi yine, o da çok konuşulmaz oldu, her ne hikmetse. "Düşük kur, yüksek faiz" bunun arkasından gelen şeyin adı "sıcak para" yani göreceğiz şimdi, iliğimizi, kemiğimizi emmiş olan -on yedi sene içerisinde- bu hadisenin aslı esası bu.
Şimdi somut bir örnek vereyim, bu vereceğim örnekte, Merkez Bankasının Emeklilik Fonu da var bunun içesinde, ben onu basite indirgeyerek anlatacağım -Merkez Bankası kayıtlarında da bulunabilir.
Hazine Müsteşarlığı kayıtlarında da bulunabilir vesaire- o şu: AK PARTİ iktidarı ekonomi yönetimi bütün dünyayla temaslarında, anlatımlarında demiş olmalı ki: "Bizim kur politikamız bu olacak, faiz politikamız bu olacak." Adına "dünya finans çevreleri" denilen çevreler -bunun da nereler olduğunu çok bilmiyorum.
Bugünlerde yine konuşulacaktır bu, başka siyasi mahfiler itibarıyla- bunlar AK PARTİ ekonomi yönetimine inandılar, büyük paralarla geldiler, büyük fonlarla geldiler; mesela basit örneği 100 dolarlık bir fonla.
Ben 100 dolar diyeyim, siz onu 100 milyon dolar olarak algılayın. Zaten mesela o kayıtlarla 100 milyon dolarlık bir Emeklilik Fonu var A ülkesinin. 100 dolarla geldi -2003 yılının ortalama kuru 1,49; bu 1,5 liraya yakın, ben 1,4 olarak alayım, AK PARTİ'ye biraz daha torpil yapmış olayım- bozdurdu, 140 Türk lirası.
Faiz nispeti hem hazine tahvilleri itibarıyla hem banka mevduat faizleri itibarıyla yüzde 20'nin üstünde, biraz indiriyorum, yüzde 18 yaptım, bir başka sebep dolayısıyla, yüzde 18'den hazine tahvilleri veya mevduat faizi olarak koydum, mevduat getirisi olarak. 2008 yılı ortasına kadar geldi, 2008 yılı ortasında bu 140 liranın bu faizlerle ulaştığı nokta 320 Türk lirası; iyi para.
Bunu dolara böldü, o zamanki dolar fiyatı, kur 1,3 TL idi; 1,3'e böldü, elde ettiği rakam 246 dolar. Başına dönelim lafın, 100 dolarla geldi, bir şeyler yaptı, çıkıp gidecek, 246 dolar oldu. Değerli milletvekilleri, aziz milletvekilleri; bu, dolar üstünden ortalama yüzde 20'lik bir getiri yapar. Dünyada, Allahualem, başka dünyalar varsa o dünyalarda da 2002'ler, 2003'ler, 2007'ler civarında böyle bir faiz getirisi yoktur. Bunu uzatın, daha sonra, ben uzatacağım zaten; işte, Türk ekonomisinin iliğini, kemiğini emen, bizi hâlsiz hâlde bırakan, "tweet"lerle tehdit edilebilir ülke hâline getiren hadisenin aslı, esası budur.
Şimdi, benim aklımda bununla ilgili, rahmetli Maliye Bakanımız Kemal Unakıtan vardı, ona ait olarak kalmış şimdi söyleyeceğim söz. Ama Google'a baktım, eşleştiremedim, denkleşmedi laf.
Eğer söyleyeceğim sözün aslı Kemal Unakıtan'a aitse laf onundur -fikrî mülkiyet haklarına saygı sadedinde söylüyorum bunu- eğer ona ait değil gibiyse mesela, şerefle ben kendi üstüme o lafı almak istiyorum.
O şu, Unakıtan Bey ayrıldıktan sonra Maliye Bakanlığından dedi ki: "Yahu, bu yabancılar -sıcak parayı kastediyor, biraz önceki hesaba benzeyen bir hesap- meğer bizi iki kere öpüyorlarmış. Hem Türkiye'ye gelişte öpüyorlar hem Türkiye'den çıkışta öpüyorlar; bu nasıl iş anlayamadım." (CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Olan budur.
Değerli milletvekilleri, o dönemler AK PARTİ ekonomi yönetimini yere göğe sığdırmayanlar, davullar zurnalar eşliğinde bayram edenler aslında işte bu söylediğim düşük kur, yüksek faiz hesabıyla Türkiye'de iş yapmış olan insanlardır.
Bunun sonucunda şöyle bir şey oldu, bu düşük kur dolayısıyla? (CHP sıralarından alkışlar) Dış ticaret bölümünde söylemem daha uygun olur.
Burada bir şey var, buradan bir dış ticaret bölümüne doğru geleyim. O notlarım da karışmış, aklımızda kaldığı kadarıyla?
Bu, düşük kurun kendisini en çok hissettireceği yer dış ticaret rejimi ve dış ticaret, ithalat, ihracat ve diğer döviz getirici faaliyetler, döviz götürücü faaliyetler. İhracatımız ile ithalatımız var.
Ekonomiyle ilgili 5-6 tane bakanımız varken mesela, tek bir ayın ihracatında küçük bir yüzde artış veya mevsimsel hâle göre bir ihracat artışı olduğu zaman bakan seviyesindeki arkadaşlarımız yeri göğü inletiyorlardı "İhracatta dünyanın 1'incisi olduk, Çin'i geçtik, Maçin'i geçtik." Mars'ta bir şey varsa mesela "Onu da geçtik." falan diye?
Kars'ta bir laf var, bugünlerde de bu kaz muhabbeti vardır: "Kazın cücüğü güzün sayılır." diye. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
Yani kaz, bahar da geldi, o zaman "Kazın kaç tane cücüğü var?" "Bu kadar." dersiniz ama süreç içerisinde bir kısmını yel alır, bir kısmını sel alır, bir kısmını tilki kapar, bir kısmını komşu bahçelerdeki çocuklar çalar. O yüzden, kazın cücüğü güzün sayılır.
Yani "Bir aylık ihracatı böyle ettik, Çin'i geçtik. Öbür aylık ithalatı böyle ettik, Maçin'i geçtik." Yok. Güz ne zaman oldu? Güz, şimdi, bugün yani on yedi tam yıl AK PARTİ iktidarı.
On yedi tam yılı tamamladık, güz geldi -zaten güz mevsimindeyiz- şimdi kazın cücüğünü sayalım. İhracatımızla ithalatımızın arasındaki fark 1 trilyon 50 milyar dolar.
Ya, hafazanallah yani değil mi? Dış ticaret açığımız, 1 trilyon 50 milyar dolar. Peki, ihracatımız ne kadarmış? 2 trilyon 100. İthalatımız ne kadarmış? 3 trilyon 100, aradaki fark 1 trilyon.
Dış ticaret açığı, ihracatının tam yarısı kadar olan dünyada medeni tek bir tane ülke yoktur.
Yani gayrimedenisi de yoktur da yani biz bir onu oradan alalım.
(CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
Bir daha arz ediyorum -not karıştı, dolayısıyla Osman Bey'in yüzünden oldu o- on yedi yılda Türk ekonomisi 1 trilyon 50 milyar dolar dış ticaret açığı verdi.
Bu açık, toplam ihracatımızın tam yarısıdır. İşte o yani kur düşükken yediğimiz hurmalar şimdi güz geldi -2019'un güzünde- yavaş yavaş tırmalayarak çıkmaya başladı. (CHP sıralarından alkışlar)
Şimdi, bu dış ticaret açığının bizi getireceği yer, adına cari işlemler dediğimiz rakamlardır.
Bu cari işlemler yani mal ihracatı, ithalatının dışında döviz kazandırıcı faaliyetlerimiz var, döviz harcamalarımız var, onların tamamı da bu işin içen dahil edildiğinde cari işlemler açığı ortaya çıktı; 575 milyar dolar.
Bir daha arz ediyorum, 575 milyar dolar. Bu şu demek: Hiçbir şekilde bizim olmayan bir parayı harcamamız demek. 575 milyar doları, on yedi senede bizim olmayan bir parayı harcadık. Yani elin parasıyla düğün yapmış olduk değil mi, el parasıyla düğün yapıyoruz.
Şimdi, bunu bize kara kaşımız, kara gözümüz nedeniyle yapmadılar, işte karşılığında borç verdiler. Şimdi, bu borca bakalım, bizi yavaş yavaş asıl konuya doğru getiriyor.
Türkiye'nin -elbette bütün dünyanın borcu var, harcı var, borç alır, yıllar itibarıyla alır, derler, toplar- 2002 yılında bir dış borcu var.
Yani bu, Türkiye'nin 2002'de dış borcu demek aynı zamanda şu demek: Cumhuriyet 2002'de tam 80 yaşında bir rejimdir.
Cumhuriyetin seksen senede toplam birikimli dış borcu yani 2002'de Türkiye sathında, adına iktisadi kıymet diyebileceğimiz ne kadar kıymet var ise, fabrikalar, yollar, hanlar, hamamlar vesaire, bütün bunları elde edebilmek için yaptığımız toplam dış borç. Bu rakam 131 milyar dolar.
Bunun -bir kısmı- 44'ü özel, 87'si kamu olmak üzere neticede 131 milyar dolarlık bir dış borcumuz var. Şimdi, bu rakamın bugünkü hâli 447 milyar dolar. Fark yani sadece on yedi yılda yapılan rakam ne? 316 milyar dolar.
Şimdi bir daha ben söyleyeyim: Seksen yılda Türkiye sathındaki bütün iktisadi kıymetlerin karşılığı mahiyetinde olan dış borç 131 milyar dolar, on yedi yıl içerisinde yapılmış olan dış borç 316 milyar dolar; bu çok fazla ve karşılığı yok.
Buna ilaveten bir de şunu eklememiz lazımdır: 70 milyar dolar da özelleştirme yaptık. Bu ne demek? Ya başlangıçtaki 131'den düşmemiz lazım doğru düzgün bir mukayese yapabilmek için, oradan düşmezsek bu 316'ya eklememiz lazım.
Biz 316'ya ekleyelim, bu daha hafifletir konuyu. Demek ki 131 milyar dolar dış borca eklenen rakamı söylüyorum, ulaştığı noktayı söylemiyorum: Eklenen rakam 386 milyar dolar.
Bu iyi bir şey değil değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri. Bütün bunları da ben -yani daha sonra söyleyecektim ama burada da söyleyelim, ne olur ne olmaz, notlar yine karışabilir- sadece böyle bir geçmişin muhasebesini yapmak tarzında değil, o amaçla değil, üzerinde oturduğumuz zemin ne tür bir zemindir, bu zeminin üstünde artık ne tür hareket etmemiz lazım gelir, o amaçla arz ediyorum.
Şimdi, bu borçlar oldu, dış ticaret açığı oldu, cari işlemler açığı oldu, borçlar aldık, borçları ödedik, iyi, güzel, şimdi, geldik bunun bedelini ödemeye; bedeli faiz. Dış borca on yedi yılda ödediğimiz faiz rakamı 173 milyar dolar, tekraren arz ediyorum, dış borca ödediğimiz faiz 173 milyar dolar.
Bu çok, çoktan çok daha doğrusu yani. İşte, o başta hurma vesaire falan dediğimiz işlerin bizi getirdiği nokta bu.
Buradan bir de kamu sektörüne bakmak istiyorum, sadece kamuya, özel sektörü hiç dâhil etmemek üzere arz etmek istiyorum. O da şu: Bu süreç içerisinde, sadece kamunun dış ve iç borç ödemesi 460 milyar dolar. Bunun 80'i dış, 380'i iç olmak üzere 460 milyar dolar.
Bu, çok olağanüstü bir rakam.
Yani Türkiye tarihinin geçmişinde, evveliyatında, Selçuklu'sunda, Köktürk'ünde, hiçbirinde buna benzeyen bir şey bulabilmek söz konusu değil.
İnşallah, bundan sonra da hiçbir hâl ve şartta bizim böyle bir ekonomi durumumuz olmaz. 463 milyar dolar, ya, 460?
Değerli arkadaşlar, biz bir Atatürk Projesi yaptık, iyi bir projedir, ben Devlet Planlama Teşkilatında uzmanken onun hazırlıklarında da bulundum.
1992 yılında açıldı Atatürk Projesi, açılışında da Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı olarak bulundum.
Elbette dünya güzeli projelerimizden bir tanesi. Yirmi yedi sene geçti, Atatürk Barajı'na biz 4 milyar dolar verdik. Demek ki bu faizi 4 milyar dolara bölsek -bir gösterge için söylüyorum- 115 tane Atatürk Barajı yapar. Devletin ödediği faiz 115 tane Atatürk Barajı yapar. Elbette sıfırlama söz konusu olmaz.
Allah sizi inandırsın, daha düzgün bir ekonomi yönetimi aynı sonuçlara ulaşacak tarzda çalışmış olsa bu 115 Atatürk Barajı'nın sayısı yani 460 milyar dolarlık rakam en az yarısına iner, burada 115'in 50'si olsun yani 50 tane Atatürk Barajı eder.
Yani bir Atatürk Barajı şu demek arkadaşlar: Ben hafızalarınızı da tazelemek sadedinde de söyleyeyim, maliyeti 4 milyar dolar, arkasında biriktirdiği suyla her yıl 10 milyon dönüm arazi suluyor, 10 milyon dönüm; yirmi yedi yılda elde ettiğimiz elektrik enerjisi 250 milyar kilovatsaat, 250 milyar kilovatsaat.
Bütün bunun karşılığında elde ettiğimiz rakam 25 milyar dolar yani 4 milyar dolar harcadık, yirmi yedi yılda 6 katı bir rakamı bize getiri olarak getirdi. Proje dediğiniz budur, değil mi? Şimdi, bu on yedi yılda Allah rızası için bir tane böyle bir şey göstermek mümkün mü? Değil. (CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
Şimdi, bu faiz işinin farkına Sayın Cumhurbaşkanımızın 2015 yılı seçimlerinden önce uyandığı kanaatindeyim ben çünkü 2015 seçimlerinden önce Merkez Bankası Başkanı, ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcımız, muhtemelen Maliye Bakanımız da, onlardan müteşekkil bir heyetle köşkte, Külliye'de bir brifing aldı, faiz brifingi aldı.
Ben bunu şöyle yorumladım: Demek ki meselenin canının bu olduğunun farkına varılmış fakat meselenin canı bu olmakla beraber asıl odaklanılması gereken yer Merkez Bankası faizleriyle mi yaklaşmaktır meseleye, başka alanlarda mı yaklaşmaktır; bu ayrı bir şey.
Ama demek ki faizin önemi en yüksek katta yeteri kadar algılanmış olarak yorumladım 2015 yılında. Şimdi, buraya kadar?
Şimdi, değerli milletvekilleri, biraz bu faiz filan vesaire yani benim çalışırken de canımı acıtıyor, burada size arz ederken de konuşurken de canımı acıtıyor; Allah bilir, sizin de canınız bir yerlerde acımış olabilir.
Bu hadiseyi biraz yumuşatmak için küçük bir fıkra anlatmak istiyorum. 1990'lar? Hâliyle, fıkranın taraflarından birisi Amerikalı olur; Amerikalı, zengin birisi. 4 motorlu bir jetle bizim buralarda da dolaşıyor, altımızdaki Orta Doğu coğrafyasında da dolaşıyor, Arap Yarımadası'nda da dolaşıyor.
Diyelim ki Yemen civarında bir yerde olmuş olsun; 4 motordan 1'i stop ediyor. Kuleyi arıyor, kuleyi aradı: "Selamünaleyküm ey kule!" "Aleyna ve aleykümselam ey Yanki!" Muhabbet güzel, böyle yürüyor.
Diyor ki: "Ya kule, benim 4 motorlu bir jetim var; 1 motor stop etti. Ben bu işlerde huzursuz olurum. Mümkün olan en uygun, en yakın havaalanına beni indir." Kuleden cevap: "Sen merak etme, keyfine bak." Bunun İngilizcesi "Don't worry, be happy." Bob Marley diye melez bir şarkıcı var 1990'larda; bu "Don't worry, be happy" onun şarkısıdır, bütün dünyayı kasıp kavuran bir şarkı.
Amerikalının çok hoşuna gidiyor "Ya, biz Orta Doğu'daki bu insanları küçümsüyoruz. Bak, adam hem teknolojiyi en son hâliyle kullanıyor; kuleyi yönetiyor, uçakları yönetiyor, hava trafiğini yönetiyor hem de bizim Bob Marley'in şarkısı ta buralara kadar gelmiş, adam bir de bunu biliyor." Yani bu çok hoşuna gidiyor.
Neyse, bir müddet daha gitti, 2'nci motor stop etti; aynı mükâleme. 3'üncü motor stop etti; aynı mükâleme. 4'üncü motor da stop etti; kuleyi canhıraş tekrar aradı: "Ey kule, selamünaleyküm." "Aleykümselam." "4'üncü motor da stop etti, beni acele yere indir." Kuleden cevap, "Don't worry" bölümü tamam: "Merak etme?" Fakat burada "be happy" yok, onun yerine başka bir laf var: "Repeat after me?" yani "Ben ne dersem onu tekrar et." "Olur." "Eşhedü en la ilahe illallah?" (CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
Şimdi, eninde sonunda bu işlerin, 4'üncü motorun da sıkıntıya gireceği böyle bir vadeden Allah korusun bizi. (CHP sıralarından alkışlar)
Şimdi, değerli milletvekilleri; işsizlik bu 21'inci yüzyılın en önemli meselesi. Biz, şimdiye kadar ekonomi politikalarında -ben dâhil- bu işe gereken ehemmiyeti vermiş sayılmayabiliriz, sayılmayız.
Yani bizim önceliklerimiz başka öncelikler idi ama işsizlik, şimdi 21'inci yüzyılda bütün önceliklerin başında. 21'inci yüzyılın bu ekonomi politikalarıyla ilgili sadece bir satır, bir cümle edip bu vaatten tekrar çıkmak istiyorum.
21'inci yüzyıl dış politikanın tamamı dış ekonomik ilişkilerdir. Yani zaten bütün tarih belki de dış ekonomik ilişkilerdir. Biz onu, böyle bakmayı çok bilmeyiz. 21'inci yüzyıl milliyetçiliği de ekonomik milliyetçiliktir.
Yani 21'inci yüzyılda bütün yapılacak milliyetçilik de ekonomiye odaklanmak durumundadır, böyle bakıyoruz.
Şimdi, işsizlik bunun, ekonomi politikalarının en uç noktası, ucu. Yani bir yığın iş yapacağız; sonuçta imal etmemiz gereken şey, istihdam. Amerikan ekolü? Evet, takdim tehir olsun, olabilir. Şimdi, istihdam?
İLHAN KESİCİ (Devamla) - Bu 2002'ye gelindiğinde bir rakam, işsiz stoku devraldı AK PARTİ; 2 milyon 650 bin. 2002'deki bu rakam, değerli milletvekilleri, normal bir yıl rakamı değil.
Sebebi şu: Önünde üç dört sene önce 1994 ekonomik krizi var, daha sonra 1999 depremi var, millî gelir yüzde 3,5 daraldı, daha sonra 2001 yılı ekonomik krizi var, millî gelir yüzde 6 daraldı. Yani son dört beş yıl içerisinde neredeyse ekonomi yüzde 15 civarında daraldı.
Bütün bunların ucu, işsizlik olarak ortaya çıktı. Ve o rakam, bu rakam; normal herhangi bir yıl rakamının çok üstünde bir rakamdır; 2,650. Tamam, aradan on yedi sene geçti.
Deminki aldığımız bütün borçları harçları kullandık yani AK PARTİ ekonomi yönetimi kullandı. Allahualem, ne olması icap eder? Bu 2,650 aşağı doğru iniyor olabilir değil mi? Olabilir veya yerinde sayıyor olabilir, ona da razıyız, şükürler olsun.
Bu rakamın şimdi ulaştığı rakam 4,600. Şimdi, bunu büyümsediler. "4,600 değil, 4,556." diye ben bir yerde kullandım. Bir ekonomi bakanımız -biraz daha endirekt cevabi mahiyette- "Ya 4,600 nereden çıktı, bunun essahı 4,556'dır." filan dedi; 4,600. Aslında bu bile bizim meramızı göstermez, içinde bulunduğumuz hâli göstermez.
Bu kayıtlı, müracaat etmiş, işsizliğini takip eden, iş arıyor olduğunu takip eden. Bunun çok daha önemli alt bölümü veya özü genç işsizlerin işsizliği, gençlerin işsizliği.
Şimdi, bizim en büyük varlığımız, istikbale ait, geleceğimize ait en büyük varlığımız, en büyük insan sermayesi diyebileceğimiz toplum dilimi gençlerimiz.
Yani 15 yaşla genç tanımı odur; 15 ile 29 yaş arasındaki grup. Bunun nüfusu 11, 12 milyon; 11,5; 12 milyon; 11,600 görünüyor; tamam. Bunun içerisinde bir 3,5 milyon var ki ne iş arıyorlar ne de herhangi bir okula gidiyorlar; eğitimde değiller, işte değiller.
Bunun kayıtlı hâli, bu kadar; 3,5 milyon olarak görünmüyor ama kayıtlı hâlinde görünmemesinin de sebebi, Allah bilir, devlete olan güvenlerinin azalmış olması; bu kurumlara da olan güvenlerinin azalmış olması.
Bu 3,5 milyonun 600 küsur bini üniversite mezunu, yüksekokul mezunu; 600 küsur bini lise mezunu; 650 küsur bini teknik lise mezunu; ya 2 milyon. Anneler babalar yememişler yedirmişler, içmemişler içirmişler, giymemişler giydirmişler, gezmemişler gezdirmişler; bu insanları, bu 2 milyon genci lise mezunu teknik lise mezunu, üniversite mezunu hâline getirmişler ama bu insanlara iş veremiyoruz.
Şimdi, bu, şu demek: Bir ev için en sıkıntılı hâl hepimizin? Yani aslında AK PARTİ'li milletvekili arkadaşlarımızın bunu hepimizden çok iyi biliyor olduklarını düşünüyorum; sebebi de bize, muhalefet partilerine iş talebiyle ilgili gelen talep 1 ise AK PARTİ'li arkadaşlarımıza gelen talep en az 10'dur herhâlde yani iktidar partisi olmaları hasebiyle, olmaları münasebetiyle.
Bu gençlerimizin işsizliği aynı zamanda şu demek: Bu gençlerin hayallerini öldürüyoruz, yani hayal bırakmıyoruz.
Üniversiteyi bitirmiş olan, liseyi bitirmiş olan genç hayal ediyordu; işe girecek, işinde yükselecek, tayin olacak, terfi olacak, yurt dışına gidecek, ailesine ve Türkiye'ye işte çok daha büyük hizmetler yapacak, evlenecek barklanacak, yurt yuva sahibi olacak, vesaire...
Bütün bu hayallerin hiçbirini artık hayal edemez hâle geliyorlar, onların hayallerini öldürmüş oluyoruz.
İkinci bölümü ise toplum kendi geleceğini çürütmüş oluyor. Kendi geleceğimiz bu gençler bizim, 15-29 yaş grubundaki gençler ki kendi geleceğimizi çürütmüş oluyoruz.
Bu bakımdan burada müthiş bir israf var.
Bu israf insan sermayesi, insan israfıdır.
Hepimiz daha çok böyle filan makamda, mevkide uçaklar var; israf.
Falan makamda, mevkide otomobiller var, makam arabaları var; israf.
Doğrudur da yani ben de bu israf bölümüne elbette katılıyorum ama bu havaalanlarında görüyoruz belediye başkanlarımızın kuşe kâğıtlara bastırdığı, böyle tuğla büyüklüğünde, kendisini öven, belediye başkanlığı hizmetlerini öven dergiler var -nefret ediyorum onları görünce- falan; bunların tamamı israf ama bu israfların en büyüğü bu gençlerin işsizlik israfı. (CHP sıralarından alkışlar) Bunun yerine bir şey koymamız da söz konusu değil.
Şimdi, bu yani yüksek katlarımızda, devlet yüksek katlarımızda bazen bununla ilgili -ben mugalata diyorum- mugalata da dolaşıyor.
Nedir o? Ya, bu işsizlik böyle ama malum, teknoloji çok gelişti, fabrikalarda artık insanlar neredeyse çalışmaz hâle geldi.
Bu teknoloji ve robot endüstrisi, işte, birazcık daha bilimsel konuşmak istiyorsa dördüncü sanayi devrimi falan, dördüncü endüstri devrimi bunu böyle getirdi.
İlk nazarda insanın kulağına da hoş geliyor, "Ya doğruluk payı da olabilir." deniyor, değil mi? Ben de önce böyle doğruluğuna inandım, sonra baktım; ya, bu, dünyanın en ileri teknolojilerini kullanan ülke kim? Amerika.
Dünyada fabrikalarında en çok robot istihdam eden ülke kim? O da Amerika. Hatta fabrikalarda robotları istihdam etmiyorlar, robotları işçi olarak çalıştırmıyorlar, fabrikaları robotlarla yönetiyorlar yani fabrikaların yönetimi de robotlarda.
Tamam, o zaman işsizliğin diz boyu olmuş olması icap etmez mi Amerika'da? Eder. Hâlbuki, en son işsizlik rakamı ne? Bundan on beş gün öncesi itibarıyla, Amerika'nın işsizlik rakamı son kırk dokuz yılın en düşük rakamı.
Şimdi, başında bin türlü bela olan bir Amerika Başkanı var, Başkanımız var, değil mi, Sayın Başkan Trump. Trump, işte, azil işleriyle filan da boğuşuyor, uğraşıyor.
Amma, Allah sizi inandırsın, yüzde yüze yakın katiyetle söylüyorum ki Trump hiçbir şekilde azle filan uğramayacak. Sebebi, işte, bu, Amerika'da son kırk dokuz yıldaki işsizlik seviyesinin en düşük seviyede olmuş olması.
Bu bakımdan, devletimizi yöneten arkadaşlarımızın yani "Teknolojinin getirdiği özellikler dolasıyla işsizlikle uğraşmaktan sıkıntımız oldu, o bakımdan bizi mazur görün." dememeleri doğrudur.
Eğer derlerse yine o "kişi başına düşen millî gelirin 3 kat artırılması" gibi, önce kendilerini, sonra da bizi kandırmaya teşebbüs etmiş olurlar.
Bu işsizlikle ilgili demin -hangi arkadaşımız o; Ahmet Aydın, Ahmet Yıldız olabilir, evet- "İşsizlikle ilgili bir söz var mı?" filan dedi, ben de dedim "Var." Ona da Bayburt'tan, bu sefer Bayburt'tan gelsin laf.
Şimdi, Bayburtlu işsiz. Çok daralır yani insanlar, evde otursan oturamazsın, çarşıya çıksan çıkamazsın filan. Bayburtlu bir arkadaşıyla dertleşiyor: "Ya çarşıya çıkırem darlanirem; eve dönirem, evde de horlanirem." Yani çarşıya gidiyor daralıyor adam, kahvede mi otursun, daha ne yapacağı belli değil, oturamıyor; eve geliyor, hanımdan azar işitiyor, hanım tarafından horlanıyor.
O yüzden, evlerin huzuru, saadeti; toplumun huzuru, saadeti...
Yani burada bizim grup da -Allah bilir- konferans dinler gibi dinliyor, arada bir çepik çalsalar olur yani. (CHP sıralarından alkışlar)
Şimdi, değerli milletvekilleri, mesela, bu işleri ilk defa ben mi söylüyorum? Bu işler hiç mi söylenmedi? 2007 yılında, 14 Aralık 2007'de -bugün itibarıyla tam bir hafta önce- ben yine bu kürsüdeyim, 2007'nin en şaşaalı, en parlak dönemi olarak kabul edilen ekonomi yönetimini yine eleştiriyorum.
Aşağı yukarı, 2007'ye kadar olan rakamları ele alırsak, bugünkü söylediklerimin tıpatıp aynısıdır çünkü yanlışlık, tam anlamıyla, böyle, bir format atılmış gibi geliyor.
Ben söyledim, başka söyleyen yok mu, başka akıllı? Var, IMF. IMF, 2007 yılında... AK PARTİ'nin anti IMF'ciliği çok vardır. Şimdi, IMF'yle son ikraz, son borçlanma 2005 yılında yapılmıştır, AK PARTİ'nin 3'üncü yılı döneminde, kapsadığı alan 2008'e kadar yani 2005-2008 döneminde.
IMF, her yıl -bizim de üyeliğimiz, ortaklığımız münasebetiyle- gelir, her ülkede çalışır, sonra da rapor hazırlar: Türkiye Raporu. Şimdi, bunu da arkadaşlarımız... Benim konuşmam, bir daha söylüyorum, 14/12/2007'de; Meclis zabıtlarında da var, "ilhankesici.org" diye benim bir internet sitem var, orada da var; ilgilenenler, meraklananlar buralara müracaat edebilirler.
Öbürü de IMF'nin 7 Kasım 2007 tarihli Türkiye Raporu. 7 Kasım 2007 tarihli Türkiye Raporu'nda IMF diyor ki... Çeşitli ülkelerle ilgili kırılganlık göstergeleri icat etmiş, 5-6 tane parametre var, 6-7 tane ülke var.
Bunların içerisinde 2007 ekonomisi itibarıyla en kırılgan ülkenin adı Türkiye. Bu, 2007'de. Yani bütün dünyanın AK PARTİ ekonomi politikalarını alkışladığı, çepik çaldığı diye bildiğimiz, inandığımız, gördüğümüz, medyalarda şey yaptığımız şey, IMF raporunda böyle diyor.
Bunun niye arz etmiş oldum? Bunu şunun için arz etmiş oldum ki biraz daha akıllanmamız icap eder.
Yani eğer bu eleştirilerden ister IMF tarzı kaynaklı uluslararası organizasyonlar olsun ister hakiki anlamda yerli ve millî, İlhan Kesici gibi, işte başka arkadaşlarımız gibi kaynaklar olsun, bunların söylediklerine kulak vermek lazımdır, yoksa çok daha sıkıntılı bir hâle geliriz.
Şimdi, siz, buradaki arkadaşımız söyledi, "1990'lı yıllara gidiyoruz, AK PARTİ dönemine doğru gelelim." diye. Tam AK PARTİ dönemine geldim, 2019, içinde bulunduğumuz yıl.
2019 yılı bütçesi yani daha henüz çıkmadı, bu bütçe. Bu bütçeye bakarken 3 tane şeye baktım ben, parametreye.
Bir: Bütçenin açığı neydi, ne oldu? Öyle bakılır. Bütçenin açığı 80 milyar liraymış. Neyle gerçekleşti? 125, yüzde 50 fazla. Bu, çok fazla bir artış. Kaldı ki bu yüzde 125 sayılmaz.
Merkez Bankası Başkanı arkadaşımız da var, Plan ve Bütçe Komisyonunda hem bizim arkadaşlarımız hem de muhalefete mensup arkadaşlarımız, ben de katıldım toplantıların bir bölümüne, orada çokça ifade ettiler.
Bu Merkez Bankası yedek akçesinin gelir irat edilmesiyle ilgili husus, orada 40-45; galiba 45'in 40'ı, 41'i civarında bir rakam, efendim, şey oldu, gelir irat edildi bütçeye.
Demek ki onu da koyarsanız bu rakam, yani 2019 yılı, bu senenin bütçesinin açığı, 80 yerine oldu 160 küsur; 2 katı. Bu ne demek? Ne bütçe var ne bütçe disiplini var, hiç bir şey yapmasanız zaten anca böyle gider yani. (CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
İkinci açık: Cari işlemler açığı. Türkiye bu on yedi yılda demin ki söylediğimiz rakamı bölersek 30-32 milyar dolar her yıl cari işlemler açığı veren bir ekonomimiz var. 2019'da da buna benzeyen bir rakam koymuşlar, 26 milyar dolar; iyi. Gerçekleşme, artı 1 milyar dolar.
Yani bütün tarihimizde, bütün tarihimizde demeyelim de -1999-2000'de var, 2002'de var- son yirmi yılda diyelim, ilk defa cari işlem fazlası veriyoruz.
Hepimizin candan alkışlaması, tebrik etmesi icap eder ilk nazarda. Ben de o hissiyat içerisindeyim yani, bir alkışlayayım falan diye.
Fakat sonra, dibine doğru bir eşeleyelim değil mi yani nasıl oldu bu, birden "Nasıl 1 milyar dolar fazlalık vermeye başladık?" diye. Herhâlde ilk baktığım kalem ihracat kalemi, herhâlde ihracatımız kayda değer bir nispette artmıştır.
Allah Allah, ihracatımız azalmış, 10 milyar dolar. E, ihracat artmadıysa nereden olacak yani, başka bir kalemden mi arttı? Başka kalem de yok. E, ithalatımıza bakalım. Hah, o rakamı yakaladık; ithalatımız 43 milyar dolar azalmış.
Bu iyi mi, kötü mü? İyiyse, baştan o hedefi öyle koymak lazım. Sonra kalemlerine baktım, lüks tüketim malları -işte bu 4x4'ler, 4 çekerli otomobiller, cipler, İstanbul'da o ilk dönemde yani kur sabitken, herhangi bir hareketliliği yokken en ucuz ithalatla falan elde edilmiş olan şeyler- eğer bunlar ihracat kaleminden düştüyse buna da şükürler olsun, bu da iyidir.
Hayır, 2019 yılı ithalat kalemlerini arkadaşlarımız takip ederlerse, burada 43 milyar dolar olarak düşen kalemin adı "makine teçhizat alımları". "Makine teçhizat alımları" demek sanayi yatırımı demek, imalat sanayisi demek.
Yani biz bir cari işlem fazlası vermiş oluyoruz ama en kötü yerinden, kanatarak vermiş oluyoruz. Bunu da arkadaşların huzuruna getirmek istedim.
Üçüncü şey büyüme hedefi. Yüzde 2,3. Ya, bu 2,3 ne? Cumhuriyet Dönemi'nde 1923-2019 -ister 2002'yi alın ister 2019'u alın, aynı rakam- ortalama büyüme hızı 4,7; içinde 1929 buhranı var, İkinci Dünya Savaşı var beş sene, daha sonraki dönemlerde ihtilaller var -1960, 1970, 1980, Kıbrıs vesaire- bir yığın iş var; ortalama büyüme hızı 4,7.
Yani içinde bulunduğumuz yıl, bütün cumhuriyet tarihinin ortalama hızının yarısını hedef olarak aldık kendimize; vahim bir şey.
Peki, 2,3'ü aldık da gerçekleştirdik mi? Hatırlayın, birinci çeyrek, 1'inci üç ay eksi, 2'nci üç ay eksi, 3'üncü üç ay 0,9 oldu; zorlamalı bir rakamdır ama 0,9 oldu.
Bu 0,9'a neredeyse bayramlar ve mitingler yaptık yani ilgili bakanlarımız A memleketine gitti, B memleketine gitti, mitinglerle karşılanır gibi oldu; işte, orada çok iddiayla söylendi ki: "Üçüncü çeyrek artık artı oldu." filan... Dördüncü çeyrek gelecek.
Ne olacak yani? Hasılıkelam ne burada? Hasılıkelam, işte, 2019 yılının tamamı muhtemelen 0,5 büyümüş olacak, buna bayram ediyoruz.
Ya, Allah'tan korkmak lazımdır, öyle değil mi? Yani şu kadar bütçe harcıyoruz, bu kadar para harcıyoruz, bu kadar bilmem ne harcıyoruz; bütün bu faaliyetlerin tamamı yüzde sıfır büyüme elde etmek için mi yani?
Şimdi, rahmetli anamın güzel bir lafı var buna benzeyen hâllerde; hem rahmetle anmış olayım hem onu da arkadaşlarımıza intikal ettirmiş olayım, arz etmiş olayım: "Kuru çula oturduk." denir bu tür durumlarda yani sıfıra sıfır, elde var sıfır. Ne yaptık? Kuru çula oturduk kaldık, kuru çulun üstünde kaldık yani, değil mi? Sıfır büyüme o demek.
Zaten o lafların başında bir yerinde söylemiştik o yüzde 5,3'lük büyüme bir essah büyüme midir, vasıflı bir büyüme midir değil midir? İşte, sonuçları buradan belli oluyor.
Şimdi, deminki notların karışmasında bir? Bütçe, 2020. Bugünü de bıraktım, şimdi yarına geldim artık. Yarından sonra, bu yarını da arz ettikten sonra huzurlarınızdan herhâlde ayrılacağım.
Yarınımız, 2020 yarınımız bir hafta on gün sonrasından itibaren, bir de geleceğimiz. Fakat bu "geleceğimiz" dediğimiz zaman şimdi laf biraz garip kaçabilir filan; o yüzden "geleceğimiz" bölümünü çıkarayım, ya "istikbalimiz" diyeyim ya "yarınımız" diyeyim, orada kalayım ben. (CHP sıralarından alkışlar)
Bu 2020 yılında başka bir faktöre dikkatinizi çekmek istiyorum, o da şu: Devletimizin gelirleri var bütün bu harcamaları yapmak için.
Bu gelir kaleminde hem maliyecileri hem bu ekonomiyle ilgilenen insanları -beni dâhil- böyle usandıracak tarzda çetrefil kalemler var.
Başında yazar "Devlet gelirleri." Tamam. Altında bir sütun "Vergiler." Tamam. Onun altında başka bir alt başlık "Gelir ve kazanç üzerinden alınan vergiler." Tamam. Onun altında başka bir alt başlık "Gelir vergisi." Ha yakaladım.
Şimdi, bu gelir vergisi dediğimiz şey şu: Bizim serbest meslek mensuplarımız var, serbest meslek işi yapan arkadaşlarımız var, mühendislerimiz, doktorlarımız, avukatlarımız, başka serbest meslek erbabı. Bunların tabi olduğu vergi mükellefliğine beyana dayalı mükellefler, beyannameli mükellefler diyoruz. Sayıları 2 milyon civarındadır.
Şimdi, arkadaşlarımız bu bölüme -zaten çok dikkatli dinlediklerini görüyorum ben, çok şükür ama- birazcık daha sanki konsantre olurlarsa çok iyi olur. Beyana dayalı mükelleflerimiz, serbest meslek mensuplarının -vergilerinin rakamını söylemeyeceğim- sayıları 2 milyon civarındadır.
Biraz daha alt gelir grubu -eskiden götürü usulle de diyorduk- basit usulle vergi mükellefi olan vatandaşlarımız var. Bunların sayısı da 800 bin civarındadır.
Bir de bana benzeyen, maaşlı, ücretli gelirleri olan insanlar var. 3 milyon civarında devlet memurumuz var, 14-15 milyon civarında da özel sektörde çalışanlarımız var ücretli, maaşlı, asgari ücretliler dâhil olmak üzere. Bir de bunların tamamından vergi alıyoruz biz.
Bir de Hazine ve Maliye Bakanımızın da yine Meclise sunuş konuşmasında Plan ve Bütçe Komisyonunda dağıttığı ve konuştuğu bir kitapçık var; bu. Şimdi, onun da 11'inci sayfasında güzel şeyler var vergi dairelerinin nasıl güzelleştirileceğine dair.
Hoş kelimeler de var: "İnteraktif vergi danışmanlık hizmetlerini geliştireceğiz, interaktif vergi dairelerini çoğaltacağız." Böyle güzel laflar yani netice itibarıyla. Bunları da yapalım.
Ayrıca bunlar için Maliye Bakanlığı da çok masraf veriyor yani bu insanlardan bu vergileri toplayabilmek için. Şimdi, hepsini yaptık; bu insanlardan vergilerini topladık. Bunlar da ezayla cefayla da -yani bu beyannameleri doldurmak bir derttir, muhasebecilerle uğraşmak bir derttir, götürüp vergini yatırmak bir derttir vesaire- bütün bu dertlere de katlandık, yatırdık; bir rakam etti bu rakam, bir torba.
Bunun karşılığında, bu kitap, 2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Programı. Bu kitabın 60 küsuruncu sayfasında böyle bir tablo var; bütçe. Benim de, tabii, üstünde? Karmakarışık olmuştur, arkadaşlar görmeyebilir. Burada bir faiz kalemi var.
O faiz kalemi -şimdi öbür eski faizi bıraktım bir kenara, yenisine geldim- 138 milyar 940 milyon yani 139 milyar lira. Bu bütçede yani 2020 yılı bütçesinde faiz kalemi 139 milyar lira.
Bu demin saydığım 20 milyon insandan 3 milyon devlet memuru, 14-15 milyon ücretli çalışan insanların maaşlarından yapılan kesintiler, 2 milyon serbest meslek, 800 bin basit usulle vergi mükellefi olan arkadaşlarımızdan topladığımız rakam, vergi bunun altında.
Şimdi yeni vergiler de getiriyoruz. Bu kıymetli konutlar, değerli konutlar vesaire. Benim elbette öyle bir konutum yok, İstanbul'da kirada oturuyoruz, Ankara'da da İncek'teki TOKİ evlerinden aldığımız bir TOKİ evinde oturuyorum.
Beni doğrudan ilgilendiren bir tarafı yok ama bu bilgiyi niye arz etmiş oldum? Burada büyük bir delik var. Nasıl uzay bilimleriyle ilgilenen arkadaşlarımız söylüyor "kara delik" diye, etrafında ne görürse yutuyor.
Sağından solundan, yanından yöresinden geçen bütün gezegenleri yani güneş sistemi gibi sistemler dâhil o çaptaki bütün sistemleri böyle "hüp" diye vantuzluyor, yutuyor. E şimdi bu Hazinenin dibi delik. (CHP sıralarından alkışlar)
Yani bu nereden geldi? Bu, elbette bugünün meselesi değil, asıl vurgulamak istediğim hususlardan biri de o. Yani 2020'nin, 2019'un da meselesi değil, ta 2003 yılından itibaren gelen hadise.
Şimdi, burada Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu bir münasebetle bu faizlerle ilgili bir rakam söyledi. Benim de AK PARTİ'de tanığım çok çeşitli arkadaşım birden ilk nazarda çok itiraz ettiler.
Sayın Genel Başkan -yine bu bütçedeki rakamı söylemek üzere, burada rakamı söylemedi sadece, o benim gibi anlatmadı- dedi ki: "Devlet her gün, her saat 2,6 milyon dolar faiz ödüyor." Şimdi, bu 139 milyar lirayı üç yüz altmış beş güne bölelim ellerimizle, onu da yirmi dört saate bölersek bulacağımız rakam aynen bu 2,6 milyon. Onu da sonra dolara çevirirsek -2000 yılının ortalama dolar kuru 6'dır- 6'ya bölersek bu rakam çıkar.
Sayın Başkan, bana çok mu vakit verirsiniz, az mı vakit verirsiniz? Ona göre kendimi organize edeyim. Üç dakika buradan var, bir de verdiniz zaten, dört; olabilir, evet. Onu birden çoğaltırsınız ve biraz zam yapılabilir.
Şimdi, değerli arkadaşlar, burada çözümle ilgili bir şey arz etmeden huzurlarınızdan inmek istemiyorum.
Çözüm şu: Yani bir kere benim bütün bu anlattığım şeyleri, Allah bilir, belki de sadece şimdi kuracağım cümle için anlatmış oldum: Altlık. Durum ciddidir.
Yani Türk ekonomisinin içinde bulunduğu durum ciddidir. Başka terminolojiler kullanan arkadaşlarımız var içeride, dışarıda. Ben "kriz" kelimesini sevenlerden değilim, kullananlardan da değilim; ne şimdi ne başka zamanlar. Ama onun yerine bir ciddiyet arz ediyorum.
Bu durum ciddidir. Bir ara bir deterjan reklamı vardı "beyazdan beyaz" diye, ben de ona benzeterek diyorum ki bu, ciddiden de ciddidir. Yani devletimizi yönetenlerin bu meseleye böyle bakmaları lazım.
İki: Bu işlerde sihir yoktur, sihirbaz da yoktur. "Ya, en allamesini bulalım, getirip oturtalım, bu işleri o halletsin." Böyle bir şey de yoktur. Mesele, çok ciddi bir şekilde bu işin de ele alınmasını icap ettiren bir hâldir.
Şimdi, bu "ciddiyet"in hemen yanında benim kendi kullandığım bir terminoloji var. 2001'in önünde kullandım bunu, 1994 krizinin önünde de kullandım bu tabiri.
Şimdi, bir hafta on gün sonra kışa gireceğiz, aslında mevsim olarak güya kışız ama henüz girmedik, kışa gireceğiz. Her kıştan sonra bahar olmuyor, bazen kıştan sonra kara kış geliyor. Ben 2001 ve 1994 öncesinde "kara kış" tabirini kullandım.
Şimdi, bundan endişe ediyorum, "kara kış" hafifime geliyor, onun yerine literatürde bir İngilizce makalede yakaladığım bir laf var, "nükleer kış." Yani icaplarını yapmaz isek, içinde bulunduğumuz hâli küçümsersek, üstesinden kolay gelebileceğimize inanırsak?
İlgili bakanlarımızın da bazen ifade ettiği bir laf var: "Kötüsü artık geride kaldı." Mesela cari işlemler 1 milyar dolar fazla mı verdi: "Yaşa, var ol! Artık kötü günleri geride bıraktık, bundan sonra önümüz parlaktır -?Geleceğimiz parlak!' demeyelim ama- istikbalimiz parlaktır."
Veya yine, sıfır büyüme, 2018'in dördüncü çeyreği millî gelirde eksi, 2019'un birinci çeyreği eksi, ikinci çeyreği eksi ama üçüncü çeyrek artı, sıfır filan oldu, "Hah, böyle kötü günler geride kaldı."
Bu lafı da unutmak lazım. Yani sihir aramamak, sihirbaz aramamak, bu lafı "Kötü günleri geride bıraktık artık, işi ona göre organize edelim." hâlini de bırakmak lazımdır.
Ciddiyetle ama gerçekten, çok fazla ciddiyetle çok ciddi bir program hazırlamak lazımdır, çok ciddi. Biz bunun altında "kapsamlı" gibi süslü filan da laflar da kullanırız yani "kapsam"lı laflar, süslü, "kapsamlı program", "ciddi program" vesaire ama essahtan ciddi bir program hazırlamak lazımdır.
Sayın Cumhurbaşkanımız yaklaşık bir ay önce bir televizyon programında seçimlerin Haziran 2023 yılında yapılacağını, normal zamanda yapılacağını söyledi.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli Bey de seçimlerin zamanında yapılacağını söyledi. Bu iyi.
Bu ne demek, niye "iyi" diyorum yani? Bu ne demek? Önümüzde üç buçuk yıllık bir zaman dilimi var.
Son altı ayını seçim kampanyalarına bırakalım, üç yıllık bir zaman dilimi var. Bu hazırlanacak olan program, plan üç yıllık bir program olsun. Hakiki anlamda bunu kullanalım.
Bu, danışmanlık şirketleri filan da var. Hükûmetimizin veya yönetimimizin bunlardan McKinsey ve benzeri firmalarla çalıştığını da arada bir okuyoruz, biliyorum ben. Bunlarda iyidir.
Ama şuna inanın ki en azından benim bir yığın tanıdığım insan itibarıyla Türkiye'de, McKinsey uzmanlarının Türkiye bilgisinden çok daha üstün vasıflı çok arkadaşlarımız var. (CHP, HDP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)
Bütün bunlar davet bekler. Yani bu arkadaşlarımız para istemezler, pul istemezler, makam istemezler, mevki istemezler; istemiyorlar, ben biliyorum yani istemediklerini.
Ama bu insanlar memleketlerine hizmet etmek istiyorlar. Bu büyük programın içerisinde bu arkadaşlarımızın da değerlendirilmesi lazım. İnat etmekten yani "sadece kendi arkadaşlarımız" tarzında bir inattan vazgeçmek lazım.
Siyaset ve devlet büyüğümüz rahmetli Osman Bölükbaşı'nın siyasetçilere çok hoş bir tavsiyesi var, onunla bitirmek ve huzurlarınızdan ayrılmak istiyorum; o da şu? İlk ikisi bu üçüncü lafı söyleyebilmek için aynen benim gibi.
Osman Bölükbaşı diyordu ki: "Zengini hayırsız evlat batırır, memuru süslü avrat batırır, siyasetçiyi kuru inat batırır." (CHP ve İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Şimdi, bu kuru inattan vazgeçmek, Türkiye'yi ihtiyacı olan normalleşmeye, uzlaşmaya davet edici bir mahiyette çağrıda bulunmak lazım.
Sayın milletvekilleri, bu kadar, bunca lafı ettikten sonra biz Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak 2020 bütçesine "ret" oyu vereceğiz ama yine, sözlerimin başında da ifade ettiğim gibi, bütçenin devletimize, milletimize hayırlar, güzellikler getirmesini temenni ediyor, huzurlarınızdan ayrılıyorum.